Askerlik Bilimi ve Atatürk

Türkler, dünyada ilk uygarlığı kuran bir ulus olmanın yanında askeri alandaki üstün başarılarıyla da tanınan bir ulustur. İşte, bu ulusun 20. Y.Y. tarihindeki şanlı son çocuğu, büyüdü; ülkeyi kurtarma yükümlülüğünü halkıyla beraber üstlendi ve başarıya ulaştı. Bu çalışmamızda, Atatürk'ümüzün askeri dehasını ve yeteneklerini dönemin sosyo-politik ve ekonomik görüşleriyle beraber nasıl birleştirerek kullandığını ana hatlarıyla öğreneceğiz. Ayrıca, gerekli gördüğümüz fakat askerlik bilimi ile ilgili olmayan olayları, konuları ve bazı önemli kişilerin bilinmeyen yönlerini de anlatacağız. ("Kaynaklar ve Belgeler" Bölümü İçerisinde Yararlandığımız Bütün Kaynakları ve Belgeleri Yayınladık)

Askerlik Bilimi ve Stratejisi Açısından ATATÜRK
·        Atatürk’ün İlk Askeri Eğitimi
Atatürk, 1893’de kendi isteğiyle Selanik Askeri Rüştiye’sine girdi; parlak bir sınav vermişti. Askeri rüştiye ile sivil ortaokullar arasında ders programı bakımından hiçbir ayrılık yoktu. Buradaki öğretmenler askerdi ve yönetim onların elindeydi. Okulda, sert bir disiplin vardı. Askeri eğitim de daha çok biçimseldi: okulda askerce sıralar oluşturmak, nizama uymak, selam vermek ve askerce düşünüp askerce yanıtlar vermek öğretilirdi.

Atatürk, Selanik Askeri Rüştiye’sini bitirdikten sonra 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdadisi’nde okudu. Askeri İdadisini birincilikle bitirdikten sonra 14 Mart 1899’da İstanbul’da Kara Harp Okulu’na girdi. Üç yıllık bir eğitimden sonra da 1901 yılında Harp Okulu’nu sekizinci olarak bitirdi. O zamanki usullere göre, Harp Okulu’nu dereceyle bitirenler erkân-ı harbiye  (kurmay) aday sınıflarına ayrılırdı. Atatürk de bunlar arasındaydı. Aralık 1904’de Harp Akademisi’ni beşincilikle bitirdi.([1])

Rahmetli Tümgeneral Muzaffer Özsoy’un değerlendirmesiyle: “Bir subay için kıta, potadır. Orada eğitilir, orada yetişir ve orada dövüle dövüle çelikleşir. Mustafa Kemal’in komuta yetenekleri çeşitli kıta ve karargâhlarda bizzat yaşadığı deneylerle gelişti. O, kararlarında şaşmayan, matematiksel değerlendirme yeteneğine sahip bir kişi oldu.([2])

·        Atatürk’ün Askerlikte Geçtiği Basamaklar
Trablusgarp Savaşı, çok zayıf Osmanlı birliklerinin, hiçbir destek almadan, Tobruk ve Derne çevresinde üstün İtalyan kuvvetlerine karşı taktik çaptaki harekâtını kapsar.([3]) Burada Atatürk, Ethem Paşa’nın kurmayı olarak görev almış ve rütbesi binbaşılığa yükselmiştir. Balkan Savaşı’nda da bir kurmay ve plancı olarak bulunmaktadır. Etkin olarak o ana kadar hiçbir birliğe komuta etmemiştir. Buna rağmen düşünceleri ve kurmay olarak önerileri, son derece ilgi çekicidir. Örneğin; Tobruk’taki İtalyan ileri mevzilerine 24 Aralık 1911’de yapılan saldırının planları, Atatürk tarafından hazırlanmış ve Ethem Paşa’ya kabul ettirilmiştir. Bu saldırı, güçlendirilmiş bir alan üstünde yerleşmiş güçlü bir düşmana karşı yapılmıştır. Baskın niteliğinde olan ve İtalyan ileri mevzilerini hedef alan bu saldırının yapılış biçimi ve son derece zayıf birliklerin, ağır taktik koşullar altında hareket halinde tutabilmesi dikkat çekicidir. Baskınla İtalyan ileri askeri birlikleri yok edilmiş ve yardıma gelen bir İtalyan taburu da gerilere atılmıştır.([4])

Atatürk, bir süre sonra Bolayır Kolordusunun Kurmay Başkanı oldu. Bulgarlar, Yunanlılar ve Sırplar arasında İkinci Balkan Savaşı başlayınca ordu, Edirne yönünde harekete geçti. Ordunun bu hareketi, Bolayır’daki tertip edilmiş kolordunun Keşan üstünden Edirne yönündeki hareketiyle birleşerek Edirne kurtarıldı.

Atatürk’ün Bolayır’daki incelemeleri, kendisine Gelibolu ve Bolayır ölçüsünün önemini göstermiştir: “Burası, İstanbul – Akdeniz yolunun gözaltında bulunması ve hem de Çatalca karşısındaki Bulgar güçlerinin gerisinin vurulması bakımından stratejik değeri büyük bir kesimdir. Bu düşünce ve görüşler, genel karargâh tarafından benimsenmiş, Akdeniz Boğazı Mürettep Güçleri ve Bolayır Kolordusu bölgede görevlendirilmişti. Atatürk, Bolayır Mürettep Kolordusunda bir yıl kaldıktan sonra 1913’de Sofya Ataşemiliterliği’ne atanmış, Ekim sonlarında da göreve başlamıştır.

1914’de Yunanlılara karşı Bulgarlar ile bir askeri anlaşmaya girişme çalışmalarında, Atatürk önemli roller üstlenmiştir. Bu durum, o zamanki Bulgar Ulusal Savunma Bakanı General Kleman Boyaciyef’in Atatürk’e gönderdiği 15 Mart 1922 tarihli mektubunda açıkça anlatılmaktadır:

“Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Ekselans, 1914 yılında, Yunanlılara karşı Türkiye ile Bulgaristan arasında bir askeri antlaşma yapmak üzere Sofya’ya geldiğiniz zaman, siyasî ve askerî bakımdan pek önemli olan ve o anda aramızda doğan dostluğu ümit ederim ki hatırlarsınız.

O vakit bendeniz Harbiye Nazırı bulunuyordum. Siz ve Bulgar Genel Kurmay Başkanı sözleşmenin metnini düzenlemekle meşgul bulunuyordunuz. Hatta bazı noktalarda sizinle Genel Kurmay Başkanı arasında çıkan anlaşmazlığı gidermek için birçok defalar görüşmelerinize katılmak fırsatını bulmuştum. Hatırlıyorum ki, muhtelif tasarılarda yüksek şahsınızı tutuyordum. Çünkü askerî teknikteki bilginiz ve tam dehanız sayesinde, kıtalarımızın ortak harekâtı için gereken prensipleri Ekselansınız daha iyi takdir buyuruyordunuz. Size verilen görevleri başarı ile bitirerek İstanbul’a hareketiniz sırasında yüksek şahsınıza gönderdiğim bir mektupla, hakkınızda en iyi dileklerimi ulaştırmakla birlikte, vatanınızın gelecekteki kaderinde parlak bir yer tutmanız ümidimi de açıklamıştım.

Bütün dünyanın gözlerinin Ekselanslarına yöneldiği ve bütün İslâm dünyası, pek büyük ve şaşırtıcı olan kahramanca mücadelelerinizi kutladığı ve takdir ettiği bu sırada, dileklerimin gerçekleştiğini görmekle pek çok sevindim ve heyecanlandım. Başarılarınızdan dolayı Ekselansınızı candan kutlarım ve kutsal davanızda kesin sonucu almanız, düşmanlarınızı yok etmeniz yolunda Ulu Tanrı‘nın yardımcı olmasını bir defa daha dilemekteyim. Bu zafer dakikası, muhakkak gelecek ve beklediğimizden daha çabuk erişecektir. Bu bakımdan size yararlı olabilmekle ne kadar mutlu olacağımı ve ortak düşmanımızın gelecekteki yenilgisinde hazır bulunmayı ne kadar istediğimi belki düşünemez ve anlayamazsınız. Siyasi inançlarımdan dolayı, hükümetim tarafından, hakkımda yüce divan önünde takibat yapılmakta bulunulduğundan Avusturya’da Baden şehrine sığınmak zorunda kaldım. Siyasi olayları burada izliyorum. Elde edeceğiniz başarılar sayesinde zulüm görmüş bütün ulusların zorla alınmış haklarının geri verileceği zamanın geleceğini ümit ediyorum. Galibiyet tacıyla taçlanacak olan kahraman ordunuz, böylece yalnız vatanınıza değil, ortak düşmanlarımızın her gün artan zulümleri altında inlemekte olan bütün Doğu’ya, barış ve kurtuluş nimetlerini geri vermiş ve temin etmiş olacaktır.([5])

Bu mektup, Atatürk’ün Bulgar Harbiye Nazırı üstünde yaptığı büyük etkiyi ve o zaman işbaşında bulunan Bulgar siyasal ve askeri yönetiminin, onun yönlendirmeleri doğrultusunda anlaşmaya yanaştığını göstermektedir.

·        Birinci Dünya Savaşı: Atatürk’ün Savaş karşısındaki Düşünceleri ve Katkıları
Emperyalist devletler, Türk topraklarını hızlı bir şekilde paylaşıma girişmişlerdi. Ülkede, orduyu kalkındırma çabalarından ve bununla ilgili iyileştirme kurulunun işbaşına getirilmesinden beri henüz bir yıl geçmiş; ardından da Birinci Dünya Savaşı patlamıştır. Daha önce Türkiye, ayaklanmalar, Türk-İtalyan ve Balkan Savaşlarıyla altı yıl kadar zorlu bir uğraş dönemi geçirmişti. Bunların hemen ardından Türkiye’nin genel bir savaşın içinde kendisini hazırlıksız bulması, geleceği bakımından son derece tehlikeliydi. Bu nedenle de, Osmanlı devletinin politik ve askeri varlığı, ittifak içinde büyük bir savaşın kuşkulu sonuçlarına bırakılamazdı. Ama bırakıldı; 2 Ağustos 1914’de Almanya ile savunucu ve saldırgan bir anlaşma yapıldı. Anlaşmayı hükümette ancak dört kişi biliyordu. Bu sırada Marn Savaşı kaybedilmişti. Alman politikası Balkanlar’da ve Doğu’da yeni müttefikler arıyordu. Buradan müttefiklik kavramı Almanlar açısından şuydu; kendilerine ateşe atlayacak, askeri destek verecek ve kendi yüklerini hafifletecek devletler arıyordu.

Atatürk ise, gerçekçi bir görüşle savaşa girilmesine taraftar değildi. Atatürk’e göre savaş, savunma savaşı değilse bir cinayetti.([6]) Atatürk’ün benimsediğimiz diğer bir başka görüşlerinden bir bölümü de sömürgecilik, zulüm ve buna benzer hareketler insanlığa yakışmayan davranışlardı. İlerleyen yıllarda Atatürk, kapitalizmi ve onun çocuğu emperyalizmi düşman ilan edecekti.([7]) Atatürk’ün, Falih Rıfkı Atay’a ve Mahmut Soydan’a anlattığı hayatına dair anılarında Birinci Dünya Savaşı ile ilgili görüşleri şöyleydi:

“Ben, Birinci Dünya Savaşı’nın müttefiklerimiz için iyi bir sonuç vereceğine güvenmiyordum. Fakat savaş başladıktan sonra bulunduğum cephelerde savaşı başarıya ulaştırmaya çalıştım. Öteki cephelerde ise, sanki tersine bir yarışma vardı.
Başkomutan vekili Enver Paşa Sarıkamış’ta bir ordu yok etmişti (90.000 Türk askeri savaşamadan öldü). O ve arkadaşları ordunun yabancı komutanların eline bırakılması ile Türk Ulusunu uygunsuz duruma sokmuşlardı. Ordunun kayıtsız şartsız, bütün sırları ile Alman asker kuruluna verilmesi ve yönetimine bırakılmasından çok üzgündüm. Bu açıdan Alman asker kurulunu eleştirmek yerine asıl eleştiriye layık olanların bizim devlet reisimiz ve devlet adamlarımız olduğunu düşünüyordum. Bu durumu öğrendiğim zaman, sesimin erişebileceği makamlara kadar itirazlarda bulunmayı kendime görev saymıştım. İtirazlarıma kimse cevap vermedi. Büyük bir hata içinde bulunduklarını söylemeye devam ettim...”([8])-([9])-([10])

·        Mustafa Kemal Çanakkale’de
Atatürk, Aralık 1914’de dönemin başkomutan vekili Enver Paşa’ya bir mektup yolladı:
“Yurdun savunmasına ait etkin görevlerden daha önemli ve ulu bir görev olamaz. Arkadaşlarım savaş cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben, Sofya’da Ataşemiliterlik yapamam! Eğer birinci sınıf subay olma yeterliliğinden yoksunsam, düşünceniz bu ise, lütfen açıkça söyleyiniz!”([11])

Bu mektuptan sonra Atatürk, var olmayan 19. Tümenin başına getirildi. Atatürk, süratle var olmayan tümenini Tekirdağ’da kurdu. Sonra bu tümen, Çanakkale’de Liman Von Sanders’in komutasındaki 5. Ordunun kurulmasıyla yedek ordu olarak Maydos bölgesine konumlandırıldı.

Yarımadanın nasıl bir ana düşünce içinde savunulacağı ve buna göre alınacak önlemlerin neler olacağı konusunda Türk ve Alman komutanlar arasında temelde büyük görüş ayrılıkları vardı. Mareşal L. V. Sanders, kıyının gözetmeyle tutulmasını; asıl çıkarmadan sonra gerilerde tutulacak yedeklerin karşı saldırısıyla düşmanın yok edilmesini istiyordu. Atatürk ise; bu görüşe karşıydı. Kendisi Bolayır’da Mürettep Kuvvetler Komutanlığı Hareket Şubesi müdürüyken bu durumu incelemiş, düşmanın Seddülbahir ve Kocatepe kıyılarına asker çıkarmasını olanaklı, bu kıyı parçalarının düşman çıkarmasına kıyıda engel olacak gibi savunulmasını gerekli görmüştü.([12])

31 Mart 1915 günü Mareşal Sanders, 3. Kolordu komutanı Esat’la Eceabat’a gelerek bölgede bir inceleme yaptıktan sonra Çanakkale Savaşı’nın geleceğini tehlikeye sokacak kararlar almıştı:

·         9. Tümen, büyük bölümüyle kıyıdan geriye alınmış, kıyı zayıf güçlerin gözetlemesine bırakılmıştı.
·         19. Tümen, Maydos’ta yedek ordu olacaktı. Bu tümen, ordu emri olmadan kullanılmayacaktı.
·         Saroz ve Anadolu kıyılarında ikişer tümen bulundurulacaktı. Böylece, çok önemli olan çıkarmanın beklendiği yarım güneyinde sadece bir tümen, 9. Tümen bırakılmıştı.([13])


·        Çıkarma (Birinci Aşama)
25 Nisan 1915 sabahı müttefik çıkartması başladı. Buna göre, 8. Kolordu, Seddülbahir (yarımadanın ucuna), Anzak Kolordusu da Arıburnu kıyılarına çıkarma yapıyordu. Anadolu kıyılarına, buradaki tümenleri bağlamak amacıyla destekleyici bir Fransız alayı çıkartılmış; Saroz ve Beşika kıyılarına da gösteriş (sahte) saldırılar yapılmıştı. Bu durumda Mareşal Sanders, eski görüşlerinin etkisi altında henüz bir karara varamamıştı. O, Saroz ve Anadolu kıyıları üstündeki aldatma hareketlerine takılıp kalmış; yedek orduları zamanında harekete geçirememişti. Oysa Kumkale’ye çıkarılan takviyeli Fransız alayı geriye çekilmiş ve Saroz ağzına yapılan gösteri hareketleri çok kısa sürmüştü.

Çıkarma, Atatürk’ün değerlendirmelerine tıpa tıp uyuyordu. 25 Nisan sabahı saat 05.00’e kadar, Arıburnu’na 4000 kişi çıkmıştı.([14]) Burada bir Türk bölüğü bulunuyordu; taburun öteki bölükleri de yanlarda kıyı şeridinde dağılmışlardı. Arıburnu’nu tutan taburun bağlı olduğu 27. Piyade alayı Maydos’taydı. Alay, Arıburnu’ndaki taburu destekleme amacıyla harekete geçmişti. Atatürk’ün tümeni ise, Maydos – Bigalı çevresinde hala yedek ordu olarak duruyordu. Durum, son derece sıkıntılıydı. Conkbayırı ve Kocaçimen’in düşmanın eline düşmesi, Çanakkale Savaşı’nın geleceğini belirleyecekti. Artık, sorumlulukları yüklenebilen, bilgili ve atak bir yöneticiye gerek vardı.

