"Milletvekili Ayrıcalığını Hiç
de Beğenmedim
Atatürk bir sabah Florya’dan
Dolmabahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire
otomobilini durduruyor ve Başyavere:
'Sorunuz, tren var mı?' Diye emir
veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden
inip trene biniyorlar. Karar ani verildiği
ve uygulandığı için trene biniş
hemen hemen kimsenin dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz
olan kondüktör Atatürk’ün bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce
çekilmek istiyor. Atatürk hemen sesleniyor:
'Görevini yap.' Yanındaki ekibi
göstererek, 'Bu efendilere niye bilet sormuyorsun?'
Yanındakiler cevap veriyor:
'Paşam biz milletvekiliyiz. Tren
bileti almayız, parasız seyahat ederiz.'
Atatürk hayretle:
'Bu ayrıcalığı hiç de beğenmedim'
diyor. 'Bu çok ayıp ve acayip bir kural. Çok güzel halkçılık!'
Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten
Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 89
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz
Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009"
-------------------------------------------------------------------------------
ASIL
SEVGİ
"Yaşamalısın
Atatürk’ün en büyük zevki,
toplantılarda rastladığı herhangi birine ani bir soru sormak ve alacağı cevaba
göre o şahsın bilgisini takdir etmekti. Bir cumhuriyet balosunda yaverlerden
Nihat Bey’e şu soruyu sordu:
'Ben ölürsem, ne yaparsın?'
'Ben de ölürüm Paşam…'
Atatürk aldığı cevaptan memnun
kalmamıştı. Sert bir ifadeyle şunları söyledi:
'Eğer beni hakikaten seviyorsan,
ölmemen lazım. Yaşamalısın ve benim telkin ettiğim ideallerin benden sonra da
gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. Gerçek sevgi budur.'
Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten
Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 140
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz
Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 "
-------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'ün Mizahı ve Pratik Zekâsı
"Kral Edward’ın Sigarası
1936 yılında İngiltere Kralı VIII. Edward, Atatürk’ün misafiri olmuştu. İki devlet adamının, aralarına Dışişleri Bakanımız da katılmıştı. Bir sohbet sırasında Atatürk, krala sigara takdim etti. Dışişleri Bakanı, hemen kibriti yaktı ve 'alışkanlık haline gelmiş bir hareketle önce Atatürk, sonra Krala uzattı.'
Yüce Atatürk, büyük mis
1936 yılında İngiltere Kralı VIII. Edward, Atatürk’ün misafiri olmuştu. İki devlet adamının, aralarına Dışişleri Bakanımız da katılmıştı. Bir sohbet sırasında Atatürk, krala sigara takdim etti. Dışişleri Bakanı, hemen kibriti yaktı ve 'alışkanlık haline gelmiş bir hareketle önce Atatürk, sonra Krala uzattı.'
Yüce Atatürk, büyük mis
afirin yanında, bakanı düştüğü zor durumdan
şöylece kurtarıverdi:
'Majeste, dedi, bilirsiniz ki kibritlerin ilk yandığı sırada zehirli bir gaz yayar. Türk misafirperverliği, bu zehirli gazı misafirin solumasına engeldir. Biz misafirin sigarasını saf alevle yakarız.'
Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 139-140
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009"
'Majeste, dedi, bilirsiniz ki kibritlerin ilk yandığı sırada zehirli bir gaz yayar. Türk misafirperverliği, bu zehirli gazı misafirin solumasına engeldir. Biz misafirin sigarasını saf alevle yakarız.'
Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 139-140
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009"
-------------------------------------------------------------------------------
Can Yücel'in Babası Hasan Ali Yücel'den bir
Atatürk Anısı
Kurtuluş kavramı için Atatürk'ün
önünde geçen bir olayı, aziz bir hatıra olarak burada
anlatmak istiyorum:
Bir gece, Ulu Önder, sofrasındaki
arkadaşlardan sormuştu:
-"Türk milleti, ne zaman
kendini kurtulmuş sayabilir?"
Hazır olanlar, birer birer
düşüncelerini cevap olarak kendisine söylüyorlardı. Sonlarda sıra bana
gelmişti:
-"Paşam, Türk milleti ne zaman
kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş
olur." Şeklindeki fikrimi özetlemiştim. Böyle demiştim ama, dedikten sonra
da türlü yorumlara alınabilecek böyle bir sözü söylemekten korkmuştum.
Atatürk:
-"Hepiniz, enteresan fikirler
söylediniz. Fakat (beni göstererek) bu çocuğun ileri attığı,
üstünde bizi derin derin
düşündürmeye değer bir fikirdir." Diyerek hem müsamahasının, hem geniş
anlayışının unutulmaz bir yeni delilini vermişti.
Hasan Ali Yücel
Kaynak: Hürriyet Gene Hürriyet,
Hasan Ali Yücel, Ankara, 1957 cilt:2 sayfa:894-895
------------------------------------------------------------------------------
Atatürk’ün Futbolla İlgili Bir Anısı
Büyük Atatürk’ün futbolla ilgili bir anısını
en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu
Gündüz Kılıç Hürriyet gazetesinde yayınlanan yazısında şöyle dile getirmiş.
Atatürk yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine bir ziyaret için uğradığında, evde
başka kimse bulunmadığı için Gündüz Kılıç tarafından ağırlanmıştı. Bundan
sonrasını rahmetli Gündüz Kılıç’tan nakledelim.
“Atatürk şerbetini yudumlarken ‘gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz’ dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum, ama inanın içimin yağları eridi. İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü Atatürk’ün özellikle gençlere değişik zekâ soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Utanma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu soru korktuğum türden olmadı. O sıralarda milli futbol takımımız halk evleri takımı adı altında Rusya’da 5–6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen, ben de kadroya alınmıştım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu ‘neden yenildiniz?’ Oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu. ‘Peki, bu yenilgiler seni çok üzdü mü?’ Dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken, bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu:
‘Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmek normaldir, bu üzüntü insanın yürek gücünü yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azmiyle çalışmalıdır’ dedi. Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kâğıt kalem aldım, oyun sahasını çizerek o zamanki deyimiyle, ‘müdafileri, muavinleri ve muhacimleri’ yerlerine yerleştirip onların görevlerini ve ana kurallarıyla hedeflerini anlattım. Atatürk, ‘yahu desene bizim harp oyunları gibi, sizin iş de strateji bilgisi ve kurmay kafası ister’ diye önemser önemser başını salladı.”
Rahmetli Gündüz Kılıç’ın bu anısı Atatürk’ün futbol hakkındaki düşündüklerini bize öğretmesi bakımından değer ve önem taşıyor.
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
“Atatürk şerbetini yudumlarken ‘gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz’ dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum, ama inanın içimin yağları eridi. İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü Atatürk’ün özellikle gençlere değişik zekâ soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Utanma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu soru korktuğum türden olmadı. O sıralarda milli futbol takımımız halk evleri takımı adı altında Rusya’da 5–6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen, ben de kadroya alınmıştım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu ‘neden yenildiniz?’ Oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu. ‘Peki, bu yenilgiler seni çok üzdü mü?’ Dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken, bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu:
‘Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmek normaldir, bu üzüntü insanın yürek gücünü yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azmiyle çalışmalıdır’ dedi. Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kâğıt kalem aldım, oyun sahasını çizerek o zamanki deyimiyle, ‘müdafileri, muavinleri ve muhacimleri’ yerlerine yerleştirip onların görevlerini ve ana kurallarıyla hedeflerini anlattım. Atatürk, ‘yahu desene bizim harp oyunları gibi, sizin iş de strateji bilgisi ve kurmay kafası ister’ diye önemser önemser başını salladı.”
Rahmetli Gündüz Kılıç’ın bu anısı Atatürk’ün futbol hakkındaki düşündüklerini bize öğretmesi bakımından değer ve önem taşıyor.
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
-------------------------------------------------------------------------------
Atatürk ve Spor
Bir gece Atatürk Ada’da Yat Kulübünde
konuşurken, yanındakilerden birinin sportmen olduğunu anladı. Ona şu soruyu
sordu:
-“Spor nedir?” O da, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti. Gazi dedi ki:
-“Bana daha açık ve net bir tarif bulabilir misiniz?” Belki en güzel cevabı bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir duraklaması üzerine Gazi şu hatırasını anlattı:
-“Arıburnu kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardı. Birbirine en yakın hatlar arasında dolaşan Türk ve İngiliz keşif erlerinden ikisi gecenin kara yoğunluğu içinde ellerindeki uzun silahları kullanamayacak kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur keşif erleri silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak gereğini hissetmişler. İngiliz keşif eri yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk askerinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu ustaca yumruk idmanını bilmeyen Türk eri kalbine maddi olarak, vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elini ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman erinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkışınca bizim er, boks darbelerinin başlangıç etkisinin hafiflediğini biraz sonra yok olduğunu görmüş. Er, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman erine soru sordum:
-‘Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?’
-‘Spor, cevabını verdi.’ Bizimkine sordum:
-‘Nasıl oldu?’ Er, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak:
-‘Bilmiyorum’ dedi.
-‘Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cahilliğinden öte edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.’
-‘Sen sportmen misin?’
-‘Evet, çok iyi...’
-‘Bizim eri nasıl buldun?’