Atatürk, bir süvari ve bir dağ bataryasıyla destekli 57. Alay’ını Kocaçimen – Conkbayırı yönünde harekete geçirdi. Bu alayın, baskın biçimindeki saldırısı, 27. Alay ile desteklenerek, düşman perişan halde kıyıya atıldı. 19. Tümen’in öteki iki alayı da, Atatürk’ün emriyle güneyden hızla kıyı başının güney kanadına sürülmüştü. Cephe ve yanlardan yapılan şiddetli saldırılarla düşman sersemletilmiş ve kıyıya yakın sırtlarda birkaç düşman bölüğü ancak kalabilmişti. Bu arada, önemli bir düşman grubu da, kıyıya yapıştırılarak büyük bir tehlike içinde bırakılmıştı. Düşmanın, Seddülbahir çıkarması da, 26. Piyade alayı 1. Taburun kendisinden on kat daha fazla güçlü olan güçlere karşı yaklaşık, 24 saat dayanması sayesinde çıkarma, derin boyutlar almadan önlenmişti. Bu tabur, hafifçe geriye alınarak 25. Ve 26. Alaylarla desteklendi. General Esat da Gelibolu’dan gelerek Arıburnu ve Seddülbahir cephelerinin komutasını aldı. Liman Von Sanders’in hatasını güçlükle de olsa kapatan Türk ordusu ve Atatürk, Çanakkale Savaşı’nın geleceğini değiştirmişti.([15]) Ne kadar üzücüdür ki; düşmanı geri püskürtmek için Atatürk’ün size ölmeyi emrediyorum dediği 57. Alayımız kendini feda etti. Sadece 57. Alay değil, vatanları uğrunda canlarını feda eden nice dedelerimiz, ninelerimiz, vatan topraklarını kanlarıyla suladılar; ruhları şad olsun.

Atatürk, 28 Mart 1918’de -ve birkaç gün süren- Ruşen Eşref’e emperyalistlerin ilk çıkarmasına karşı gerçekleşen olayları anlatmıştır. Fakat çıkarma günü 12 Nisan diye kaydedilmiştir. Ruşen Eşref’in görüşmesi ve yazdığı olayların doğruluğu ispatlandığından dolayı bu konu üzerinde durmadık. Ancak, 12 Nisan tarihlendirmesi büyük olasılıkla, Ruşen Eşref’in yanlış yazımından dolayı böyle belgelere geçmiştir. Ayrıca, konuşmaların tamamını buraya koymuyoruz. Belgeler elimizdedir; tam detaylı okumanız açısından sizin araştırmacı ruhunuza güveniyoruz; bizden istediğiniz belgeyi alabilirsiniz. Ve birkaç bölümü anlatıyoruz:
“…Bu esnada Conkbayırı'nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözlemleme ve sağlama göreviyle oralarda bulunan bir müfreze askerlerinin Conkbayırı'na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu karşılıklı konuşmayı aynen okuyacağım! Bizzat bu askerlerin önüne çıkarak:
- Niçin kaçıyorsunuz? Dedim.
- Efendim düşman! Dediler.
- Nerede?
- İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemali serbestiyle ileriye doğru yürüyordu.
Şimdi durumu düşünün: Ben güçlerimi bırakmıştım, askerler on dakika dinlensin diye. Düşman da bu tepeye
gelmiş... Demek ki; düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse
güçlerim pek kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir mantıklı sorgulama mıdır, yoksa
olağan durumun hareketiyle midir, bilmiyorum.
Kaçan askerlere:
- Düşmandan kaçılmaz dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa süngünüz var dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım…” Başka bir bölümden alıntı yaparsak: “…57'nci alay,
verdiğim emir üzerine şiddetle uyuyordu. 27'nci alay kumandanından emrimin alınıp alınmadığına dair bir haber
gelmedi. Bununla beraber gerek bizzat benim, gerek yanımdaki subaylardan gözetleme için ileri
gönderdiklerimin neticesinde bu alayın da saldırmakta ve ilerlemekte olduğunu anladım.
- Pekiyi Paşa Hazretleri, böyle bu kadar şiddetle atılan düşmanı bu kadar hızlı bir geri çekilmeye zorlayan
etkenler nedir?
- Evet, bu soruyu sormakta hakkınız var. Açıklayayım: Şimdi saat on bir buçuktan sonra durum bence şu idi:

               Düşmanın karaya çıkmış olan gücü, sekiz taburdan fazlaydı. Şimdi bu sekiz taburluk güç, kendisiyle
uygun olmayan gayet geniş bir cephe üzerinde 261’e kadar kuzeyden ve Kemalyeri'nin bulunduğu sırtların batı
yamaçlarına kadar doğudan ilerleyebilmişti. Fakat bu uzun cephe hattı, zorlu birtakım derelerle kesik bulunuyordu.
Bu sebeple düşman kendi cephesinin hemen her noktasında zayıftı. Conkbayırı kuzeyinde konuşlandırılan 19.
fırkanın seri dağ bataryası Arıburnu çıkarma noktasını ateş altına aldığı için düşmanın çıkarmaya devam ettiği
kıtanın çıkarması, hem güçlüğe hem de gecikmeye uğradı. 57'nci alayın Conkbayırı ve Suyatağı hattından 261
istikametinde ve dar cephe ile yoğun olarak düşmanın pek nazik ve önemli olan sol koluna yüklenmesi, iki
taburdan oluşan 27'nci alayın da Merkeztepe yönünde geniş cephe ile düşmana atılması, düşmanı geri çekilmeye
zorlamıştır.
Fakat bence bu taktiksel durumdan daha önemli olan bir etken vardır ki; o da, herkes öldürmek ve ölmek için
düşmana atılmıştı.

               Bu öyle sıradan bir saldırı değil, herkesin başarılı olmak veya ölmek azmiyle harekete istekli olduğu bir
saldırıdır. Hatta ben, kumandanlara sözle verdiğim emirlere şunu ilave etmişimdir:
               Size ben saldırmayı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında
yerimize başka güçler ve kumandanlar gelebilir...”([16])-([17])
              
               Çanakkale Savaşı’nı hangi koşullar üstünde yapıldığını anlamak için yine Atatürk’ün Ruşen Eşref’e
anlattığı 3 Ağustos 1915’deki bir olayı okuyalım:
              
               “…Kireçtepe çarpışma meydanında yeterli ölçüde güçlerin hızlı toplanması gerekliliği belirmişti. Onun
için yararlanması olanaklı birlikleri çağırmak amacıyla öğleye kadar 12 tabur topladık. Toplanan güçler sürekli
savaş alanına yürüyorlardı. En sonunda, ordumdan gerekli olanlarla beraber bizzat ben de savaş alanına yaklaşmak
gereğini duydum. Bulunduğum yerden savaş alanına giden tek bir yol vardı. Bu yol, kesintisiz sahil yakınından
geçiyor, düşmanın sahile yaklaşmış olan iki torpidosu tarafından durmadan ateş altında tutuluyordu. Bu sebeple
ileri hareket eden bütün askeri birliklerin durmuş olduğunu gördüm. Attan indim, kolun başına ve zorunlu durma
noktasına geldim. Doğrusu oradan ileri geçmek ölümle kesinlikle karşı karşıya gelmek demektir. Hâlbuki bugün
bu askeri birliklerin ileri geçmesi gerekirdi. Öncelikle ben yalnız olarak koşar adımla geçtim. Arkamdan ve
birbirinden aralıklarla ordu komutanı ve yardımcılarım geçtiler. Ondan sonra, toplanmış birlik komutanlarına
‘geçeceksiniz’ dedim. Parça parça koşmak suretiyle istenilen birlikler geçirildi.     
               Bu savaşın sonucunda düşman hareketi etkisizleştirildi; öncekinden daha egemen bir durum alındı.
              
               Yaver Cevat Bey, o gün arkadaşlarına o tehlike içinde hizmet veren bir askeri anlattı; Kimsenin geçemediği
ateşin içinden bütün dikkati ve inancıyla yürüyerek ilerdeki arkadaşlarına yiyecek ve güç taşıyan o özverili genci Paşa,
yaverinin göğsündeki nişanla hemen orada ödüllendirmiş…”([18])
              
               Birinci aşamayı bitirmeden önce 27 ve 28 Temmuz günlerinde gerçekleşen olaylara değinirsek; Atatürk
hızlı hareket edebilmek, düşmanı yenmek için kendisini düşman ateşinin altına atmaktan çekinmemiş; hızlı ve uslu
(akıllı) kararları sonucunda düşmanı yine yenmiştir. Fakat yaptığı saldırıları Ruşen Eşref’e anlatırken göğsüne
isabet eden şarapnel parçasını anlatmaktan kaçınmış; bunun üzerine Atatürk’ün yardımcısı Abbas Gürer, bu olayı
Ruşen Eşref’e anlatmıştır. Kısa bir bölümü sizlerle paylaşıyoruz; geri kalanını da sizin araştırmacı ruhunuza
bırakıyoruz:
              
               “…Yüzbaşı Cevat Abbas Gürer Bey, paşanın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:
- Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa'nın göğsünü okşamıştır! Dedi.
- Nasıl? Dedim.
Paşa tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzlar şıkırtı yaparak, göğsünün sol tarafındaki
nişan kurdeleleri sırası ve ipek kordonu kabarıklığıyla şöyle anlatıyordu:
- Bulunduğumuz yer bütünüyle saldırıların arasıydı. Paşa da ilerleyen birliklerimizi seyrederken göğsüne bir şeyin
gayet güçle çarptığını duymuştur.
- Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan subay Nuri Conker Bey: ‘efendim,
vuruldunuz’ dedi. Ben böyle bir söz duyulursa askerimizin manevi gücünün üzerinde yapacağı etkiyi düşündüm.
Elimle subayın ağzını kapadım.
‘Sus’ dedim...”([19])

·         İkinci Aşama
6-7 Ağustos (1915) çıkarmalarının sonucunda General Hamilton’un sade planıyla Arıburnu kuzeyinden saldırılarak,
Türk kuzey grubu kuşatılacak ve Maydos yönünde her iki grubun gerisi kesilecekti. Böylece, dört taburlu ve dört
bataryalı İngiliz kolordusu bir müfreze üstüne yüklenecekti. Türk yedekleri, 50 km uzaklıkta Saroz ve Anadolu kıyılarında
bulundukları için bunların karışması ya gecikecek ya da hiç olmayacaktı. İngiliz planı böyleyken yeni bir saldırıya karşı
Mareşal Sanders, 25 Nisan çıkartmasındaki hatasından ders çıkartmamış bir şekilde yine Türk ordusunun geleceğini
ilgilendiren hatalarına devam ediyordu:
- Güney grubu, iki kolordu Seddülbahir cephesinde
- Kuzey grubu, üç tümenli Arıburnu cephesinde. Her iki grup da düşmanla mevzi çarpışmaları yapıyordu.
- Saroz grubu, üç tümenli Saroz kıyılarında
- Asya grubu, üç tümenli Kumkale – Yeniköy – Beşika bölgesinde yerleştirilmişti.
Bu duruma göre, Sanders yine Saroz ve Anadolu kıyılarına gereğinden fazla güç yerleştirmişti. Buna karşın Arıburnu kesiti
bir müfrezeyle, kuzey ve güney grupları arasındaki boşluk da bir tümenle örtülmüştü.
              
               6/7 Ağustos gecesinden itibaren çıkarma başladı. Bölgenin kayalık ve geçilmesi güç olması, İngiliz
komutanlarının yeteneksizliği, özellikle buradaki Türk birliklerinin olağanüstü kahramanlığı, planın hızla uygulanmasını
engelledi. Saldırının ağırlık merkezi, yine Kocaçimen ve Conkbayırı tepeleriydi. Atatürk, cephesindeki ağır baskıya
rağmen elindeki küçük yedeği Conkbayırı’na gönderdi. Daha sonra da yetişen güçlerle düşman bu iki tepenin
yamaçlarında tutuldu. 8 Ağustos akşamına kadar, 7. Ve 12. Tümenler olan Saroz grubu, Anafartalar doğusundaki
tepelere, çıkartmadan 1-2 gün sonra yanaşmıştı. Bu grubun komutası Atatürk’e verildi. 8 Ağustos’ta Conkbayırı’nı tutan
İngilizler, 9 Ağustos günü de Anafartalar bölgesinde saldırıya başladı. Atatürk’ün karşı saldırısıyla buradaki İngiliz birlikleri
Anafartalar düzlüğüne atıldı. Şimdi her iki taraf da Conkbayırı’nı destekliyor ve boğaz boğaza çok kanlı çarpışmalar
yapıyordu. Bu sırada güney grubundan çekilen 8. Tümen de Conkbayırı’na yetişmişti. 10 Ağustos günü çok erken
saatlerde 8. Tümenin katılmasıyla başlayan yeni saldırıyı bizzat Atatürk bu alandan yönetmişti. Düşman Conkbayırı’ndan
atılmış; bu bölgede 25 bin ölü vermişti. Yeni desteklerle yapılan 13 ve 31 Ağustos saldırıları da, İngilizlere hiçbir sonuç
getirmemişti.([20])
              
               8 Ağustos’ta gerçekleşen olayları Atatürk, Ruşen Eşref’e şöyle anlatmıştı:
               “…O gün, yani 8 Ağustos'ta sabahtan beri düşmanın bir taraftan diğer tarafa asker göndermekte ve gemilerden
bazı birlikler çıkarmakta olduğu görülüyordu. Bununla beraber cephede dinginlik vardı. Öğleden önce Küçük Anafartalar
batısında bulunan birlikler yanına gittim; düzende bazı değişiklikler yaptım. Karargâha dönüşümde durumu daha şüpheli
görüyordum. Onun için, yedekte bulundurduğum fırkalara derhal silah başı etmelerini telefonla emrettim. Bu esnadaydı ki;
gittikçe artan top sesleriyle beraber düşmanın saldırıya geçtiği anlaşıldı. Bu saldırı, Küçük Anafarta köyünün batısında
bulunan fırkalarımıza, Yusufçuk tepesi, İsmailoğlu tepesi ve Azmak ile Kayacık ağılı arasındaki alana karşıydı. Saldırılan
cepheye gönderilebilecek güçler Turşun köyü kuzeybatısındaki 9. Fırka ile Sivli köyü yakınında bulunan
6. 8. ve 4. Fırkaların yedek güçleriydi. 9. Fırka öncelikle kışkırtıldı. 7. Fırkayı Sülicek ve İsmailoğlu tepesi bölgelerinde
desteklemesini, diğer bir fırkanın Küçük Anafarta üzerine yürümesini ve diğer fırkalara düşmanın topçuları ile saldırmakta
olduğu yönleri ateş altına almalarını, özetle bütün cephede gereken önlemlerin alınmasını emrettim. Ancak, düşmanın
saldırdığı cepheye gönderdiğim yedek güçleri varması için zaman geçecekti. O zamanı kazanmak gerekiyordu. Elimde bir
süvari tugayı da vardı. Bu süvari birliğinin varlığı bende şöyle bir anı uyandırdı:
              