-‘Bilmiyorum’ dedi. Türk erine döndüm:
-‘İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir’, dedi. Kısaca:
-‘Huzurumuza getirdim efendim’ cevabını verdi. Gazi devam etti:
-‘Ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap şudur; ‘Spor; vatanın, milletin yüksek değerlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millete hizmet edenlerin huzuruna getirebilmek maddi becerisi ve yürek gücüdür.’”
(Falih Rıfkı Atay’dan alınmıştır.)
Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976, s. 158-160
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 200
-“Spor nedir?” O da, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti. Gazi dedi ki:
-“Bana daha açık ve net bir tarif bulabilir misiniz?” Belki en güzel cevabı bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir duraklaması üzerine Gazi şu hatırasını anlattı:
-“Arıburnu kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardı. Birbirine en yakın hatlar arasında dolaşan Türk ve İngiliz keşif erlerinden ikisi gecenin kara yoğunluğu içinde ellerindeki uzun silahları kullanamayacak kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur keşif erleri silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak gereğini hissetmişler. İngiliz keşif eri yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk askerinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu ustaca yumruk idmanını bilmeyen Türk eri kalbine maddi olarak, vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elini ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman erinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkışınca bizim er, boks darbelerinin başlangıç etkisinin hafiflediğini biraz sonra yok olduğunu görmüş. Er, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman erine soru sordum:
-‘Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?’
-‘Spor, cevabını verdi.’ Bizimkine sordum:
-‘Nasıl oldu?’ Er, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak:
-‘Bilmiyorum’ dedi.
-‘Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cahilliğinden öte edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.’
-‘Sen sportmen misin?’
-‘Evet, çok iyi...’
-‘Bizim eri nasıl buldun?’
-‘Bilmiyorum’ dedi. Türk erine döndüm:
-‘İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir’, dedi. Kısaca:
-‘Huzurumuza getirdim efendim’ cevabını verdi. Gazi devam etti:
-‘Ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap şudur; ‘Spor; vatanın, milletin yüksek değerlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millete hizmet edenlerin huzuruna getirebilmek maddi becerisi ve yürek gücüdür.’”
(Falih Rıfkı Atay’dan alınmıştır.)
Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976, s. 158-160
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 200
-------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'ün Konya
Konuşmaları
Atatürk’ün Konya Belediyesinde
Yapmış Olduğu Bir Konuşma - 17 Ekim 1925
Belediye Başkanının söylevine cevap olarak:
Başkan Beyefendi, saygıdeğer halkın duyguları
ve düşüncelerini dile getirmek ve açıklamak konusunda çok şeyler söylemek
istediğinizi anlıyorum. İçten bakışlarınız bunu gereksiz kılmaktadır. Her şeyi
gözümle görmekte ve vicdanımla hissetmekteyim.
Konya’da bayındırlaşmaya harcanan çalışmanın
verimli sonuçları ortadadır. Özellikle saygıdeğer Konya halkının en son
onurlandığım görüşme tarihinden bugüne kadar ruhsal durumlarında, görüşlerinde
yenilenme ve yükselme yolunda yürümek için olan kararlılığında ne derece yüksek
fark gördüğümü övgülerle anarım. Bütün gözlemlerimden çok mutlu ve rahatım.
Gelişim sebebiyle saygıdeğer halkın gösterdikleri, içtenlikle yaptıkları parlak
gösteriye teşekkürler ederim. Duygularımın ve teşekkürlerimin ulaştırılmasını
yüce şahsınızdan rica ederim.
Hâkimiyet-i Milliye: 20.10.1925
Konya Askeri Ordu evinde
söylenmiştir - 22 Şubat 1931
Saygıdeğer Hanımlar, Saygıdeğer Efendiler!
Bu gece bize, çok içten duygular yaşattınız.
Bundan dolayı hepinize özellikle teşekkür ederim. Bu içten duyguları, Türk
milletinin seçkin, kahraman evlâtları olan subaylarımızın temiz ocağında
yaşadık. Bu, özellikle benim için yüksek bir duygusallığı gerektirdi. Bu
noktada durarak karşınızda ve bütün millete karşı bir görüşümü açıkça belirtmek
isterim:
Arkadaşlar!
Bütün tarih bize gösteriyor ki, milletler,
yüksek hedeflerine ulaşmak istediği zaman, bu beklentileri karşısında
üniformalı çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu genelliği içinde yüksek bir ayrıcalık
bizim tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki, Türk milleti, ne
zaman yükselmek için adım atmak istemişse bu adımların önünde daima öncü
olarak, yüksek millî ideali gerçekleştiren hareketlerin öncüsü olarak kendi
kahraman çocuklarından oluşmuş ordusunu görmüştür.