               Fransızlar, Seddülbahir cephesinde piyadelerinin saldırı hatları önünde bir süvari birliğini, yayılmış olduğu halde
bizim hattımıza saldırtmışlardı. Bu Fransız süvarilerinin ateş karşısında korkmadan ölüme koşmaları hoşuma gitmişti. Bu
hareketi gerçekten alaturka vari([21]) bulmuştum. Piyadenin önünde bir perde yapıyorlar ve ötesi yok işte, ölüme kucak
açıyorlar, arkalarındaki piyadeyi korumak için kendilerini feda ediyorlardı. Bu ne betimlenecek cesaret ve fedakârlık levhasıdır!
Bu nedenle, çabucak bizim süvari alayı kumandanı beyi yanıma çağırdım. İsmailoğlu tepesine saldıran düşmanı aynı usulde bir
hareketle durdurulmasını kendisine emrettim. Pek değerli bir süvari kumandanı olan bu arkadaşımız bütün temiz cesaretini bu
nedenle gösterdi. Bana istediğim zamanı kazandırdı. Düşmanın deniz ve kara topçuları İsmailoğlu tepesi ile Azmak deresinin
kuzey ve güneyindeki mevzilerimizi şiddetle bombardıman ediyordu. Henüz tamamlanmamış siperlerimiz barınılmaz bir hale
geliyordu. Özellikle, Yusufçuk tepesine birçok düşman bataryaları ateşlerini toplamışlardı. Düşman bütün cephe üzerine piyadesiyle
de saldırıyordu Topçularımızın, piyadelerimizin dayanıklılıkla yaptıkları ateş sayesinde bütün bu cephelerdeki düşmanın ilk saldırısı
kayıplarla püskürtüldü. Öğleden sonra 4 ile 4.50 sularında tahminen bir fırka kadar düşman gücünün birbirini izleyen birkaç kademe
olan Laletepe'den ilerlemekte olduğu görüldü. Bu düşman güçleri Mestantepe ve Kayacıkağılı'na doğru yanaşıncaya kadar pek çok
kayıp verdi. Ve birçok defa durmaya zorunda kaldı. Bazı bölümü dağınık bir hale geldi. Fakat herhalde ilk saldırıyı yapan düşman
birlikleri desteklendi. Ve ikinci defa olarak tekrar saldırdı. Bu defa da Yusufçuk tepesine karşı olan saldırı uzaklaştırıldı. Yalnız bir
jandarma bölüğümüzün geriye çekilmesi üzerine orası çabucak desteklenerek bir süngü saldırısıyla düşman o noktadan da atıldı.
Düşman saat 6’dan sonraya doğru saldırısını üstün güçlerle ve İngiliz askeri soylularından oluşan ikinci süvari yaya fırkası ile üçüncü
defa olarak tekrar Yusufçuk tepesine girdi. Tarafımızdan birinci hatlar desteklenerek yaptığımız saldırıyla düşmanı o tepeden attık.
Egemenlik bizde kaldı. Düşmanın Azmak güneyinde yaptığı saldırılar da püskürtüldü. Bu suretle 8 Ağustos'ta düşmanın en az biri taze
olmak üzere üç fırka ile yaptığı saldırı sonucunda on beş yirmi bin kadar kaybı oldu...”([22])
Burada, Atatürk’ün taktiksel düşünüşünün ve yeterliliğinin dışında düşmanına duyduğu saygısında ve hayranlığında durmak istiyoruz;
              
               Fransızların, Seddülbahir cephesindeki süvari birliklerinin bizim alanlarımıza doğru ölümüne saldırmaları, Atatürk’ü çok etkilemiş
ve hayran kalmıştır. Böyle bir hayranlığı ve saygıyı ancak savaşta olmasına rağmen kin duymayan bir insan tarafından hissedilebilir.
Buna insan sevgisi denir. Atatürk’ün şu sözleri bizlere her şeyi özetliyor:
              
               “Ben, savaşlarda dahi düşmanın üzerinde bir kin duymam; yalnız askerlik kurallarının uygulanmasını düşünürüm.“([23])
              
               Ayrıca Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı yapıtında Atatürk’ün düşmanları hakkında şu sözünü not defterine eklediğini belirtiyor:
              
               “Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır. Onlar beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler!”([24])

·         Taktiksel Düşünceler
               Konuya rahmetli Tümgeneral Muzaffer Özsoy’un çözümlemeleriyle başlamak doğru olacaktır:
              
               Alman mareşali Sanders’in Çanakkale’de aldığı önlemler, sağlıklı bir askeri düşünceyi güçlendirmiyordu. Kıyı ve geniş akarsu
gibi güçlü engeller gerisinde savunmada, birliklere verilecek geniş cephanelerin tutulmasında, düşman ateşinden korunmak ve manevra
yapmak üzere kıyının zayıf tutulması ve asıl güçlerin geride toplu bulundurulması kuralı, taktikte bazı koşulların var olmasına bağlıdır.
Haberleşme ve ulaştırma araçları kısıtlı olan dar bir hareket alanında, çok üstün topçu ateşi altında manevraya dayanan bu tür bir
savunmanın başarıya ulaşması beklenemezdi. Özellikle, boğaza egemen Alçıtepe ile Kocaçimen tepesinin çıkarma kıyısından uzaklıkları
dörder km idi; boğazın iç kesimi de yine aynı uzaklıktaydı. Üstelik yedek birlikler, esas çıkarma yerlerinden çok uzakta, Anadolu ve
Saroz kıyılarında bulunuyordu. Çanakkale’de dar arazi koridorları üstünde taktik koşullar el vermediği için ordu komutanının düşünceleri
uygulanamadı. Atlantik’te de müttefik hava üstünlüğü, Alman zırhlı yedeklerini kıyıya vuruş için yanaştırmadı.
              
               Yarımadanın güneyi, bir müttefik çıkarmasına gerekli tüm koşullara sahipti; en kolay, en güvenli çıkarma buraya yapılabilirdi. Bu
çıkarma, Anafartalar ve Arıburnu kıyılarına yapılacak ikinci bir çıkarmayla birleştirilebilirse, savaş büyük bir olasılıkla bitebilirdi. Türk savunması
bakımından da en tehlikeli harekât tarzları bunlardı. O halde, yarımada üstünde kesin sonuç bu iki bölgede toplanıyordu. Buna göre, Kumkale
ve Saroz kıyılarına büyük güçleri bağlamak son derece hayalci bir değerlendirmeydi. Bu değerlendirme ise, Çanakkale savunmasını çok
tehlikeli bir çizgide açık bırakıyordu. İşte Atatürk’ün dehası, yönlendirme ve yönetim yeteneği burada görüldü.([25]) Özsoy’un çözümlemesine
ara vererek konuya özet getirecek Atatürk’ün iki önemli görüşüne değinmeliyiz:
              
               “Savaşta, güçten daha da önemli olan bir şey varsa, o da gücü amacına uygun bir şekilde yönlendirmek ve yönetmektir.”([26])
              
               Atatürk’ün bu sözüne bağlı olan başka bir sözünde de:
              
               “Çarpışma için, her şeyden önce düşünebilen ve kendi kendine iş görmeye alışmış amirler gerekir.”([27]) 
              Evet, Atatürk’ün bu iki sözü de gerçekten Çanakkale Savaşı’ndaki hareketlerini özetliyor. Alman mareşalin hesaplarının yanlış olduğunu bilen,
bununla beraber Sanders’in Türk ordusunun sahip olduğu gücü yanlış doğrultular üzerinde kullanmaya çalışmasına karşı Atatürk, gerekli gördüğü her
yerde kendi başına büyük sorumluluklar alıp başarıya ulaştırmıştır. Alman mareşalin bu bitmeyen hataları Filistin Cephesi’nde de devam edecektir.
Sonunda da komutayı Atatürk’e bırakıp kaçacaktır.([28])
              
               Tümgeneral Özsoy’un çözümlemelerine kaldığımız yerden devam edelim:
              
               “O (Atatürk), bir tümenle çarpışmanın akışını değiştiren geleceğin adamı olmuştu. Bu konuda, Moorehead şöyle yazar:

                ‘M. Kemal’in savaş güdümünde gösterdiği şaşırtıcı başarılar takımı, bu tarihten başlar. Ne Liman Von Sanders’in ne de başkasının göremediğini o, görmüş; Gelibolu yarımadasına ancak Conkbayırı ve Kocaçimen’den egemen olunabileceğini o, anlamıştı. Müttefik devletler burayı ele geçirselerdi bütün boğaza egemen olurlar ve 20 kilometrelik bir çevreyi istedikleri gibi top ateşine alabilirlerdi. Küçük rütbeli (yarbay) ama dahi bir Türk subayının orada bulunması müttefikler için savaşın en büyük talihsizliklerinden biri oldu.’ 

        M. Kemal’in Çanakkale’deki harekât ana düşüncesinin sürekli saldırı noktasında toplandığı kolayca gözlenebilir. Her fırsatta saldırı, güç dengesi (sorununa fazla takılmadan)([29]) eldeki ve toparlanabilen her birlikle karşı saldırı… Bu uygulama, taktik manevralarda saldırıyı belirli koşullara bağlar. Burada, bu koşulların göz önüne alınmaması, durumun Çanakkale savunması açısından tehlikeli ve beklenmedik çıkışlar yapması ve her iki taraf için hedeflerin etkin bir hareket ve güç yoğunlaştırmasına gereksinim göstermesindendi.

        Atatürk’ün, Kocaçimen ve Conkbayırı’ndaki karşı saldırıları düşman ilerlemelerini durdurucu, geciktirici ve şaşırtıcı niteliktedir. Bu saldırılar, hızlı bir zaman kesiti içinde, değişik yönlerden, düşmanın en duyarlı yerlerine, birbiri gerisinden yapılan darbeler dizisi biçiminde olmuştur. Bu darbelerin her biri, geriden gelen desteklere ya da yapılacak yeni darbelere düşman düzenindeki değişiklikler yüzünden zayıf noktalar açıyordu.
    
               Atatürk’ün bu yöntemi, sonradan İkinci Dünya Savaşı’nda da Cean dirseğindeki Alman savunmasında geniş çapta uygulanmıştır. Küçük karma zırhlı timler, müttefik
hava egemenliği altında ve bir arı atılımı biçiminde değişik yönlerden müttefik yarma uçlarına karşı bir vuruş birleşmesi halinde başarıyla kullanılmıştır.

               Atatürk’ün ordu yedeğini kullanması da başlı başına bir üstünlük([30]) sorunudur. Taktikte, ordu yedeğinin kullanılması bazı aşamalara bağlıdır. Kara harekât çerçevesinde bunu saptamak kolaydır. Çıkarmalarda en önemli sorun, gerçek çıkarma yerini saptamaktır. Beklemek ya da süratli hareket etmek; her ikisi de bazen sakıncalı olabilir. Bu harekât türünde genellikle değerlendirme, soyut olgulara dayanır. Alman Başkomutanlığı da Haziran 1944’de böyle hareket etmiştir. Çıkarma da esas sorun, yedeğin yerinde ve zamanında kullanılmasıdır. Atatürk, Çanakkale’de büyük sorumluluk altında bunu yapabilmiştir. İlk düşman çıkarmaları karşısında durumu hızlıca anlamış, Kocaçimen’in buradaki kesin rolünü sezerek kararını azimle uygulayabilmiştir. Bu, bir komutanın kuşku tanımayan yüksek irade yeteneğini, bilgisini ve kendine olan güveni gösterir. Atatürk, tüm yaşamında yüreklilikle tedbirliliği birleştirebilen ender bir komutandı. Savaş tarihinde küçük rütbeli bir komutanın bu tür kararlar verebildiği hemen hiç görülmemiştir.

               Atatürk, daha Çanakkale savaşları sırasındayken hedef, saldırı, güç artırımı ve hareket serbestliğinin elde bulundurulması, baskın ve güvenlik ilkelerini her zaman yerinde kullanmıştır. Anafartalar Komutanlığında sürekli komutası altındaki tümenlerin sayısı dokuzdu. Çanakkale’yi üç kez, yalnızca kendi azmi ve komutanlık üstünlüğüyle kurtarmıştı. Üstün komutan, burada hem dehasının ışığını yaktı hem de yurdunun ve ordusunun onurunu kurtardı.([31])

               Tabii ki de Atatürk’ün azmi ve komutanlık üstünlüğüyle Çanakkale’yi kazandık. Ancak: ''Atatürk’ün bu derece üstün nitelikteki emirlerini yerine getirebilecek Türk ordusundan başka bir ulusun ordusu var mıydı?'' sorusunu Özsoy’un çözümlemelerine ekleriz. Bu sorunun cevabını siz dinleyicilerimize bırakıyoruz ve Çanakkale Savaşı konusunu kapatıyoruz.

·         Atatürk, Kafkasya, Doğu ve Filistin Cephelerinde
               Atatürk, bundan sonra Kafkasya, Doğu ve Filistin Cephelerinde görev alacaktır. O güne kadar, Türk cephelerinde harekât amaçları, yönlendirme ve yönetimin temel operatif([32]) hedefleri, savaşın genel ilke ve koşullarına hiçbir zaman uydurulmamıştı.
  
             Askeri politika, Mustafa Kemal’in sonradan 3 Ekim 1917’de verdiği raporda açıklayacağı gibi, ulusal çıkarları benimseyen bir içerikle ele alınamamıştı. Strateji, Alman askeri politikasının gösterdiği doğrultuda, belirli bölgelere saplanıp kalmak suretiyle büyük müttefik güçlerini ikincil harekât alanlarında uğraştıran kısır ve yıkıcı bir sisteme bağlamıştı. Galiçya’da, Romanya ve Makedonya cephelerinde Türk kuvvetlerinin bulunuşu bundandı.

               Hükümetin dış politikası ve genel stratejisi hesaplarını Alman zaferine göre yapılmıştı. Manevra alanları, bu ana düşünce çevresinde ve doğrultusunda bir hizmet ve bütünleme anlayışına yapıştırılmış olarak, kör ve dar yönlere saptırılıyordu. Bunun dışında belirecek durumlar göz önüne bile alınmamış; ulusal strateji çok yönlü, güçlü köklere oturtulmamıştı. Savaşın portresini değiştirmeye zorlayan genel ögelere bağlı olarak dış politika, hızla eyleme geçirilmemiş ve buna göre yeni uyum biçimleri, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin çeşitli hedefleriyle birleştirilmemiştir.

               Atatürk, olumsuz koşullarla sürekli boğuşan ve onları yenen bir komutan olmuştur. Örnek olarak, Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün Doğu cephesindeki bir hareketini şöyle anlatır:

               “Ben, komutanı bulunduğum 14. Tümenle Çapakçur boğazını çok üstün Rus güçlerine karşı savunurken, tümenin önemli bir bölümünü kaybettiğim sırada, Muş’taki 8. Tümenini alarak yardıma koşmuş olan 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, yandan ve bütün şiddetiyle saldırıya geçmiş; beni düştüğüm zor ve tehlikeli durumdan kurtarmıştır. Böylece Çapakçur boğazının savunması başarıyla ve şanla sonuçlanmıştı.

               Bu başarı günlerinin birinde, Çapakçur dağlarının en yüksek bir noktasında buluştuğumuz akşam O, savaş meydanlarında kolağalığından, generalliğe ben de albaylığa yükselmiş bulunuyordum. Şimdi O, bir üst rütbede ve benim âmirim, kumandanım mevkiinde idi. Astlarım ve emir subaylarım ile beraber kendisiyle buluştum. Üç adım kala ayaklarımı sertçe birbirine vurarak selâm durdum, aynı ağır başlılıkla ve ciddiyetle selâmımı aldı.

— Hoş geldiniz, Ali Fuat Beyefendi, dedi. Sonra birden bana doğru yürüdü.

— Fuat kardeşim, diye boynuma sarıldı; kucaklaştık. Durumu kısaca anlattı:

— İkinci Ordu Kumandanının seni iki piyade alayı ile desteksiz, yalnız bırakmış olmakla boğazın stratejik değerini anlamadığını gördüm. Yardım için Ordu Kumandanına teklif ettim ve onun emrini beklemeden derhal harekete geçtim. Tanrı’ya şükürler olsun, seni kurtardım.

               Çapakçur’un meşe ve çam ormanlarıyla bezenmiş, o yüksek tepeleri üzerinde o akşamı hâlâ hatırlar ve heyecanla ürperirim.“([33])

               Atatürk, 1916 yılı sonlarına doğru 2. Ordu Komutanlığına atandı. İlk işi, gelecek kışın (1916/1917) sertliğini düşünmek ve orduyu korumak oldu. Bu nedenle, ilerde örtme birlikleri bırakarak ordunun büyük bölümünü havası daha ılımlı, ulaştırma olanakları daha iyi, yiyecek desteği bakımından daha elverişli olan Bitlis – Muş – Genç – Karakoçan bölgesine geri çekmeye karar verdi. Bu karar, gerek 3. Ordu gerekse Başkomutan tarafından itirazlara uğradıysa da O, kararını uygulamada direndi. Beklenildiği gibi, 1916/1917 kışı çok sert geçti. Ruslar yüksek yerlerde bulundukları için büyük kayıplar verdiler; çok büyük ikmal güçlükleri çektiler. 2. Ordunun geri çekilmesi ve köy ordugâhları içinde kışı geçirmesi, bu orduyu birçok yıkımdan kurtarmıştı.

               Atatürk’ü bu cephede en kritik bir zamanda harekete geçiren yine üstünlüktür. Bir komutanın en büyük yeteneklerinden biri seziş ötekisi de inisiyatif, yani üstünlüktür. Her ikisi de Bitlis ve Muş çerçevesindeki çarpışmalarda yeteriyle görülür. Atatürk’ün bu inisiyatifi, 2. Orduyu yığınak aşamasında parça parça yenilmekten kurtarmıştır. Taktik çerçevede de olsa, bir geri çekilmeyi saldırıya dayalı bir harekâtla bütünleştirmek çok zordur. Her iki manevra türünün yapılış biçimleri başka başkadır. Dağlık kesimde çekiliş ve savunma, genellikle geniş cepheler üstünde yapılır. Yayılmış güçleri bir saldırı için belli yörelerde toplamak ve harekete geçirmek, kısaca yeni bir tertibe sokmak, güçlü ulaşım araçlarına ve yüksek bir disipline gereksinme gösterir.

               Atatürk’ün çelik istenci bunu gerçekleştirmiş ve Çapakçur bunalımını yıldırım hızıyla çözmüştür.([34])

               Atatürk’ün Kafkas Cephesi Komutanlığındayken yaşadığı bazı olayları öğrenmek, onun ne derece bir ulussever olduğunu ve böylesi zor durumlardayken insanlığını yitirmeyen, ulusu için her türlü özveride bulunan bir komutan olduğunu gösterecektir:

               “Silvan Kâzım Karabekir İlkokulu eski müdürü Mehmet Çelik, 1972’de 79 yaşındaki babası Kasım Çelik’ten naklen Mustafa Kemal Paşa’nın Silvan’daki yaşantısıyla ilgili şu bilgileri vermiştir:

               ‘Mustafa Kemal Paşa, haftada bazen on günde bir, bizim manifatura mağazasına gelir, oturur; Sadık (Üstün) Bey’le tavla oynardı. Bir gün Rusların Muş’un Şinik ve bazı kuzey köylerini işgal ettikleri ve köylülere işkence yaptıkları haberi geldi. Paşa, hemen cepheye gitti, bu köyleri işgalden kurtardı ve bir miktar Rus askeri esir alarak Silvan’a döndü.”, “Mustafa Kemal Paşa beraberinde iki yetim kız getirmişti. Bu kızlar 9-10 yaşlarında olup, Paşa’nın emriyle halen Zekeriya Öztekin’e ait olan evde yaşlı, kimsesiz bir kadınla oturuyorlardı. Kendilerine Katar Komutanı (Levazım Müdürü) Şevki Bey bakar, geçimlerini sağlardı. Bu kızların adları Nigar ve İkbal idi.” “Bir gün Paşa’nın Levazım Müdürü Şevki Bey, bizim bahçeden iki kavak ağacı kestirdi. Ben engel olmak istedim. Beni azarladı ve bir tokat attı. Sabahın erken saatleriydi. Ben de gidip Paşa’nın evinin kapısını çaldım. Kapıyı açan Paşa, ne istediğimi sordu. Durumu anlattım. Paşa çok üzüldü ve: ‘Bir dakika bekle’ diyerek içeri girdi. Dönüşünde iki altın getirerek: ‘Al çocuğum, bunlar senin kesilen kavaklarının parası’ dedi. Sonradan duyduğuma göre, Şevki Bey’i de epey azarlamış. Ben o zaman henüz pek gençtim. Paşa’nın bu davranışına hayran kalmıştım. Paşa, halkı seven, adaleti seven bir kişiydi.’
              
               Hazrolu Seyfeddin Budak’tan alınan iki hatıra: ‘Mustafa Kemal Paşa 16. Kolordu Komutanı olarak Silvan’a geldiği günden itibaren onu meşgul eden önemli işlerden biri de ordunun yiyecek ve geçinme durumu idi. Paşa, ailemizden en çok Mehmet Bey’le muhabere eder, Hazro’ya geldikçe ona misafir olurdu. Bir gün yine karargâh subaylarıyla birlikte Hazro’ya geldi ve Mehmet (Budak) Bey’e misafir oldu. O gün, öğle yemeğinde çok çeşitli ve nefis yemeklerle ağırlanan Paşa, sofraya davet edildiği zaman: ‘Asker cephede aç iken ben bu nefis yemekleri yiyemem’ diyerek sofraya oturmaz. Mehmet Bey hemen ortaya atılır: ‘Paşam, askerin bir aylık ekmek ihtiyacını temini üzerime alıyorum. Siz yeter ki bizi bu şereften mahrum etmeyin’ deyince hep birlikte yemeğe otururlar. Hemen o gün Mehmet Bey 800 kile (bir kile buğday 300 kilodur), Hatip Bey 400 kile, durumu müsait olan halktan da 500 kile buğday toplanarak Levazım Müdürü Şevki Bey’in emrine verilir. Mehmet ve Hatip Beyler bölgeyi dolaşarak kolordunun ekmek ihtiyacının bir aylığını temin ederler.’, ‘Yine bir gün Paşa, Mehmet Bey’le sohbeti sırasında sorar: ‘Yine bir gün bu taraflara gelirsem Hazro dağları beni saklar mı?’ Mehmet Bey şu cevabı verir: ‘Biz de, Hazro dağları da hepimiz sana feda, emrindeyiz Paşam.’ Mehmet Bey bu hâtırasını anlatırken, hep şöyle derdi: ‘Düşünüyorum, gerçekten Paşa buraya gelseydi verdiğimiz sözü tutabilecek miydik?’

               1981 yılında 75 yaşında bulunan Silvanlı Fatma Nine’den derlenen bir hatıra: Mustafa Kemal Paşa Silvan’a geldiği zaman ben 10-12 yaşlarında idim. Paşa’nın çadırı Sadık (Üstün) Bey’in konağının önünde idi. Paşa ile Sadık Bey kan kardeşi olmuşlardı. Birbirlerini çok sevdiklerinden Paşa, Sadık Bey’in oğlu Recep’in de kirvesi olmuştu. Biz çocuklar, her gün Paşa’nın çadırının önünde toplanır, kendisini görmek için saatlerce beklerdik. Paşa, çadırından çıktığında bizleri okşar, şeker verir, yoksullara elbise dağıtırdı. Bir gün, Hazro’lu Mehmet Bey, bizim eve geldi. Mustafa Kemal Paşa’nın bana gönderdiği elbiseyi ve yüzüğü verdikten sonra, büyük anneme: ‘Mustafa Kemal Paşa bu kızı evlâtlık almak istiyor’ deyince, büyük annem, hem sevindi hem üzüldü. Ağlayarak: ‘Bu kız, yedi şehidin hatırasıdır. Babam, amcalarım, dedem hep şehit oldular, bir bu kız kaldı, nasıl vereyim?’ cevabını verdi. Böylece bu büyük şansı yitirmiş oldum. Hâlâ o büyük insanın nurlu yüzü gözümün önünde durur. Evlâtlığı olmamanın ezikliği var içimde.’

               Kulplu Hakkı Tel’in anlattıkları: Babam Sabri, Mustafa Kemal Paşa’nın milis güçlerinde binbaşı idi. Kulp’taki büyük evimizi hastane için boşaltarak Paşa’nın emrine verdi. Paşa, Şin yaylasında çadırını bir ceviz ağacının altına kurdurmuştu. Temmuz ayında Ruslar saldırıya geçtiler; 8’inci Fırka çok kayıp verdi. Darakuluk’ta yapılan bu savaşta Alay Kumandanı Recai Bey şehit oldu. Mersinli Binbaşı Turgut Bey bacağından yaralandı. Hastane olarak kullanılan evimize getirildi; tedavi sırasında o da öldü. 8’inci Fırka Kumandanı Rıfat Bey’le Anduk dağına çıkıldı. Rus saldırısını durdurmak için tedbirler düşünüldü.”

               Kulp’lu Hacı Süleyman Uğur, şu tamamlayıcı bilgiyi veriyor: Rusların ilerlemek istedikleri üç yol vardı: Bitlis yolu, Kulp yolu ve Çapakçur (Bingöl) yolu. Bunların en önemlisi Kulp yolu idi. Buradan geçerlerse Diyarbakır’a varırlardı. Kordik Rusların, Kozma dağı bizim güçlerin elinde idi. Şin yaylasında Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları toplandılar. Rusları vadi içine çekmek için geri çekilmeyi plânladılar. Ruslar Pomak’a gelmeden ateş edilmemesine, böylece tamamen pusuya düşmelerinin sağlanmasına karar verdiler. Yedi aşiret Rus güçlerine karşı cephe aldı. 14 yaşından yukarı herkes silâh altına alındı. Aşiretin, daha doğrusu milis güçlerinin başında, Konuklu Şeyh Muhammed Emin bulunuyordu. 8’inci Fırka ile Kulplular ve milis güçleri, Ruslara karşı kahramanca çarpıştılar ve Rusları yendiler.”([35])

               İşte aynı ulu komutan ve ulusu, Kafkaslarda gösterdiği özveriyi, ülkesini savunma arzusunu aynı şekilde Filistin Cephesi’nde de göstermiştir. Filistin Cephesinde gösterdiği geri çekilme harekâtını 58 günde tamamlamıştır. Bu, geri çekilme esnasında Atatürk, sıtma hastalığı ve böbrek sancılarıyla da boğuşuyordu. Buna rağmen ordularını ve halkını kurtarmaktan kaçmadı. Kaçmadı diyoruz çünkü Liman Von Sanders dâhil Türk paşalarının birçoğu savaşı bırakıp Türkiye’ye kaçmışlardır.([36])

               Atatürk’ün Halep’in kuzeyinde kurduğu direniş hattında yaklaşık 2500 piyade, 150 atlı birlik ve 8 topu vardı. Filistin’de daha muharebe başlamadan önce Osmanlı devletinin 40 bin kişilik bir ordusu, İngilizlerin ise; Osmanlı ordusunun en az 4 katı kadar birlikleri vardı. 26 Ekim 1918’de Atatürk ve ordusu, Şerif Faysal komutasındaki Arap birlikleriyle beraber İngiliz Generali Allenby’nin ordularını Halep’in Kuzeyinde bugünkü Ulusal Ant sınırlarında durdurdu.

               Atatürk, Filistin Cephesine ikinci kez atanmadan önce o dönem veliaht olan 6. Mehmet Vahdettin ile birlikte Almanya İmparatorunu ziyarete giden bir kurulda görevli olmuştur. Çanakkale ve Kafkas Cephelerindeki üstün başarılarıyla bilinen Atatürk, görüşlerini hiç çekinmeden belirtmiştir. Atatürk’ün manevi kızı Prof. Dr. Afet İnan şöyle anlatmıştır:

               “…Mareşal Hindenburg ve General Lüdendorf'la görüşmüştür. Oradaki genel durumu da yakından görme fırsatını bulan General Mustafa Kemal, müttefik devletler için geleceğin yenilgi olacağını açıkça söylemekten çekinmemiştir…”([37])

               Atatürk dışında herkes Almanya’nın savaşı nasıl kazanacağını belirtirken Atatürk, gerçekçi ve askerlik görevini yapan üstün bir kişilik ile doğruları söylemiştir. Almanya gezisinden yaklaşık on ay sonra Almanlar, savaşı kaybetmiştir. Şimdi, bu Almanya gezisine gidelim ve Atatürk’ün kaleme aldığı bir anısını okuyalım:

               “…Veliaht tarafından bazı ziyaretler yapılması gerekti. Örneğin, Hindenburg’u sonra Ludendorff‟u ziyaret ettik. Ben ve Naci (Paşa),  veliaht ile beraberdik.

               Hindenburg ’un ufacık bürosundaydık. Mareşal masasının başında sol ilerisindeki koltukta Vahdeddin, onun yanında da Almanca bilen Naci Paşa oturuyordu. Ben Hindenburg‘un sağındaki sandalyedeydim. Veliaht ve Hindenburg birbirleriyle görüşüyorlardı. Kısa ve tören gibi olan böyle bir görüşmede çok önemli şeyler konuşulmak gelenek olmamakla birlikte Hindenburg, Veliaht ve onun aracıyla bütün Türk ulusuna avunucu sözler söylüyor, Veliaht da bu sözlere teşekkür ediyordu.

               Ben, Hinderburg’un sözlerini kibar ve misafirperver olduğu için ancak nezaket olarak söylediğini sanıyordum. Yoksa sözlerin anlamı, karamsar nitelikteydi. Konuşmaya katılmayı uygun görmedim. Ludendorff da Vahdeddin’i büyük nezaket ve dikkatle kabul etti. O da, Mareşalin temas ettiği konular üzerinde avunucu açıklamalar yaptı. Özellikle o günlerde, Kuzey-Batı cephesinde Müttefik orduları üzerine başlattıkları parlak saldırıdan bahsetti. Bu saldırıyı biliyorduk; fakat bu saldırıyla alınabilecek neticeyi Ludendorff’un ağzından duymak için sabırsızlanıyordum. Gördüm ki; konuşmanın hedefi bu değildir. Alman ordularının saldırmakta olduğunu söylemekle Alman ulusu ve müttefiklerinin maneviyatını yükseltebilecek güvence vermekten ibarettir. Şüphemi gidermek için Generale kısa bir soru sordum:
— En nihayet saldırı güçleri hangi hatta kadar gidebilecektir?
Veliahttın alt kademesinde bulunan bir subayın damdan düşer gibi sorduğu bu soruya karşı
Ludendorff nezaket içinde sürdürdüğü demecini kesti; biraz düşündü yüzüme baktı ve dedi ki:
— Biz, saldırıyoruz; sonucunu olaylar gösterecektir. Cevap verdim:
— Yapılmakta olan saldırı sonucunun ne olabileceğini anlamak için olayları beklemeye gerek olmadığını sanıyorum. Çünkü yapılan saldırı en nihayet “parsiyel([38]) bir saldırıydı.
Ludendorff, tekrar yüzüme baktı; ne demek istediğimi çok iyi anladı. Cevap vermeyerek sustu. Konuşma burada kaldı ziyarete son verildi…”([39])

               Atatürk’ün, Almanya gezisi anılarında ilginç olaylar vardır. Örneğin Atatürk, her ne olursa olsun ulusun geleceğini düşündüğü için, veliaht Vahdettin’e önerilerde bulunmuştur. Geleceğin padişahını belli bir hedefe iterek, Vahdeddin’i ulusun genel çıkarlarını düşünmeye zorlamıştır. Veliaht Vahdettin, Almanya gezisi sırasında yer yer Atatürk’e sorular sorarak ne yapması gerektiğini anlamaya çalışmış ve Atatürk’ten öğütler almıştır.([40]) Ne kadar ilginçtir ki; Atatürk’ten aldığı öğütleri, İstanbul’a geri dönünce unutmuş; sanki Atatürk’ü hiç dinlememiş gibi davranarak ulusu daha da güç durumlara sokmuştur. Biz, bu gezideki Atatürk’ün kaleme aldığı bir anıyı sizlerle paylaştık. Geri kalan bölümleri isteyen arkadaşlar, bizlere ulaşarak belgeleri alabilirler.

               Bunun dışında da Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’ndaki son Cephesi olan Filistin Cephesi ile ilgi doğru bilgileri öğrenmek için en başta Mustafa Yıldırım’ın yazdığı; 58 Gün Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına adlı kitabın alınıp kesinlikle okunması gerekir. Ayrıca, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığının yayınladığı 1. Dünya Savaşı Sonunda Halep Sokak Muharebeleri ve Mustafa Kemal Paşa, Dr. Cemal Kemal’in Osmanlı'nın Filistin Cephesi'ndeki Son Muharebesi ve Sinan Meydan’ın Karşı Devrimin Tarihçi Tetikçileri ve 19 Mayıs Gerçeği adlı makaleleri de okunabilir.