Bunun içindir ki, Türk milleti, tehlikelere
karşı elinde kılıç yürümeye hazır bulunan kahraman çocuklarına derin güven
beslemiştir. Ve bu güveni daima besleyecektir. Bundan sonra da Türk milletinin
yüksek idealinin gerçekleştirilmesi için kahraman asker evlâtları hep önde
gidecektir.
Bütün Türk Milleti, başardığı her hayatî şeyin
kahramanı olarak kendi ordusunu, ordusunu kumanda eden öz evlâtlarından oluşmuş
subaylar heyetini, yüksek kumanda heyetini görmektedir. Millet ve kahraman
evlâtlarından oluşan ordu, o kadar birbiriyle birleşmiştir ki, dünyada ve
tarihte bunun örneği enderdir. Bu millî görünüm ile daima övünebiliriz.
Arkadaşlar!
Ordudan söz ederken bu memleketin gerçek sahibi
olan Türk milletinin aydın evlâtlarından söz ediyorum. Bu evlâtlar içinde şüphe
yok ki, yarının kahramanlarını yetiştiren eğitmenlerimiz vardır. Gerekirse
hemen kıyafetini değiştirerek, gereken yerde başını veren ve ordu ile beraber
yürüyen öğretmen arkadaşlarımız da vardır.
Ben yüksek ordumuzun subaylarından ve onlarla
Türk’ün aydın evlâtlarından söz ettiğim zaman, düşüncesiyle, vicdanıyla,
ilmiyle onlarla beraber olan millî kahramanlığa katılmaya hazır Türk
gençlerinden söz ediyorum.
Bu geceki görüntü, bana bu yüksek gençliği
temsil ettiği için, ne kadar duygulu olduğumu anlarsınız. Kalbimde oluşan
mutluluğu ve düşündüklerimi bakışlarım size ulaştırmaktadır. Sözlerime son
verirken şunu açık olarak söylemek isterim ki, Türk milleti ordusunu çok sever,
onu kendi ülküsünün koruyucusu kabul eder.
Hâkimiyet-i Milliye, 24.02.1931
-------------------------------------------------------------------------------
İnce Duygulu, Büyük Adam
Kim olursa olsun insana ve insanlığa çok
kıymet verirdi. Bir gün Çankaya'da, eski köşkün üst katındaki kütüphanede
oturuyorduk. Birdenbire bahçeden küfürlerle dolu hiddetli bir ses yükseldi.
Atatürk merakla başını solundaki pencereye çevirdi; o anda yüzü kıpkırmızı
kesildi, bana dönüp bağırdı:
"Bak, bak. Bu bunak adam ne yapıyor?
Yahu, hiç insan dövülür mü? Bu ne hamakat [ahmaklık]. Çabuk koş, mani ol ve
oradaki adamları köşke getir."
O sırada ben de ayağa kalkmış, pencereye
yanaşmıştım; Milli Müdafaa Vekaleti tarafından (Çankaya Köşkü o zaman Milli
Müdafaa Vekaleti'nin malı idi ve Ordu Köşkü adıyla Başkomutanın ikametine
tahsis edilmişti) Köşkün dış idaresine memur edilmiş bulunan alaydan yetişme,
emekli ve yaşlı bir subayın, birkaç işçiyi yüksek sesle azarlayıp tokatlamakta
olduğunu gördüm. Yerde birkaç eski torba ile darmadağın bir halde bazı giyecek
eşya vardı.
İşçiler, bir müddet bahçede çalıştırılmış olup
o gün memleketlerine dönmek için Köşkten ayrılmak üzere bulunan Yunan
esirlerindendi. Koşarak bahçeye çıktım; yanlarına gittim, bizim yaşlı arkadaşı
hiddetten zangır zangır titreten hadiseyi öğrendim; meğer esirlerin sıkı sıkıya
muayene ettiği torbalarından, kendilerine ait eşya arasında, Atatürk'ün hususi
sigaralarından birkaç paket de çıkmış. Herhalde bunları, esirlere köşkün içinde
hizmet eden bizimkilerden biri vermişti; başka türlü olmasına imkân yoktu.
İhtiyarı birkaç kelime ile teskin ettikten sonra, esirleri yanıma alıp köşke
doğru yürüdüm; Atatürk antreye inmişti. Esirlerden biri uzaktan O'nu görür
görmez, müthiş bir korku içinde titremeye başladı
ve tam kapıya yaklaştığımız anda düşüp
bayıldı. İnce duygulu, Büyük Adam, bu manzaradan pek müteessir olmuştu. Emri
üzerine, yanındakiler, esirin yüzüne su ve kolonya serperek ayılttılar. Bu
arada ben de kendisine durumu arz etmiştim. İçerden beş on paket sigara daha
getirtti; esirlere dağıttı. Bir miktar para da verdirtti; sonra kendilerine,
yapılan fena muameleden teessür duyduğunu söyledi ve iyi yolculuklar diledi.