Ulusal Mücadele’de Atatürk
               Mondros ateşkesi ve devamındaki Sevr anlaşmalarının imzalanabilmesi için Osmanlı’nın emperyalist güçler tarafından işgal edilmesi gerekiyordu. Ancak Türk ordusu, ilk önce Çanakkale’den İngiliz ve Fransız gemilerini geçirmemiş; sonra emperyalistler, Çanakkale’den çıkarma yaparak Türkiye topraklarını karadan işgal etmeyi hedeflemişlerdir. Yine Türk ordusu buna izin vermemiştir ve Çanakkale, emperyalistler için mezar olmuştur. Doğu cephelerinde de Ruslar ilerleyememiştir. Daha sonra Lenin, Troçki ve Stalin’in önderliğinde Bolşevikler, Ekim 1917’de devrim yaparak Rusya yönetimine son vermişlerdir. Bunun sonucunda Lenin, Rus Çarlığının diğer emperyalist devletler ile imzaladığı Osmanlı topraklarının paylaşımını gösteren Sykes Picot anlaşmasını kamuoyuna duyurmuştur. Sonra da bu anlaşmayı yırtarak 1. Dünya Savaşı’ndan Rus halkını çekmiştir. Durum böyle olunca Kafkasya ve Anadolu’nun doğusunda da Osmanlı’yı işgal edebilecek herhangi bir güç yoktu. Sina, Filistin, Irak, Hicaz ve Yemen cephelerinde Osmanlı ordusu, bu cepheleri kaybetse de şu an ki; sınırlarımızda yani Halep’in kuzeyinde kurulan bir direniş hattıyla buralar savunulmuş; İngiliz ve Arap birlikleri durdurulmuştur. Emperyalistlerin birincil amacı, Anadolu’yu işgal etmekti. Bu konuda başarılı olamadılar. Çünkü her cephede karşılarına Mustafa Kemal ATATÜRK çıktı. Atatürk, biliyordu ki; Mondros’un imzalanabilmesi için Anadolu topraklarının işgal edilmesi gerekiyordu. Ancak böyle bir şey yoktu. Durum böyle olduğu için Atatürk, Vahdettin’e bulduğu her fırsatta telgraflar çekerek mütarekeyi imzalamamak için mümkün olduğu sürece oyalamalarını söylüyordu. Halep kuzeyindeki kurulan direniş hattını Atatürk, bütün Toroslara yaymıştı; bu direniş hattından hiçbir düşman askerinin geçemeyeceğini Atatürk, çok iyi biliyordu. Bu hattı geçmek için denemelerde bulunuldu ama ulu halkımız buna izin vermedi. Halkımız diyoruz. Çünkü elde avuçta asker kalmamıştı; bunun üzerine de Atatürk, halkı örgütleyerek bir direniş hattı kurmuştu. İşte bu yüzden Atatürk, Mütarekeyi geciktirmesini Vahdettin’e söylese de Vahdettin, İngiliz baskılarına dayanamamış; vatanın işgalini onaylayan mütarekeyi imzalamıştır.([41])-([42])-([43]) Vatan toprakları işgal altında değilken savaşın kaybedildiğini belgeleyen mütarekeyi imzalamanın ne olduğu sorusunu siz, dinleyicilerimize bırakıyoruz. Bu soruya cevap verirken, Vahdettin’in kafasına İngiliz silahının çevrilmediğini bir an olsun kafanızdan çıkarmamanız gerekir. Öyle ya! O zaman daha Topraklar işgal altında değil!
               Bu kısa girişimizden sonra Ulusal Mücadele Dönemine geçebiliriz:

·         Ulusal Mücadele’nin Yönetimi ve Üç Ana Aşaması
               Türk ulusunun iç ve dış düşmanlarına karşı başlattığı ve Atatürk’ün önderliğinde ulusal egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türkiye devleti kurmak amacıyla aşama aşama sürdürdüğü savaşları, zaferleri, barışı ve Türkiye’nin kuruluşunu kapsayan tarihsel kesite, Ulusal Mücadele Dönemi denir. Bu dönem, Atatürk’ün 1. Dünya Savaşı’nda katıldığı son cephe olan Filistin Cephesi ile 29 Ekim 1923 arasında kalan olayların, hareketlerin, ilişkilerin ve mücadelelerin tümünü içine alır. Ulusal savaş dönemi birbirini izleyen ve bütünleştiren çeşitli siyasal ve askeri aşamalardan oluşur. Askeri mücadele bakımından bu aşamalar:
·         Oyalama
·         Taktiksel Savunma
·         Genel karşı saldırı
Aşamalarıdır.([44])
               Genel taktiksel plan da şöyleydi:
               Savaşı yetersiz ulaştırma şebekesiyle sürdürmek zorunda olan ve iç hat durumunda bulunan Türkiye, Sovyetler ile temas kurmak amacıyla elde bulunan hazır güçlerle Doğuda saldırırken, öteki cephelerde yapılabileceklerle yetinerek ayaklanmaları bastıracak; sonra ordu beklenen hazırlık ölçüsü sağlanıncaya kadar taktiksel savunmada kalacaktı. Bu da, yer yer gerilla savaş taktiklerinin de kullanılması anlamına geliyordu. Daha sonra da Batıda genel karşı saldırıyla savaş sona erdirilecekti.([45])

·         Oyalama Aşaması (15 Mayıs 1919 – 6 Ocak 1921)
               Bu dönem, Türkiye’nin siyasal tarihinde Direnme Aşaması olarak da tanınan bölümün geniş bir parçasını oluşturur. Oyalama aşaması, Yunan birliklerinin İzmir’e ayak bastıkları 15 Mayıs 1919’da başlayarak Birinci İnönü Meydan Muharebesi’nin başlangıç tarihi olan 6 Ocak 1921’e kadar sürer. Bu eylem, daha çok ulusal güç ve örgütlere dayanan bir silahlı mücadeledir. Ordu kurma çalışmalarının henüz yeterli düzeye gelmediği bir dönemde, eldeki güçlerin bütün bir düşmanı bütünüyle Türkiye topraklarından atmasına yetecek bir güçte olmadığı için, askeri alanda kesin başarılar kazanma olasılığından yoksun bir durumdaydı. Bu da Türkiye’nin, iç ve dış politikasında gereği kadar olumlu sonuçlar alınmasını önlüyordu. Elverişsiz durumdan yararlanan Yunanlılar, yeni gelişmelere meydan vermemeyi amaçlayan bir politikanın ilk aşamaları içinde Anadolu’ya yayılmak ve ileri harekâtı hızla sürdürmek kararında görünüyorlardı. Türk ulusu, ilk kıvılcımı 58 günde gerçekleştirilen geri çekilme harekâtı sonucunda Halep’in kuzeyinde kurulan sivil - ordu karışımı bir direniş hattı kurarak yakmıştır. Mondros mütarekesi imzalanmasının hemen sonrasında Türk ulusu, bir bütün olarak direnmeye başlamıştır. Bu dönem, düşman işgallerine karşı ulusun varlığını korumak ve düşman işgallerini durdurmak için giriştiği yerel eylemleri kapsar. Düzensiz güçlerle karşı koymalar, yerel kurtuluş yolları arayan kuruluşların oluşması, aydınların ve siyasal partilerin bir ulusal düşünce çerçevesinde birleşmeleri, bu aşamanın önemli olaylarıdır. Direnme aşaması, Kasım 1918’den 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesine kadar sürer. Bu genelgeden sonra da aynı özellikteki mücadele ve direnme hareketleri, bu kez Atatürk’ün açtığı yeni bir düşünce ve bilinçlenmeye yöneliktir.

               Oyalama aşamasında, geniş çapta gerilla savaşları uygulanmıştır. Gerilla hareketleri; başlangıç döneminde bireysel çapta yapılmış ve girişimler yalnızca Yunan ve Fransız ileri hareketlerinin durdurulması ve bazı kentlerin kurtarılması biçiminde olmuştur. Daha sonra bu hareketler, bir planın çerçevesinde ve merkeze bağlı olarak, askeri durumun gereklerine göre yönetilmiştir.([46])

·         Taktiksel Savunma Aşaması (6 Ocak 1921 – 13 Eylül 1921)
               Bu aşama, İnönü Savaşlarıyla başlar, Sakarya Meydan Çarpışmasıyla son bulur. Bu bölümde amaç, askeri ve siyasal alanlarda geniş çapta zaman kazanmaktır. Bu aşamanın en önemli olaylarından biri Sakarya Meydan Çarpışmasıdır. Bu çarpışmada, Yunan ordusunun Anadolu’yu ele geçirme istekleri yok edilerek, saldırıya dönük hareket nitelikleri kırılmış; sonunda da Yunanlılar savunmaya zorlanarak üstünlük ve hareket serbestliği Türk güçlerinin eline geçmiştir. Böylece Kurtuluş Savaşı mücadelesinde ilk defa böylesi bir güneş, Sakarya’da doğmuştu. Daha sonra bu güneş, adım adım Batı’ya ilerleyerek 9 Eylül’de İzmir kıyılarında, Türkiye üstündeki karanlığı yok ederek Anadolu’yu bağımsızlık ve özgürlüğün parlak ışıkları altına almıştır.

            Sakarya Meydan Çarpışması ile Orta ve Doğu Anadolu’nun kapıları Yunan ordusuna kapatılmıştır. Bu savaş, Türk Kurtuluş hareketinde siyasal ve askeri bir dönüm noktasıdır. Ulusun geleceği burada sağlam bir zemin üstüne oturtulmuştur. Türk askeri harekâtı, Atatürk’ün ellerinde yeni bir manevra ve vuruş aşamasına yine burada geçmiştir. Kurtuluş taktiği, uluslararası düzeyde politikaya, geniş ve gerçekçi yönetim olanaklarını da yine bu büyük meydan çarpışmasıyla vermiştir. Bu aşama, dış politika ilişkilerinin Ulusal Ant sınırları üstünde gerçekleştirdiği bir dönemdir. Sakarya zaferinin Türk Kurtuluş hareketindeki yeri büyüktür. Her zaman büyük olarak kalacaktır. Bilindiği gibi, Sakarya gerisine çekiliş, Eskişehir ve Kütahya çarpışmalarından sonra olmuştur. Yunanlılar, Kütahya-Eskişehir Muharebelerini kazandıktan sonra, Yunanlıların bu başarılarından bahseden İngiliz Başbakanı Lloyd George: "Milli Türk Kuvvetlerini yenmiş bulunan Yunanistan'ın Sevr Antlaşması esaslarıyla yetinemeyeceği"([47]) şeklinde ileri sürdüğü büyük sözlerle Yunanistan'ı barışa değil, saldırıya teşvik etmiştir.

Yunanlıların bu düşünce ve saldırıları karşısında Atatürk, 5 Ağustos 1921'de TBMM Hükümeti tarafından kabul edilen 144 sayılı kanunla ve geniş yetkilerle üç ay süre ile Türk ordusunun sorumluluğunu üstüne alarak Başkomutanlık görevine getirilmiştir. Atatürk, bu yetkilere dayanarak 7-8 Ağustos 1921’de, Tekâlif-i Milliye Emirlerini yayınlayarak orduyu personel, silah ve araç - gereç bakımından güçlendirmeye çalışmıştır. Harekât yapılan bölgenin arazi yapısı; Kuzey Anadolu kenar dağları; batıda İç Anadolu batı eşiği; güneyde Batı ve Orta Toroslar, doğuda Kızılırmak’la çevrelenmiştir. Harekât bölgesinde Sakarya Nehrinin kolları ile Ankara Çayı ve Ilıcaözü deresinin açmış olduğu vadi ve çöküntüler, yapılacak harekâtın cinsini belirlemede önemli rol oynamıştır. Sakarya Meydan Çarpışması Türk Ordusu için bir yokluk ve yoksulluk savaşı olmuştur. Kütahya-Eskişehir Çarpışmalarından sonra, insan gücünün %70’ini, silah gücünün de %10’unu - %20’sini kaybetmiş olan Batı Cephesi Komutanlığı birliklerine, 18 Temmuz 1921 tarihinde Sakarya Nehrinin gerisine çekilme emri verilmiştir.. Eskişehir doğusu Seyitgazi hattında Batı cephesinin güney kanat açığından ilerleyen bir Yunan kolunun yan ve gerilerde etkili olması, aynı anda merkezdeki birliklerle güneydeki birlikler arasındaki boşluğa doğru da bir Yunan kolordusunun ilerlemesi, güçlü bir tehlike meydana getirmişti. Bunun üstüne 18 Temmuz 1921’de Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhını ziyaret eden Atatürk, ordunun Eskişehir kuzey ve güneyinde toplandıktan sonra Sakarya gerisine alınması direktifini vermiştir. Fakat bu karara rağmen Batı Cephesi komutanı İsmet İnönü Paşa, 19 ve 21 Temmuz 1921’deki karşı saldırılar ile Yunan ordusunu püskürtmeye çalışmışsa da çok daha kötü sonuçları doğurarak Batı cephesi birlikleriyle beraber 25 Temmuz 1921 akşamına kadar Sakarya doğusuna çekilmiştir. Geri çekilişle, Batı ve Orta Anadolu’yu birleştiren taktiksel omurga olarak nitelenen Eskişehir – Kütahya – Afyon yöreleri bir üçgen halinde Yunanlılara bırakıldığından, Türk Kurtuluş Savaşı da en tehlikeli döneme girmişti.

               Yunan ordusu, saldırı planına göre Türk Batı cephesini Uzunbey – Haymana doğrultusundan yarmak ve güney kanadından kuşatmak amacıyla 22 Ağustos 1922’de yukarı Sakarya ile Ilıca deresi eğrisi içinde üç kolorduyla toplanmıştı. Buna karşı, Türk güçleri de Batı cephesinde, Sakarya doğusunda kuzeyden güneye doğru Mürettep Kolordu, 12. Grup, 3. Grup, 2. Ve 3. atlı birlikleriyle yerleşmiş bulunuyordu. 5. Grup güney kanat açığında, 1. Grup da Haymana bölgesinde yedek olarak tutuluyordu. Türkiye’de, dönemin çok önemli ve en büyük bir meydan çarpışmasını verecek orduların güçleri şöyleydi:

               Türk Güçleri: 5.401 subay, 96.326 er, 825 makineli tüfek, 54.572 tüfek, 1.309 kılıç, 196 top, 2 uçak, bir miktar binek ve yük otomobilidir.

               Yunan Güçleri: Toplamları 9 tümen tutan birinci, ikinci ve üçüncü kolordular, ordu komutanlığı emrinde dördüncü ve on birinci piyade tümenleri, bağımsız piyade tümeni, atlı tugayı, dokuzuncu, on sekizinci, kırk yedinci ve kırk dokuzuncu bağımsız piyade alayları, orduya bağlı birlikler. Anadolu’daki Yunan güçlerinden Sakarya Meydan Çarpışmasına katılanlar: 3.780 subay, 120.000 er, 2.768 makineli tüfek, 57.000 tüfek, 1.350 kılıç, 386 top, 3 tonluk 600 kamyon, 1 tonluk 240 kamyon ve 18 uçaktır.([48])

               Sakarya Meydan Çarpışması Türk ulusu için bir ölüm kalım savaşı olmuştur. Batı cephesi, 22 Ağustos’ta Çayırhan’dan Başköprü’ye kadar Sakarya doğusunda ve bu hattın uzantısı olarak Ilıca deresi, Timürözü deresi kuzeyinde Yıldıztepe’den Mangal dağına kadar uzanan kesimi tutmuş; yedeklerini de sol kanat gerisine kaydırmaya başlamıştı. Bu durumuyla Türk ordusu derinliğine yerleşmişti. Güçlü yedekleriyle düşman kuşatmasını önleyebiliyordu. 23 Ağustos 1921’de Yunan birlikleri saldırıya başladı. Bu saldırı, 7. Tümen ve bir alayla Beylikköprü’den geçerek yapılmış; geri kalan birinci, ikinci, üçüncü kolordular ve bir atlı tugayı yardımıyla da güçlü bir asıl saldırı grubu olarak Cihanbeyli arasından Türk güçlerinin güney yanına yönelmişti. Atatürk, düşmanın bu hareketini beklediğinden dolayı, savunmanın ağırlık noktasını güneyde toplamıştı. Çarpışmalar, Türk birliklerinin açık yanını bulmak için Yunanlıların doğuya kayması, Türklerin de bu kaymayı önleyici hareketleriyle gelişti. Artık cephe ters yönde, kuzey – güney çizgisinde biçimlenmişti. 50 kilometrelik bir cephe üstünde yapılan bu açık kanat aramaları, Yunan güçlerini dağıtmıştı. Yunan kuşatma kanadının incelen dirsek kesimine bir karşı saldırı, Atatürk tarafından tam zamanında hazırlanmış, ancak Mangal dağını zamansız bırakan bir tümen komutanı yüzünden bu saldırı yapılamamıştır.

               Yunan saldırıları, 22 gün geceli gündüzlü süren bir çarpışma aşaması içinde küçük girmeler ve ilerlemeler dışında hiçbir başarı kazanamamıştı. Düşman, Türk güçlerini 23-30 Ağustos günleri arasında bütün zorlamalarına rağmen kuşatıp yok edemeyince güçlerinin büyük bölümüyle Türk cephesini, merkezden Haymana istikametinde yarmak istemiştir. 4 Eylül’de Başkomutan Papolos, saldırıyı sürdürmenin tehlikeli olduğunu, sorunun Sakarya batısına çekilmekle çözümleneceğini bildirmişti. Yunan güçleri, 6 Eylül’e kadar Türk cephesinin merkezini yarmak için uğraşmış fakat etten bir Türk duvarına çarpmıştır. Başkomutan Papolos, 8 Eylül’de de seri bir ateşkes sağlanmasını Yunanistan Savunma Bakanlığı’na bildirmişti. Bundan sonra da Yunan güçleri, bulunduğu hatlarda savunarak kalmaya karar vermiş ancak büyük kayıplar veren Yunan saldırısının duraklaması, daha sonra da çekilme belirtileri göstermesi, 10 Eylül’de Türk ordusunun, Yunan kuzey kanadına Duatepe’den Beylikköprü yönünde bir vuruşu hızla uygulanmasını yoğunlaştırdı. Bu vuruş, Yunan çekilmesini Sakarya gerisinde çabuklaştırdı ve Yunan birliklerinin Eskişehir – Afyon üstüne atılmasına yardımcı oldu. Yunan güçleri için yapılacak tek şey kalmıştır! Kaçmak, Onlar da öyle yapmıştır. Böylece Sakarya Meydan Çarpışması, 12/13 Eylül gecesinde yapılan büyük Yunan çekilmesi sonucu Türk zaferiyle sonuçlandı.

               Eskişehir çarpışmalarından sonra Sakarya gerisine çekiliş, olumlu ve cüretli bir karardır. 100 kilometrelik bir derinlik üstünde yapılan bu çekilişle iki taktiksel amaç güdülmüştü:
-          Cepheyi olanaklar çerçevesinde yeterince daraltmak
-          Kaybedilen hareket serbestliğini yeniden elde etmektir
               Çekiliş, Sakarya’da Türk ordusunu uygun bir taktiksel duruma getirmiş; ikmal hatları uzatılan Yunan güçlerinin derin harekât eksenleri üstünde tutularak dengesi bozulmuştur. Bu denge değişikliği daha sonra özellikle çarpışma alanında düşman taktiksel harekâtını engellemek ve onu taktik alanda çarpışmaya zorlamak amacıyla daha da genişletilmiştir. Böylelikle Sakarya Zaferi'yle üstünlük Türk ordusuna geçmiştir. Sakarya çarpışmaları, Türk ordusunun moralini ne kadar yükseltmiş ise, Yunan ordusunun moralini de o derece kırmıştır.

Önce Sakarya doğusu, sonra da Afyon-Eskişehir hattına kadar olan vatan parçası Yunanlılardan temizlenmiştir. Sakarya Meydan Çarpışması sonucu askeri harekât, yön değiştirmiştir. Sakarya çarpışması sonuna kadar taktiksel savunma yapılırken, Sakarya'dan sonra taktiksel saldırıya dönmüştür. Çarpışma sonunda Yunan ordusu taktiksel saldırı yapma gücünü yitirmiştir. Sakarya Zaferi, Büyük Saldırı (26 Ağustos 1922) ve Başkomutanlık Muharebesi (30 Ağustos 1922) için gerekli olan hazırlıkların yapılmasına zaman kazandırmıştır. Sakarya Meydan Çarpışması sonunda Türk ordusunun kaybı; 5713 ölü, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 49.289'dur. Yunan ordusunun kaybı ise; 3758 ölü, 18.955 yaralı, 354 kayıp olmak üzere toplam 23.007'dir. Sakarya Meydan Çarpışmasında çok fazla subay kaybı olduğu için bu Çarpışmaya “Subay Çarpışması” adı da verilmiştir. Atatürk’te bu çarpışma için “Sakarya Melhame-i Kübra’sı” yani kan gölü, kan deryası demiştir.

               Görüldüğü gibi, yakın tarihin en güç kararlarından birisi, Sakarya çekilmesidir. Bu karar, Atatürk’ün askeri dehasını bir kez daha göstermiştir. 100 kilometrelik bir derinlik içinde yapılan bu geri manevrayla büyük bir toprak parçası düşmana çarpışmadan bırakılmıştır. Oysa o zamanki iç politika koşulları buna uygun değildi. Meclis’te bile “Ordu nereye gidiyor? Millet nereye götürülüyor? Bu hareketlerin elbet sorumlusu vardır! O nerededir?”([49]) gibi sesler çıkmaya başlamıştı. Bu sesleri çıkaranların önde gelenleri: Mersinli Cemal Paşa, Çolak Selahattin ve Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasını savunan Kara Vasıf gibi muhalif askeri ileri gelenlerdi. İnönü savaşlarındaki başarılardan sonra bu tür bir hareketle toplum umutsuzluğa girebilir, güvencesi sarsılabilir; en kötüsü de manen çökebilirdi. Ama Atatürk, bir karar adamıydı. O, her şeyi inceden inceye hesaplamıştı. Taktiksel ilkeler çerçevesinde içeriye çektiği Yunan ordusunu Atatürk, Sakarya’da saldırının amaç noktasında yakalamak istiyordu. O zaman düşman ordusu tüm saldırı olanaklarını yitirecek ve bir daha da harekete geçemeyecekti. Düşmanın gittikçe uzayan ikmal hatlarına bağlanması, taktikte bir zafiyet hastalığı meydana getirecekti. Atatürk’ün mecliste söylediği şu sözler anlamlıdır:

               “Efendiler, zavallı ulusumuzu esir etmek isteyen düşmanları, kesinlikle yeneceğimize  güvenim ve bağlılığım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu tam inancı, Yüce Kurulunuza karşı, bütün ulusa karşı ve bütün dünyaya karşı ilân ederim.”([50])

               Atatürk, çekilme manevrasıyla 35 günlük bir zaman kazanmış; arttırabildiği tüm güçleri, Sakarya’da bir meydan çarpışmasının uygun koşulları içinde toplamıştı. Buna karşın, düşman da Sakarya’da saldırının amaç noktasına getirilmişti. Artık bundan sonra kesin darbe Türkiye’nin hareket gücü altında vurulabilecekti. Atatürk’ün manevra kavramı, saldırıya dönük harekât yapısında toplanmaktadır. O, savunmayı geçici askeri yapı içinde değerlendirmiştir. Atatürk, savunmanın etkin temellere dayanmasını ve saldırıya yönelik bir güdüm içinde tutulmasını öngörmüştür. Sakarya’da Atatürk’ün uyguladığı yöntem, geniş cephe yöntemidir. Güç çoğunluğu, düşmanın en olası saldırı eksenleri üstünde toplanmış; buralarda direnerek güçlendirilmiştir. Bir savunma kapsamı içinde uygulanan bu yeni yöntemle asıl çarpışma hatları, derinlikler içinde birbiri gerisinden geçirtilerek bir tür savunma bölgeleri oluşturulmuş ve buralarda taktik savunması yapılmıştır. Buna göre her birlik tutmakta olduğu hattan değil, bulunduğu hatlar ya da bulunduğu noktalardan sorumlu tutulmuştur. Atatürk bu taktiği, “hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır!” ([51])  komutuyla somutlaştırmıştır. Düşmanın üstün güç ve silahlarla yaptığı saldırılarda Sakarya mevziinde yer yer çekilmeler olmuştur. Çarpışmalar o kadar kanlı oluyordu ki; bazı alaylar mevcutlarının büyük bölümünü ve subaylarını kaybediyordu. İşte bu sıralarda Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi birliklerine şu meşhur emrini yayınladı: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz...”([52]) Gerçekten de geri çekilmek zorunda kalan bir birlik, ilk tutunabildiği yerde duruyor, yeniden boğuşuyor ve mevzii savunmak çabası içinde son nefesini veriyordu. Açılan her gediği kapatmak için 70 kilometreyi bulan zorla gerçekleştirilen yürüyüşlerle birlik kaydırmaları yapılıyor; her gelen birlik ertesi sabah çelikten bir kale halinde düşman karşısına çıkıyor, vuruşuyor, şehit oluyor, fakat vatan savunuluyordu. Her savaş, az ya da çok büyük bir alan içinde olur. Güçlerin bu alan içinde hareket serbestliğine sahip olmaları zorunludur. Bu karşılıklı güçlerin birbirlerini hırpalamaları için az ya da çok bir zaman gerekir. Burada, yönlendirme ve yönetme açısından alan, güç ve zaman ögelerinin aralarındaki ilişkiler gösterilmek istenmiştir. Kuşkusuz, bunların içinde en önemli rolü, alan oynar.

               Sakarya Meydan Çarpışması ile ilgili Atatürk’ün ağzından şu sözleri dinlemek, savaşın genel kurgusunu anlatmaya yeterli olacaktır:

            “... 12 Ağustos 1921 günü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı’ya cephe karargâhına gittim.

Düşman ordusunun cephemize yüklenerek sol kanadımızdan kuşatacağı yargısına varmıştık. Bu görüşe dayanarak tam bir cesaretle gerekli önlemleri aldırdım ve hazırlıkları yaptırdım. Olaylar görüşümüzü doğruladı. Düşman ordusu, 23 Ağustos 1921'de ciddi olarak cephemize doğru ilerlemeye başladı ve saldırıya geçti. Birçok kanlı, bunalımlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün grupları, savunma sınırımızın birçok parçalarını kırdılar. Bu ilerleyen düşman birliklerinin karşısına güçlerimizi yetiştirdik. Meydan çarpışması yüz kilometrelik cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız, Ankara'nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun yönü batıya iken güneye döndü. Arkası Ankara'ya iken kuzeye çevrildi. Cephenin yönü değiştirilmiş oldu. Bunda hiçbir sakınca görmedik. Savunma sınırlarımız bölüm bölüm kırılıyordu. Fakat kırılan her bölümün yerine en yakın bir yerde hemen yeni bir savunma sınırı kuruluyordu. Savunma sınırına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği teorisini çürütmek için memleket savunmasını başka türlü anlatmayı ve bu anlatımımda direnerek şiddet göstermeyi yararlı ve etkili buldum. Dedim ki: Savunma sınırı yoktur, savunma alanı vardır. O alan, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça bırakılamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona bağlı olamaz. Bulunduğu yerde sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya zorunludur.([53])

               Birinci Dünya Savaşı’nda mevzi savaşları, alan sorununa yeni bir görüş açısı ve görüş biçimi getirmişti. Hareket yapabilmek için serbest alan kavramı yitirilmiştir. Bu nedenle de en geniş biçimiyle alan, taktikte büyük bir anlam ve önem kazandı. Savunmanın güçlülük kazandığı bu dönemde sistem, birbiri gerisinde oluşan sınırlar üstünde yoğunlaşıyordu. Alan çarpışması, kesin biçimini daha almamıştı. Yine bu dönemde geniş cephelerde savunma tekniği de bilinmiyordu. Atatürk, sınırlar sisteminden oluşan bu savunma düzenini yıkarak yerine bugünün çağdaş savunma anlayışına uyan alan savunmasını getirmiştir. Bu savunma taktiğiyle, büyük derinliklerle beslenen, adım adım çarpışma tekniği başlamıştır. Bu teknik, aynı zamanda esnek savunmayı da taktik alanda gündeme getiriyordu. Sistemin büyük derinliklere bağlanması, uygulamada savaş yönetimiyle ilgili iki yarar sağlıyordu:

-          Hareket serbestliğini kaldırdığı için saldıran güçler derinliklerde boğuluyordu ve saldırının kırılması amacına hizmet ediyordu. Böylelikle düşmanın, yeni taktik ağırlık noktası kurmasını güçleştiriyordu.
-          Ortaya çıkan cephelerin genişletilmemesi, düşmanın yapmak istediği çökertmeyi sürekli engelliyordu. Bu durum, çağdaş zırhlı birlik harekâtında genişlik ve gedik taktikleri adı altında yeni bir yarma modelinin doğmasına neden olmuştur.
              
               Sakarya’daki esnek savunma, savaş yönetimi açısından taktiğin yer değiştirmesi biçiminden çıkmıştır. Sakarya savaşları, gerçek bir meydan çarpışması niteliğini taşır. Bu çarpışmalar, baştan sona kadar 100 kilometrelik cephe üstünde ve bazen 20 kilometreyi aşan bir derinlikte karşılıklı güçlerin hareket yoğunlaştırmasıyla geçmiştir.

               Yunan komutanları, Sakarya’da sağlamlaştırılmış bir mevkiiyle karşılaştıkları sanısına kapılmışlardır. Bunu, yazdıkları anılarda da sık sık dile getirmişlerdir. Örneğin; General Strakos, anılarında şunları öne sürebilmişti:

               “Muharebenin bu kadar geniş ölçüde ve uzun sürebilmesi için acaba o mevkiler nasıl sağlamlaştırılmıştı? Ve Türkler bu mevkilerin savunması için ne kadar güç yerleştirmişlerdi? Yunan ordusunun öldürücü güçleri onları dağıtıp yenilgilerinin itirafına neden yeterli olmamıştı?”([54])

               Oysa Sakarya sırtlarına Türk birlikleri buralara çekilmeden önce tek kazma bile vurulmamıştı. Bu bölgede, sağlamlaştırılmış hiçbir nokta yoktu.

               Atatürk’ün bulduğu ve ilk kez Sakarya’da uygulandığı bu yüksek askeri ilkeler, daha sonra bir çağdaş taktik kuralı olarak İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nce geniş ölçüde kullanılmıştır.

               Ayrıca, Sakarya Meydan Çarpışmasıyla ilgili bazı anıları paylaşmak, bu çarpışmanın nasıl yapıldığını daha iyi anlamamızda yardımcı olacaktır: 

“Biz bu kavgaya Başkomutanın şu parolası ile girdik: Hiçbir kıta, üst kumandanından emir almadıkça geriye çekilmeyecektir. Kanatları çevrilse,
her tarafından sarılsa dahi, emirsiz mevziini terk eden bir birliğin kumandanı, üst komutanı tarafından derhal infaz edilecektir.”([55])

“Muharebenin en sıkıntılı günlerinden biriydi. Birçok cephede top, tüfek, cephane kalmamıştı. Başkumandanlığa devamlı olarak ‘yokluk’ haberleri geliyordu. Büyük ölçüde yiyecek sıkıntısı çekmeye başladık. Birliklerimize haftalar boyunca bir sıcak yemek verme olanağı bulamamıştık. Çoğu kıtalarda kavrulmuş buğday veya mısır verebiliyorduk. Başkumandan kafasında bu yokluklara karşı çareyi bulmuş olmanın rahatlığı ile bizleri topladı. Yüksekçe bir yerdeydi, elini yumruk yaparak konuştu:
- Arkadaşlar, Düşmanı önce tepelerde bir iki kurşun ile oyalayacaksınız. Onların tepeye çıkıp gelmesini, yorulmasını bekleyeceksiniz. Tepe noktasının arkasına yerleştirdiğimiz birliklere süngü taktırarak bu yorulmuş, dili çıkmış düşmana saldıracak, yok edeceksiniz. Kıtalarımızın da önünde olacaksınız. İşte size cephane yokluğunu telafi ettirecek yol. Bu vatan üzerinde yaşayan insan oldukça, hiçbir yokluk için feda edilmeyecektir.”([56])

“Düşman, savaş sırasında sınırlarımızda tehlikeli bir gedik açmış, genişletiyordu. Bu gedik hemen kapatılmalı, düşman süngü akını ile geri atılmalıydı. Yedek güçlerimizin kalmadığı cevabını verdiler. Yalnız Giresunlu Topal Osman Ağanın çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu. Paşa: ”süngüleri yoksa bellerinde bıçakları vardır. Düşman üzerine atılacaklar ve onları eski yerlerine kovalayacaklardır” dedi. Bu kahraman çocuklar, eğri bıçakları ile Yunanlıları eski yerlerine kadar sürmüşlerdir.”([57])

“Bir defasında Fevzi Paşanın ne yaptığını sordu:
- Kuran okuyor, efendim dediler
- Çağırın!
Geldiğinde ise Fevzi Paşa şunları söyledi: ‘Efendim bir komutan yedekleri ile dövüşür. Bir tek nefer yedeğim yok. Yedeğimiz senin saygınlığından ibaret. Onun korunması için Kuran okumaktan başka ne yapabilirim?’”([58])