Köşkten ayrılırken esirlerin gözleri, minnet
yaşları ile dolu idi; tabii ihtiyar arkadaş da Milli Müdafaa emrine iade
edilmişti.
Kaynak: Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza
Soyak, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, 2006, ISBN: 975-08-0882-7. Sayfa:38
------------------------------------------------------------------------------
''Bir
Daha Öyle Ayrılık Gayrılık Görmeyeyim, Anladınız mı? Bir Daha ...''
Öğretmenler toplantısında;
Öğretmenler Ankara'da bir toplantı yapmışlar,
toplantıya iki üç bayan öğretmen de katılarak salonda ayrı bir yere oturmuşlardı.
Bayan öğretmenlerin toplantıya girmelerini hoş görmeyen Meclis'in sarıklıları
Gazi'ye şikâyete gidiyorlar. Gazi kızarak:
- "Kimmiş Öğretmenler Derneği Başkanı?
Çağırın onu!"
Ve Mazhar Müfit (Kansu) birkaç dakika sonra
içeri girince gürleyen bir sesle çıkışıyor:
- "Siz öğretmenler toplantısında ne
yapmışsınız? Ne ayıp şey bu!" Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi'den bu davranış
mı beklenirdi? Sarıklılar muzaffer bir tavırla gülüyor. Sarıklılar neşe içinde.
Gazi'nin sesi hep aynı tonda devam ediyor:
- "Olur şey değil, olur şey değil."
Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini
şaşırmış bir halde karşılık vermeye çalışıyor:
- "Efendim, vallahi ... "
- "Bırak, bırak ben hepsini biliyorum;
toplantıya bayan öğretmenleri de çağırdınız, fakat onları niye ayrı sıralara
oturttunuz? Sizin kendinize mi güveniniz yok, Türk kadınının erdemliliğine mi?
Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı? Bir daha ... "
Gülen sarıklılar inmelenmiş gibidirler.
Kaynak: İsmail Habib Sevük, Atatürk için.
Sayfa;182
-------------------------------------------------------------------------------
Hepsini
Sopayla Kovalarız
Cumhuriyetin ilanı
sıralarında Necmettin Sadak1 Gazi Mustafa Kemal Paşa’yla bir
röportaj yapmak üzere İzmir’e gitmiştir. Görüşlerini şöyle anlatmaktadır:
“Gazi’yle bir defa
üç, bir defa da dokuz saat görüştük. Ben ömrümde böyle adam görmedim ve iddia
ederim ki hiçbir memlekette böyle bir adam yoktur. Kendisine sorduğum
sorulardan biri şudur:
‘Mademki bu meclis
Cumhuriyeti ilan etmeye kendisini yetkili gördü. O halde bir başka meclis de
başka bir oylamayla Meşrutiyet ilan ederse ne yaparız?’
‘Olabilir. Fakat
hepsini sopa ile kovalarız’ dedi.”2
1 Necmettin Sadık Sadak, (1890-1953),
Milletvekili, Dışişleri Bakanı.
2 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar
ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 100-101
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet
Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
-------------------------------------------------------------------------------
Sultan
Ana
Gazi Mustafa Kemal
Paşa, İzmir zaferinden sonra ilk defa Adana’ya gelmişlerdi. Ayağının tozuna yüz
sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorlardı, o genç, alçak gönüllü
kurtarıcı, bu coşkun, kendinden geçmiş halkı selamlıya selamlıya Hükümet
Konağı’na geldiler, biraz sonra evlerine dönüyorlardı. Merdivenlerin yarısına
geldikleri zaman bir kucak sarıçiçekle bir köylü kadının nefes nefese,
sıçrarcasına merdivenleri çıktığını gördük. Gazi durdular, köylü kadın yanına
kadar çıktı. Tanımlanamayacak bir hayranlıkla O’nun gözlerine tutuldu ve bir
süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevgi
ve özlemle:
“Ah benim çakır
oğlum! Yolunu bir deli gibi bekledim. Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ
başını! O sarı altın saçlarını öpeyim… Bu benim adağım, umduğumu çok görme…”
Genç komutanın
yüzüne bir gönül rahatlığı ve neşe yayıldı, başını ona doğru eğdi. Köylü kadın
bu sarı başı bağrındaki sarıçiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da
sarı fulyaları ayağının altına sererek:
“Adağım yerini
buldu, koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin, her muradın yerine gelsin”
dedi. Bu köylü kadın bizim cephe arkadaşımız “Sultan Ana” idi.
(Ferit Celal Güven’den alınmıştır.)
Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 113-114
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet
Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
-------------------------------------------------------------------------------
Sivas
Kongresinde 4- 11 Eylül 1919
Kongrede manda sorunun görüşüldüğü sıralarda
Mustafa Kemal’in düzenlediği toplantıda:
“Hikmet Bey, sanki
birden bire ateş ve heyecan kesilmiş olarak, yüksek sesle: Paşam, delegesi
bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya İstiklal davamızı başarmak yolundaki
çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem… Eğer kabul edecek
olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun kesinlikle karşı koyar ve kınarız.
Olmayacak şey ama manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder; Mustafa
Kemal’i ‘Vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı’ olarak adlandırır ve
lanetleriz.” Diye bağırdı. Bu gencin yürekten gelen bu sözleri karşısında,
hazır bulunanlardan birçoğunun gözleri yaşarmıştı. Mustafa Kemal Paşa’da
heyecanlanmıştı. Coşkun bir sesle:
“Evlat, müsterih
ol. Gençlikle kıvanç duyuyor ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak
dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya
ölüm!”
Tıbbiyeli genç hemen
yerinden fırladı: ”Varol Paşam…” diyerek Mustafa Kemal’in elini öptü.
Tıbbiyenin askeri üniformasıyla kongreye katılan bu biricik gencin de Mustafa
Kemal alnından öptü.
“Gençler, vatanın
bütün umut ve geleceği size, genç kuşakların anlayış ve enerjisine
bağlanmıştır.” dedi.
Kazım Karabekir,
Gen.
Kaynak:
Atatürk’ten Anılar, Kemal Arıburnu, İnkılap Kitapevi 1998. ISBN: 975-10-1392-5.
Sayfa: 306-307, (İstiklal Harbimiz, Kazım Karabekir, 1959-1960, Sayfa:
176-177)
------------------------------------------------------------------------------
Cumhuriyet Devrinde Devlet Arması
Prof. Dr. Afet
İnan anlatıyor:
Atatürk’e bir gün,
renkli olarak çizilmiş, devlet arması için biçimler getirmişlerdi. Bunlarda
egemen olan öğe ya kurt başı ya da ay-yıldızdı. Ressamlarımızın bulduğu bu
armaların hiçbirini, Atatürk, kurduğu devletin Cumhuriyet arması olarak kabul
etmedi. Bu armalara, düşünerek defalarca baktı. Sonunda “Bunların hiçbiri
bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet
armasını, simgesel bir insan başı temsil etmeli” dedi. Bunun üzerine kendisiyle
birçok kez konuştum. Bu konuda bana yaptığı açıklama şöyleydi:
“Bu dünyada her
şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey
düşünemiyorum.”
Böylece o zaman,
Atatürk’ün onayından geçmiş bir Cumhuriyet devleti armamız yapılamadı. Çünkü,
anlattığım gibi, çizilen şekillerin hiçbiri, Atatürk tarafından kabul
edilmemişti. Düşünce adamı Atatürk, insan zekâ ve aklının hayranıydı. O, bu
zekâ ve akıl gücünden oluşan varlıkların, kurduğu ve yaşatacağı bir Türk
dünyasını güçlendirmek istemiştir.
Kaynak: Prof. Dr.
Afet İnan - Ulus Gazetesi 22 Ekim 1950
-----------------------------------------------------------------------------
Yenilseydik Sorumlu Ben Olacaktım
"Bir aralık
konu İstiklal Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dâhil her komutanın
hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, bir gün önce olmuş gibi
hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi.
Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat bu kadro
canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna
bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı,
hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı
coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine
canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk.
Anlatışlarını şöyle bağladı:
- İşte büyük zafer
böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır. Bu alçakgönüllülük şaheseriyle
konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı.
Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
- Ama yenilseydik
sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı. Bu belagat karşısında
gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise
maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım."
Ord. Prof. Dr.
Sadi Irmak
-------------------------------------------------------------------------------
İşte Cumhuriyetten Beklediğim Sonuç
Hulusi Köymen’den1 bir anı:
“Gazi Mudanya
yoluyla Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi tarafından etrafı
sarılmıştı. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Gazi’ye yaklaştığı görüldü. Zayıf
bir kadındı. Gazi’nin yolunu keserek, titrek bir sesle:
-‘Beni tanıdın mı
oğul?’ Dedi… Ben sizin Selanik’ten komşunuzdum. Bir oğlum var; Devlet Demir
Yollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz, fakat müdür dinlemedi.
Oğlumu işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.’
Gazi’nin çelik
bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek
sesle:
-‘Oğlunu almadılar
mı?’ Dedi.
-‘Ben talimat
verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş. Çok iyi yapmışlar. İşte
cumhuriyet böyle anlaşılacak.’
Kadın kalabalığın
içinde kaybolmuştu. Ve Gazi kendinden geçercesine dolu bir sesle:
-‘İşte
cumhuriyetten beklediğim sonuç’ diyordu.” (Uludağ, Kasım 1941)2
1 Ahmet Hulusi Köymen, (1891-1965), Hukukçu,
Milletvekili.
2 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976.s. 314
Kaynak: Atatürk ve
Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
------------------------------------------------------------------------------
Milletin Babasısın
Etimesgut köyü
kurulmuş ve buraya Rumeli göçmenleri yerleştirilmişti. Bir gün Gazi'yle özel
binanın bazı tesisatını incelemek üzere beraberlerinde bu köye varmıştık.
Köylüler, kadınlar büyük adamın etrafını aldılar, dert yandılar. Başlarında
yetmişlik bir nine kadın şöyle diyordu:
-"Paşa
efendi, alışkanlık bu ya: Köy evlerinin yanı başında davarını, öteberisini
koyacak bir yer lazımdır. Harman yerleri biraz uzak da olsa zarar etmez. Yer de
yok değil, Allah bol arazi vermiş şükür. Emret de, bu yerleri bize
ayırsınlar."
Gazi, gereken
emirleri ilgililere verdi ve bu koca ninenin yanına yaklaştı. Kalın bir yemeni
ile örtülü saçlarını ve yüzünü okşadı ve:
-"Güzel nine,
nurlu yüzünü aç da güneş ışık alsın. Hem bu, kalın örtü sağlıklı
değildir."
İhtiyar köylü
kadın, yüzünü ve saçlarını örten kalın bezi çıkardı:
-"Milletin
babasısın, sana haram olmaz. Gel ben de senin güzel yüzünü öpeyim" diyerek
Atatürk'ü öptü, ağladı ve bizleri de ağlattı.
Kaynak: Atatürk'ün
Hususi Hayatı, Asaf İlbay, Tan Gazetesi, 08.06.1940
Basımevi, Ankara,
1969. Sayfa:44
Kaynak:
Atatürk'ten Anılar, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 1978. Sayfa. 18-19
------------------------------------------------------------------------------
Geçen gün internette bilmediğim bir anısını okudum. Kendisi anlatmış: “Ankara’da Samanpazarı yoluyla Ulus’a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı’nda bulunan üç beş dükkândan birisi Ali Efendi isimli bir kitapçıya aitti. Kitapçı dükkânının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu... Bu çok nefis halı Mustafa Kemal’in dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. Kitapçı, Ata’yı görünce “Buyrun Paşam!” diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını söyledi... Ali Efendi, “Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar” dedi.
Paşa bu halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler. Kitapçı ezile büzüle, “Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim” dedi... Paşa daha da çok merak edip: “Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz” dediler. Kitapçı: “Paşam 40 lira istemişlerdi” deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Fakat Paşa ısrar edince kitapçı istemeyerek ve sıkılarak “Abdülhalim Çelebi Hazretleri’nin, Paşam” dedi... Abdülhalim Efendi, Mevlânâ sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü-sözü doğru bir kişiydi... Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkâna 40 lira bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım, halıyı aldım...
Atatürk “Abdülhalim Efendi, halısını satacak kadar parasız kalıyor; ama kapısını kimseye kapamıyor” diyerek üzülmüştü. Kitapçıya: “Halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi’nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz” dediler.
Aynı akşam Abdülhalim Efendi’nin evine gittik. Eve girdiğimizde baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu... Abdülhalim Efendi: “Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım” dedi. Atatürk de: “Abdülhalim Efendi, halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz” diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak: “Paşam” dedi, “Eğer müsaadeniz olursa halıyı...” derken Atatürk sözünü keserek mütebessim: “Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz” diyerek veda edip ayrıldılar... Tarihten Mustafa Kemal’den duygusallığından alicenaplığından bir kesit!
Halı Müzede
Abdülhalim Çelebi Efendi o halıyı, Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiş... O şimdi oradadır.”
NOT: Ana tarafından Mevlevi’yiz ve Abdülhalim Çelebi’nin oğlu rahmetli Bakır Çelebi hısımlarımız...