“Güçlü Akıncı Gruplarımız düşman gerilerinde, bu saldırı gücünü durmadan ve başarılı bir şekilde taciz etmekteydi. Buna karşılık Yunanlılar, Osmanlı Sarayı ve onun Sadrazamı Damat Ferit’le el ele vererek cephemizi arkadan vurma çabasındaydılar. Çerkez Ethem ve kardeşlerini Haymana’dan Konya-Ankara istikametine sokarak cephe gerisinde kargaşalık çıkaracaklarını öğrenmiştik. Yunanlılar, İnönü Çarpışması sonunda Çerkez Ethem’i bir koz olarak kullanmak için kabul etmişlerdi. İşte şimdi bu düşüncelerini uygulama alanına koymak istiyorlardı. Fakat aldığımız önlemler bir şey yapmalarına olanak vermedi. Konya, Çumra ve Bozkır çevresinde İstanbul Hükümetinin kışkırtmasıyla Delibaş adlı bir sergerde, Padişah ve Halife adına, vaktiyle Anzavur’un yaptığı hainlikleri tekrarlamak yoluna girmişti. En sıkışık anda cephede Yunanlılarla uğraşırken, cephe gerisinde de Padişahın, ulusun tutsaklığını hedef tutan hareketlerini söndürmekle uğraşıyorduk. Halk uyanmıştı, ihanetin kokusunu soyuna has sağduyusu ile anlıyor, onuru ve namusu için didinen Ulusal Hükümetin saflarından ayrılmıyordu. Bu sıkıntı ve ölüm kalım günlerinde bile İstanbul’un “Alemdar”, “Peyami Sabah” gibi gazeteleri Delibaş ayaklanması ile Yunan ilerleyişini Ankara’nın düşüşü olarak alkışlıyorlardı. Ancak kadın, erkek, çoluk, çocuk Türk Halkı bu son Türk devletini korumak için canını dişine takmış ve Anadolu’da egemenliğin sonunu getirmeyi önleyecek bir savaşa başlamıştı.”([59])

               Sakarya Meydan Çarpışması öncesinde ve sonrasında yaşanan olayları göz önünde tutarak,
olayların bir de siyasi boyutunu ele alalım; ilk önce Atatürk’ün büyük Nutuk’unda yer verdiği bu konuyla
ilgili yazısını okuyalım:
               “Ordu’yu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusu ile aramızda büyük
mesafe bırakarak çekilmek gerekir ki; Orduyu derleyip, toplayıp güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya
doğusuna kadar çekinilmeliydi. Düşman hiç durmadan ilerlerse hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden
destek örgütleri kurmak zorunda kalacak, her durumda beklemediği bir zorlukla karşılaşacaktı.Buna 
karşılık, bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli koşullar içinde bulunacaktı. Bu çekilişimizin en 
büyük sakıncası: Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok toprağımızı düşmana bırakmaktan dolayı 
kamuoyunda oluşabilecek iç sarsıntılardır. Ama az zamanda elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla bu 
sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Askerliğin gereğini duraksamadan uygulamalı, başka türden 
sakıncalara hep birlikte karşı koymalıydık.”([60])
Ankara’ya dönen Atatürk’ün ne bilgi vereceğini herkes merakla bekliyordu. Aslında meclis aynı amaç ve aynı ülkü uğruna mücadele eden türdeş bir topluluk değildi. Mecliste her ne kadar sadece iki küme var olduğu görünüyorsa da, aslında amaçları ve ülküleri ayrı ayrı olan dört küme vardı.

Birinci Küme, İstanbul’a Saltanat ve Hilafete bağlı Saltanat Kümesi idi. Bunlar ülkenin işgallerden kurtarılması için Atatürk ile çalışmayı, kurtuluştan sonra yeniden İstanbul’a, Halife Sultana bağlanmayı düşünüyorlardı.

İkinci Küme, eski İttihatçılardan oluşan ve doğacak ilk fırsatta Atatürk’ü bulunduğu makamdan indirip Enver Paşa ve kaçak İttihatçıları davet etmeyi düşünen Enver Paşa Kümesi idi.

Üçüncü Küme, yurt içi ve yurt dışındaki Bolşeviklerden oluşan Sosyalistler Kümesi idi. Yunan ilerleyişine karşı Kafkasya’daki Kızıl Orduyu davet etmek ve Anadolu’da bir Sosyalist Cumhuriyet kurmak istiyorlardı.

Son Küme de bütünüyle Atatürk’e ve onun tam bağımsızlık ilkelerine bağlı Bağımsızlık Kümesi idi. Ülkenin kurtuluşunun gelecek için yeterli olmayacağını, bir daha aynı durumlara düşmemek için ülkede çağdaş yeniliklerin de yapılmasının gerekli olduğuna inanıyorlardı.

General Harington’un raporuna göre, Sakarya’da Yunan Ordusu’nun ölümcül yürüyüşünü durdurmaya çalışan Atatürk ve küçük ordusu, iki ateş arasındaydı. Bu ikinci ateş, Enver Paşanın Bolşevik güçleriydi. Birinci tehlike batıdan yürürken, ikincisi doğuda bekliyordu. Bu arada İngilizler ve Sultan, İstanbul’da pusuya yatmışlar, fırsat kolluyorlardı. Enver Paşa’nın hangi güçlerin başında Ankara’yı kurtarmaya geleceği belli değildi. Bu güçler yalnız Ruslardan Kurulu olmayıp Azeriler, Dağıstanlılar, Çerkezler gibi “kardeş birliklerden” oluşabilirdi. Böylece Enver Paşa, “İkinci Harekât Ordusu” başında yine bir kurtarıcı olarak ortaya çıkmış olacaktı. Cephe dönüşü Atatürk, Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada “Cephede durumun düzeldiğini ve telaşa gerek olmadığını” söylemiş ve konuşmasını “Dört hafta sonra düşmanı yeneceğiz” sözleri ile tamamlamıştır. Tabii Meclis üyelerinin bu sözlere inandıklarını ve var olan endişelerin giderildiğini söylemek olanaklı değildi. Kimisi üzgün gözlerle Atatürk’ü dinlerken, kimisi kızgın kızgın söylendi, kimisi de dudaklarında alaylı bir gülüşle onu izliyordu. Mecliste çalışmaya başlayan karşıtlar: “Nasıl olsa arkasında emperyalistlerden oluşan Batı Dünyası’nın kışkırttığı ve desteği olan Yunan Ordusunu yenmek olanaksız, Mustafa Kemal de bu işi başaramaz. Hiç olmazsa bu nedenle ondan da kurtuluruz” düşüncesi ile önce gizli gizli, sonra da açıkça Atatürk’ün Ordunun başına geçmesini istediler. Atatürk, önce arkadaşlarına danışmak gerektiğini beyan ederek izin istedi; görüşmelerden sonra da “Başkomutanlığı, ancak üç aylık bir süre için ve Meclisin bütün yetkileri ile birlikte verirseniz onaylarım” cevabını verdi. Bu öneri üzerine yapılan uzun ve tartışmalı görüşmelerden sonra 5 Ağustos 1921 günü, salonda bulunan bütün milletvekillerinin oyları ile Başkomutanlığa atandı. Bunun sonucunda da yukarıda genel olarak anlattığımız gibi Sakarya’da yapılan meydan çarpışmasını kazandık.

Bu yengi (zafer), iç politikada bilinen İstanbul-Ankara anlaşmazlığını sona erdirdiği gibi, pek bilinmeyen Mustafa Kemal – Enver Paşa ve Mustafa Kemal - Lenin arasındaki ilişkileri de bir düzene koymuştur. Enver Paşa’nın başta Atatürk olmak üzere Türk ulusunun bu yengisinden sonra Ankara’yı ele geçirme ve Atatürk’ü alaşağı etme hayalleri artık sona ermiş ve Sovyetler de kendisini başından savmıştır. Enver Paşa, bunun sonucunda Orta-Asya’ya giderek Türk halklarını bir araya getirmek için mücadelesine başlamıştır. Fakat Bolşeviklerle yaptığı bir çarpışmada Tacikistan’da ölmüştür. Enver Paşa, önce Almanların sonra Bolşeviklerin ve İngilizlerin oyuncağı olmuştur. Olaylara gerçekçi bakamayışının sonucunda canından olmuştur.

Lenin ve Kızıl ordu liderleri ise; Anadolu’yu yardım bahanesi ile Bolşevik ihtilali gerçekleştirme düşüncesinden vazgeçip Ankara ile dostluk kurmayı seçmişlerdir. 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması bu amaçla, 13 Kasım Kars Antlaşması ve bütün Kafkas devletlerinin katılımıyla yenilenmiştir. Fransa da diğer müttefiklerinden ayrılarak 20 Ekim’de imzalanan Ankara Antlaşması ile Hatay dışında işgal ettiği bütün toprakları bırakmıştır. Sakarya yengisi, İngiltere'yi de Ankara'yı tanımaya zorlamış ve 23 Ekim 1921 günü Tutsakların Serbest Bırakılması Antlaşmasını yapmıştır. İtilaf devletleriyle yapılan bu siyasi antlaşmalar, Sevr Antlaşması’nın geçerliliğini yitirmesi sonucunu doğurmuştur.

Savaşın Dünya çapındaki en önemli etkisi; Emperyalist ülkeler, sömürge halkları ve liderlerinin görüş ve düşüncelerinde oluşmuştur. Herkes şunu anlamıştır ki; Emperyalizm artık durdurulabilir ve yenilebilirdir. Anadolu’da genç bir general bunu herkese göstermiştir. Daha sonraki yıllarda bazı devlet kurucu liderlerin açıkça söylediği gibi, artık “Kemal Paşa onların kahramanı” olmuştur. Yakından izlediğimiz şekilde Sakarya yengisi yüksek rütbeliler katında bütünüyle Atatürk’ün olağanüstü karar ve önlemleri ile kazanılmıştır. Üstün taktik ve taktik bilgi hâkimiyeti ile yenilgiye uğratılmış bir orduyu eline almış, yetiştirmiş ve zafere götürmüştür. Başarının diğer bir bölümü ise, kahraman askerlerimize aittir. Sakarya Meydan Çarpışması, tarihte en uzun süren meydan çarpışmasıdır. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki; Atatürk, 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da teftiş yaparken atından düşmesiyle kaburgalarından bazılarını kırmıştır. Doktorunun kesinlikle hareketsiz dinlenmesi gerektiğini kendisine söylese de Atatürk, aldırış etmemiştir. Atatürk, Sakarya Meydan Çarpışmasını kaburgaları kırık bir şekilde yönetmiştir.

Bu bilgiler ışığında sırada, Kurtuluş Savaşı’mızda bize yardım eden Sovyetler Birliği’nin ilk tutumlarını ve daha çok ülkemizdeki birtakım küme ve kişilerin bu noktadaki hareketlerini anlatalım. Ancak, şunu belirtmeliyiz ki; Sovyetlerin kendi politikaları, o dönemdeki Sovyet halkına karşı herhangi bir düşmanlığın beslenilmemesi gerekir. Doğal olarak Sovyetler Birliği, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir. Anadolu’nun durumu netleşince Türkiye – Sovyet dostluğu zor da olsa kurulmuştur. Diğer önemli bir durum ise; o dönemde doğu bloğunun sağlama alınması gerekiyordu. Bu yüzden Atatürk, Sovyetler ile dostane ilişkiler kurmaya çalışmıştır ve kurmuştur da. Cumhuriyet kurulduktan sonra Türk ulusu ile Sovyet halkı birbirine kaynaştırılmıştır. Sovyetlerden işçiler gelerek, ülkemizdeki işçilerin hızlıca eğitilmesinde yardımcı olmuşlardır. İstanbul Taksim’de dostluğun simgesi haline gelen Atatürk’ün diktirdiği Cumhuriyet Anıtında iki Sovyet generali bulunmaktadır. Saygı kazanmak için öncelikle bir ulusun kendisine sahip çıkması ve geleceğini kendi eline alması gerekir. Bu da kendisini ezdirmemek ve dünyaya kendisini kanıtlamakla olur. Yalnız büyük bir gerçek vardır ki; Atatürk, hiçbir zaman başka ulusların topraklarını ele geçirmek için sinsi politikalar yapmamıştır. Genel olarak Türk ulusu, bağışlayan, iyi niyetli bir ulustur. Bu yüzden zorba bir ulus olmamıştır. Dünya uluslarına örnek olmuştur. Atatürk de böyle bir insandır. Kurtuluş Savaşı’nın o zor günlerinde bile Sovyetlerin yardımlarına karşılık Atatürk ve Türk ulusu, Karadeniz’de yetişen hububat([61]) ürününün bir bölümünü Sovyetlere hibe etmiştir. Hatta Atatürk, bu yardımı Sovyetlere yazdığı bir mektupta “bir nebze yardım edebildiysek”([62])-([63])-([64]) diyerek belirtir.

Bu konuda göze ilk çarpan, Meclis içindekiler ile Atatürk’ün Bolşeviklere nasıl yaklaştığının ayırımıdır. Bolşeviklerin 1919 yıllarında mücadele alanı olarak, denetimin bütünüyle işgalcilerin elinde olduğu İstanbul’u seçmeleri, daha başından Bolşeviklerin Türk Ulusal Mücadele’sinin başarılacağına karşı inançlarının olmadığının göstergesidir. Bolşevik önderlere göre esas mücadele yeri, işçinin daha yoğun bulunduğu İstanbul ve çevresidir. Ulus mu, İşçiler mi? Atatürk, bunların tam tersine, İstanbul’un işgal altında olduğunu, mücadelenin hiçbir zaman buradan başlatılamayacağını söyler. Tek amacı bir an önce Anadolu’ya geçmek ve mücadeleyi burada vermek, düşmanı burada yenmektir. Eğer Atatürk, 9. Ordu Müfettişliğini alamasaydı ikinci bir tasarıyı hayata geçirecekti. Atatürk şöyle demektedir:

“İstanbul’da çeşitli adlar altında çeşitli programlar ve partiler yapılarak kurtuluş yolları aranmaktadır. Bunların her birini inceledim. Hiçbiri bir teyit gücüne dayanmıyordu. Bununla birlikte hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim. Dayanılacak gücün doğrudan doğruya ulus olacağı inancı bende pek güçlüydü.” ([65]) ve “…Yapılacak şeyin ulusun içine girmek ve orada çalışmak olduğuna karar verdim…”([66])
Bakalım Atatürk bu düşüncenin peşindeyken, başkaları nelerin peşindeydi.
Sovyetlerden Bolşevik Yardımı:
Türkiye’de Bolşevik aydınların, diğer akımlara göre daha güçlü ve etkin olmasının nedeni elbette 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi’dir. Bu devrimle Çarlık düzeni devrilmiş, yerine kurulan sosyalist düzeni çarlık döneminde imzalanan Türkiye aleyhine tüm anlaşmalardan vazgeçtiğini açıklamıştır. Ekim Devrimi, kurtuluşu mandada görenlerin imdadına yetişmiştir. 1920’de açılan meclis üyelerinin büyük çoğunluğunu İttihatçılar oluşturmaktadır. Sovyetler, İttihatçılarla temas kurmakta gecikmezler. İttihatçılar Atatürk’e göre, Sovyet Rusya’ya çok daha yakındı. 1920’lerde genç İttihatçılardan kimileri Moskova’ya gider. Sovyet hükümeti bu gençleri kendi tasarıları doğrultusunda eğitir. Çünkü o yıllarda, Sovyetlerle ilişkiler oldukça gerilmiştir. Sovyetler, sadece ulusal mücadelecilerle değil, ulusal mücadelede yer almayan, hatta ulusal mücadelenin karşında yer alan, eleştiren kesimlerle daha sıkı ilişki kurma politikası izler. İttihatçılar, bunlardan bir tanesidir. Enver Paşa, Atatürk’e alternatif olarak Ruslar tarafından desteklenir, mücadelenin başına geçebilmesi için fırsat yaratılmaya çalışılır. Hatta Rusya Komünist Partisi Politbürosu, Enver Paşa kümesine para yardımında bulunma kararı alır. Enver Paşa da Anadolu’da mücadelenin başına geçeceği günlerin hayalini kurmaktadır. Rusya’nın İttihatçıları desteklemesinin başka bir nedeni de, İttihatçıların bağlantılarının daha güçlü olmasıdır. Hem yurtiçinde hem yurtdışında… İttihatçılar, Atatürk’ün sahip olmadığı bağlara sahiptirler. Rusya, bu bağları ve gücü kullanarak devrimi, Hindistan, Afganistan ve diğer Ortadoğu ülkelerine yaymaya çalışacaktır.