Kaynak: Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Oğlu Altemur Kılıç - http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=11228
(Yüklediğimiz dosyalar PDF formatındadır. Eğer Bilgisayarlarınızda PDF okuyucu yüklü değilse buradan PDF Reader (Okuyucu) Programını İndirebilirsiniz: http://www.gezginler.net/indir/v/638/)
Bir Macar Çocuğun Anılarında Atatürk (Doç. Dr. Melek Çolak): http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CCEQFjAA&url=http%3A%2F%2Fakademik.mu.edu.tr%2Fdata%2F06020000%2Fresim%2Ffile%2F00-12%2520melek%2520%25C3%2583%25C2%25A7olak.pdf&ei=mv-gUOX4D_OT0QWbyYG4BQ&usg=AFQjCNFiQl39anB-vBnuotcGyDRrwJ7t3Q&sig2=PKc2dXBpNXKBDacXEQg0Iw
------------------------------------------------------------------------------
Tarihten Bir Kesit
Kurtuluş
savaşında Mustafa Kemal’in emir subayı, Onunla birlikte Samsun’a çıkanlardan
Muzaffer (Kılıç), tam Kan Abaza idi. Babamla kardeş çocuğu, yanında büyüdüğüm, bana
Türk milliyetçiliğini aşılayan amcamdı... Mustafa Kemal’i canıyla korumuş, dik
kafalı, sözünü esirgemeyen bir adamdı. Mustafa Kemal ona “Deli Çerkez” dermiş.Geçen gün internette bilmediğim bir anısını okudum. Kendisi anlatmış: “Ankara’da Samanpazarı yoluyla Ulus’a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı’nda bulunan üç beş dükkândan birisi Ali Efendi isimli bir kitapçıya aitti. Kitapçı dükkânının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu... Bu çok nefis halı Mustafa Kemal’in dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. Kitapçı, Ata’yı görünce “Buyrun Paşam!” diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını söyledi... Ali Efendi, “Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar” dedi.
Paşa bu halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler. Kitapçı ezile büzüle, “Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim” dedi... Paşa daha da çok merak edip: “Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz” dediler. Kitapçı: “Paşam 40 lira istemişlerdi” deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Fakat Paşa ısrar edince kitapçı istemeyerek ve sıkılarak “Abdülhalim Çelebi Hazretleri’nin, Paşam” dedi... Abdülhalim Efendi, Mevlânâ sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü-sözü doğru bir kişiydi... Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkâna 40 lira bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım, halıyı aldım...
Atatürk “Abdülhalim Efendi, halısını satacak kadar parasız kalıyor; ama kapısını kimseye kapamıyor” diyerek üzülmüştü. Kitapçıya: “Halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi’nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz” dediler.
Aynı akşam Abdülhalim Efendi’nin evine gittik. Eve girdiğimizde baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu... Abdülhalim Efendi: “Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım” dedi. Atatürk de: “Abdülhalim Efendi, halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz” diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak: “Paşam” dedi, “Eğer müsaadeniz olursa halıyı...” derken Atatürk sözünü keserek mütebessim: “Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz” diyerek veda edip ayrıldılar... Tarihten Mustafa Kemal’den duygusallığından alicenaplığından bir kesit!
Halı Müzede
Abdülhalim Çelebi Efendi o halıyı, Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiş... O şimdi oradadır.”
NOT: Ana tarafından Mevlevi’yiz ve Abdülhalim Çelebi’nin oğlu rahmetli Bakır Çelebi hısımlarımız...
Kaynak: Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Oğlu Altemur Kılıç - http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=11228
------------------------------------------------------------------------------
Nuri Conker'in Doğum Günü
"Atatürk arkadaşlarıyla şakalaşmayı severdi. Bir gün Atatürk’ün yanındayken rahmetli Nuri Conker’e bir telgraf gelmişti. Conker yazıyı okudu ve gülümsedi. Atatürk:
-Hayrola iyi haber mi?
-İyi, Paşam.
-E söyle, biz de sevinelim.
-Bugün benim doğum yıldönümüm de, çocuklar ‘tebrik’ ediyorlar.
-Yaa! Çocukların her yıl bu saygısızlığı yaparlar mı?
-Nasıl saygısızlık, Paşam?
-Nasıl olacak! Yani her yıl bir yaş daha kocadığını yüzüne vururlar mı?!
Atatürk’ün bu son sorusu üzerine Conker sanki büyük bir gafletten uyanmış gibi ortalığa doğru şöyle söyledi:
-Sahi yahu! Ben şimdiye kadar işin farkına varmamıştım! Vay külhaniler vay!
Gülüştüler."
Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 28-29
Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 28-29
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
------------------------------------------------------------------------------(Yüklediğimiz dosyalar PDF formatındadır. Eğer Bilgisayarlarınızda PDF okuyucu yüklü değilse buradan PDF Reader (Okuyucu) Programını İndirebilirsiniz: http://www.gezginler.net/indir/v/638/)
Bir Macar Çocuğun Anılarında Atatürk (Doç. Dr. Melek Çolak): http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CCEQFjAA&url=http%3A%2F%2Fakademik.mu.edu.tr%2Fdata%2F06020000%2Fresim%2Ffile%2F00-12%2520melek%2520%25C3%2583%25C2%25A7olak.pdf&ei=mv-gUOX4D_OT0QWbyYG4BQ&usg=AFQjCNFiQl39anB-vBnuotcGyDRrwJ7t3Q&sig2=PKc2dXBpNXKBDacXEQg0Iw