Bolşevik Olmayan Bolşevikler – İttihatçılar:
Atatürk, İttihatçıların çalışmalarından oldukça rahatsızdır. İttihatçılar, Meclis’te hem büyük bir kümeydi hem de Atatürk’e muhaliftiler. Atatürk’ün meclis içerisinde temel mücadelesi İttihatçılara karşı oluyordu. Sovyetlerin, İttihatçılara bu derece önem vermesi ve yardımda bulunması, Atatürk’ü rahatsız eden konuların en başında geliyordu. Atatürk’ün, tıpkı Enver Paşalar gibi Rusya’ya teslim olup daha fazla yardım alma olanağı vardı. Ancak bu yolu hiçbir zaman aklından geçirmedi. Tek amacı ulusu, yine ulusun gücüyle tarihte hak ettiği yere getirmekti. Ulus, ya bu hak ettiği yere gelecek, ya da yok olup gidecekti. Bunun dışında başka bir yol yoktur. Atatürk’ün bu kararlılığı, zaferleri de beraberinde getirmiştir. Özellikle, Sakarya yengisinden sonra, Sovyet Rusya’nın Atatürk’e karşı tutumu değişecek, Sovyet liderleri, Atatürk’ü mücadelenin tek ve asıl lideri olarak kabul etmek zorunda kalacaklardır.

Anadolu’da Bolşevik Hayaletin Dolaştığı Yıllar:
Burada bir konuyu belirtmenin yararı var. Özellikle şu soru hemen hemen herkesin aklına gelebilir; Bolşevikler birdenbire, onca değişik çevreden insanı nasıl etkileyebildiler? Gerçekten de 1920’li yıllarda Bolşevizm, çok değişik hatta birbirleriyle tamamen zıt akımları bir araya getirmiş, birbirlerine düşman insanları birleştirmiş, bir tek Atatürk’ü etkisi altına alamamıştır. İttihatçılar, Bolşevik olmamalarına rağmen Atatürk’e karşı büyük Bolşevik olmuşlardır. İttihatçı olmayan İngiliz hayranları, Alman hayranları bir anda Rus hayranı olmuşlar ve Sovyet Rusya’ya büyük umut bağlamışlardı. Rauf Orbay, bir anda Bolşevik oluyor:
“Amerika işe karışmaz, Avrupalılar da bizi yok etme kararlığından dönmeyecek olurlarsa, dayanak noktasının ister istemez doğuda arayacağız”([67]) der.

Elbette doğudan kastı; Sovyet Rusya’dır.  O yıllar, en zor geçen yıllardır aynı zamanda. Sevr Antlaşması imzalanmış, Yunanlılar, Bursa’yı işgal etmişlerdir. Bolşeviklere bir kurtarıcı gözüyle bakmaya başlanmıştır. Meclis tartışmaları da çoğunlukla bunun üzerinedir. Kimi milletvekilleri “Bolşevik olalım da, Bolşevikler gelsin bizi kurtarsın”, “Ne bekliyoruz, niçin komünizmle halka yeni bir ruh aşılamıyoruz, hangi mal ve servet kaldı ki korkalım?”([68]) demektedir. Herkes kendisine tutunacak bir yer aramaktadır. Dönemin ünlü ulusçusu Hamdullah Suphi dahi şöyle demektedir: 

“Mademki Bolşevikler, sınırlarımıza yaklaşıyor ve bizim onları geri çevirmek olanağımız da yoktur. Özellikle o güç, İngilizler, Rusya’yı istila ettikleri zaman yerinde vuruşlarla onları topraklarından attılar. Güney Rusya’da tutundurmadılar. Mademki bu güç hem kendi topraklarını koruyacak, hem başka topraklarda görüşünü kabul ettirecek bir büyüklüktedir, örgütlüdür ve yavaş yavaş bize yaklaşmaktadır, o halde Meclisin görevi, olumlu ve olumsuz görüşünü tez elden belirtmektir. Eğer olumlu bir görüşe sahip isek, eğer öyle bir kanıdaysak memleketimizi aydınlatalım, gelenden korkmasınlar. İman ediyorum ki; memleketimizdeki istilacı hain güçleri kovmak için bizim en doğal yardımcımız, gelen Bolşevik güçleridir.”([69])-([70])-([71])

İşte bu çırpınışlar içerisinde bir tek Atatürk, Bolşevikler gelsin bizi kurtarsın düşüncesine karşı çıkar. Atatürk, “Rus güçlerini çağıracak mısınız, böyle bir şey düşündünüz mü?” sorusuna, “Neden dolayı böyle bir girişim yapalım? Böyle bir girişime sebep var mıdır? Biz, böyle bir şey düşünmedik ve düşünmek istemiyoruz”([72]) cevabını vermektedir. Onca çabaya rağmen Bolşevik müdahalesini Atatürk’e onaylatamazlar.

Komünist Enternasyonal ve Rusya’nın Türkiye Bolşevikleri:
Türkiye’de Komünist adıyla ilk parti Atatürk tarafından kurdurtulmuştur. Atatürk, bu şekilde ulusal mücadeleden vazgeçilmesine neden olacak Bolşevikliğin önüne geçmek istemektedir. Yoksa Rusya’ya şirin gözükmek, yardım koparmak gibi bir niyeti yoktur. Zaten bu partinin Komünist Enternasyonal toplantısı için Rusya’ya gönderdiği delegeler toplantıya kabul edilmezler. Bu toplantılar, Sovyet Rusya’nın en başta bölgedeki diğer ülkelere yayılabilmesi için yapılması gerekenleri belirlemek, yine benzer şekilde Sovyet Rusya’nın çıkarlarının, bu ülkelerde nasıl savunulacağını belirlemek için yapılır. Toplantılarda alınan kararlar, yapılan konuşmalar, Sovyetlerin resmi görüşleridir. Sovyet Rusya’nın Türk Devrimi, Atatürk hakkındaki resmi görüşü bu toplantılarda dile getirilir. Türkiye-Sovyetler ilişkilerinin gergin olduğu 1921 yılında yapılan Komünist Enternasyonal toplantısında, Atatürk, acımasızca eleştirilir:
“Anadolu işçi ve köylüleri, bağımsızlıklarını silah yoluyla kazanmak için ayaklandılar. Bu hareketin başına gene Kemal Paşa ve diğerleri gibi paşalar geçti. Kemal Paşa’nın eğilimi eski Türk düzeninin rolü ve eğiliminden farklı değildi… Anadolu işçi ve köylüleri topluca ayaklanacak, Kemal’i devirecek ve onun cesedini çiğneyerek tüm doğu ile birlikte bağımsızlıkları için savaşacakların saflarına geçeceklerdir.”([73])

Nedir bu sözlerin anlamı? Birincisi, Anadolu işçisi ve köylüsü, Atatürk’ten bağımsız ayaklanmış, Atatürk bu ayaklanmanın başına zorla geçmiştir! Ama işçiler ve köylüler, zaferden sonra gerekeni yapacaklar ve Atatürk’ü ortadan kaldıracaklar, enternasyonal cepheye katılacaklardır. Enternasyonal cephe dedikleri, Sovyet Rusya’nın yayılmacı emellerini gerçekleştirmek için kurduğu yapıdan başka bir şey değildir. İşte bu derece sığ ve gerçeklerden uzak değerlendirmeler yapılır bu toplantılarda. Ulusal Mücadele’yi başlatan adam, mücadeleyi baltalamakla suçlanır.

İslamcı Bolşevizm:
Yeşil Ordu, 1920 yılında gizli bir dernek olarak kurulur. Dernek, İslam ve Bolşevik öğeleri birleştirmek ve buna uygun bir düzen kurmayı amaçlar. Bunun yanı sıra Yeşil Ordu hakkında bir efsane dolaşmaktadır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra, Çarlık Orduları Kafkaslardan çekilmek zorunda kalmışlardır. Sarıkamış bozgunundan sonra, Ordularını buralardan çekilmeleri, Pan-Turanist([74]) amaçlar peşinde koşanların yakaladığı en büyük fırsattır. Müslümanlardan oluşan yeşil bayraklı bir Ordu, fetihlere başlamıştır ve büyük başarılar kazanmaktadır. Hatta Yeşil Ordu’nun Türkiye’ye geleceği ve emperyalistleri yurttan atacağı görüşü ortalarda dolaşır. Elbette bu efsanenin arkasında Enver Paşa ve İttihatçılar vardır. Bolşevikliklerini bu şekilde gösterirler. Ancak Yeşil Ordu’yu asıl önemli kılan, Çerkez Ethem güçlerinin derneğe katılmasıdır. Çerkez Ethem’in, Çapanoğlu ayaklanmasını bastırması o dönem için çok kritik önemde olan bir başarıdır. Ancak Ethem’in bu yengisi, fırsatı kaçırmayan muhalefet tarafından Atatürk’e karşı kullanılır. Muhalefete göre, düşmana karşı düzenli orduyla savaşmak boşunadır. Nitekim Ordu’nun ayaklanmayı bastıramaması bunun en güzel örneğidir. Atatürk’ün düzenli ordunun güçlendirilmesi yönündeki çabaları, gereksizdir! Yapılması gereken Çerkez Ethem güçleri gibi güçler oluşturmak, gerilla taktikleriyle savaşmaktır. Atatürk, bu taktiklerin zaten kullanılıyor olduğunu söyler, ancak muhalefet durulmaz, hatta Atatürk’e karşı Çerkez Ethem’i önerenler dahi çıkar. Çerkez Ethem de, Bolşevik söylemlerle Sovyet Rusya’nın dikkatini çekmeye çalışır. Kimi zaman kendisini Komünist olarak tanımlar. Ethem’in, Yeşil Ordu’ya katılmasının bir diğer anlamı da Atatürk muhaliflerinin, Atatürk Ordusu’na karşı bir güce sahip olmasıdır. Atatürk’e karşı kullanılacak bir askeri güçleri vardır artık. Fakat daha sonra Atatürk’ün emriyle Yeşil Ordu çalışmalarına son verilmiştir.

Sonuç olarak; Atatürk Gerçekçi, Türk Bolşevikler Şabloncuydu. Atatürk, Türk ulusunun doğasına uymayan düşüncelerin ve düzenlerin tutmayacağının farkındadır. Bolşevizm de bunlardan biridir. Halkçı bir düzen, devletçi bir düzen kurmak dışında da başka bir yol yoktur. Ancak bu, Bolşeviklik değil; ulusun doğasına uygun, tarihine uygun, örf ve adetlerine uygun bir sistemdir. Atatürk, bu gerçeklerin farkındadır; gerçekleşemeyecek boş hayallerin arkasından koşmaz. Ulus da bunun ayırımındadır; boş hayallerin arkasından değil; gerçeklerin arkasından gitmiştir.([75])

-          Ulusal Bağımsızlık Mücadelesi Döneminde Önemli Bir Olay
Kurtuluş Savaşı’nın son bölümlerini anlatmadan önce Birinci Dünya Savaşı’nın son zamanlarında katılan ve kendi egemenliği altında bir Ermeni Devleti kurmaya çalışmış Amerika Birleşik Devletlerine, değinmek gerekir. Çünkü ABD, Anadolu’ya yerleşmek için dönem dönem girişimlerde bulunmuştur. Daha Kurtuluş Savaşı’nın kazanılıp kazanılmayacağı kesinlik kazanmamışken Atatürk, hiçbir zaman taviz vermediği tam bağımsız kişiliği ile 3 Ocak 1922’de, ABD’ne diplomatik ama keskin bir muhtıra vererek ABD’nin Anadolu’ya yardım bahanesi ile yerleşmesini önlemiştir. Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından sonra gerçekleşen kimi olaylar içerisinden bazılarını ele almamız gerekir. Bunlardan en önemlileri kongreler dönemine denk gelen mandacılık olaylarıdır. Ülkenin önemli bazı aydınları Amerikan Mandacılığını savunarak İstanbul’da mitingler düzenleniyorlardı. Bazı Paşalar da bu manda olayına destek veriyordu. Bu hareketler, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tartışılmış; başta Atatürk olmak üzere ulusal mücadeleciyi savunanlar, Amerikan mandasına karşı çıkarak konuyu çözmüşlerdir. Fakat bu olaylar nasıl gerçekleşmişti? Atatürk’e kimler karşı çıkmıştı? Kimler Amerikan mandasını savunuyordu? Birazdan genel olarak bu soruların cevaplarını vereceğiz. Ayrıca bu konunun belgelerini, konu anlatımı sonunda referans bölümüne koyacağız.

Öncelikle, Amerikan mandasını isteyen önemli kişilerin adlarını verelim: Halide Edip Adıvar, Kara Vasıf, İsmail Fazıl Cebesoy, İsmail Hami Danişment, Refet Bele, İsmet İnönü, Hüseyin Rauf Orbay ve Bekir Sami Beyler bu isteğin başını çekenlerdendir.

Atatürk, Sivas Kongresi’nde yalnızca İstanbul Hükümeti ve İngilizlerin hazırladıkları tehlikelerle mücadele etmemiştir. Erzurum Kongresi sonrası gittikçe artan Amerikan Mandası taraftarlarına karşı koymak zorunda kalmıştır. En yakın arkadaşları ve aydınların büyük bir bölümü bu düşünceye kapılmışlar; O'na, mandayı kabul edelim diye baskı yapıyorlardı. Kongre için Sivas'a erken gelen İstanbul delegeleri, diğer delegeleri de etkileyerek Amerikan mandasını isteyen bir rapor hazırlamışlardır. Bu rapor, Sivas Kongresi gündemine alındı. 8 Eylül 1919 günü Kongre, mandayı tartışmaya başladı. Özellikle İstanbul'dan gelen Kara Vasıf Bey, İsmail Fazıl Cebesoy Paşa, İsmail Hami Danişment ve Refet Bele, Kongre salonunu etkileyecek uzun konuşmalar yaparak, Amerikan mandasını savundular. Kara Vasıf’ın konuşması sırasında delegelerden biri:

"İstanbul'dan mandayı mı bize armağan getirdiniz?" diye bağırdı. Refet Beyin konuşması, delegeler üzerinde o kadar etkili olmuştu ki; oylamaya geçilmesi durumunda manda kararı çıkacağından çekinen Atatürk, toplantıya on dakika ara vermiştir.

Atatürk, mandayı savunanları karşısına almadan Sivas Kongresi'ni başarı ile yönetmiş ve mandanın reddedilerek, ulusal bağımsızlık mücadelesi kararının çıkmasını başarıyla sağlamıştır. Gösterdiği önderlik sabrıyla, kongrenin birlik beraberlik içinde çalıştığını ve sonuçlandığını dost, düşman herkese göstermiştir.

Atatürk, Nutuk’ta Amerikan veya İngiliz mandası isteyenleri şöyle eleştiriyor:

“Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti'nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin ayrı ayrı devletlerarasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.

Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olunursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.

Yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve uyuşukluğu açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir efendi getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.

Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm!

İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık.
Peki, efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?”([76])

Atatürk’ün Samsun’a çıkışından beri bu düşünceye sahip olduğu, bütünüyle biliniyordu. Buna rağmen gerçekleri inatla görmek istemeyen kişiler ise başka amaçlar peşinde koşmaktaydılar.

Halide Edip Adıvar:
Halide Edip Hanım, Sivas Kongresi zamanlarında İstanbul’daydı. Wilson Prensipleri Örgütü, Amerikan taraftarlarınca 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından yaklaşık bir ay sonra, 4 Aralık 1918'de kurulmuştur. ABD Mandası taraftarlığını savunmak ve yaymak için kurulan bu örgüt, Vakit gazetesi bürosunun üst katındaki Matbuat Örgütüne ait yerde çalışmaya başlar. Fakat hazırlıkların daha önceden başlamış olduğu şüphesizdir. Özellikle ertesi gün, hemen Wilson'a bir yazı gönderilmiş olması, muhtemelen hazırlıkların daha önceden başlamış olduğunu gösterir. Nitekim örgütün kurucularından Halide Edip de anılarında örgütün, 1918 yılı Kasım’ında kurulduğunu açıklar. Wilson Prensipleri Örgütü'nün kurucuları, İçişleri Bakanlığına kuruluş için verilen dilekçeye göre şu kişilerden oluşuyordu:

Kurucular: Halide Edip Adıvar Hanım, Dr. Celaleddin Muhtar Özden, Ali Kemal ve Hüseyin Avni Beyler.

İlk Yönetim Kurulu Üyeleri: Halide Edip Adıvar Hanım, Refik Halit Karay, Ali Kemal, Hüseyin ve Kâtip Ragıp Nurettin Beyler.

Çalışma Kurulu Üyeleri: Ati ve İkdam gazetelerinin başyazarı Celal Nuri İleri, Akşam gazetesinin başyazarı Necmeddin Sadık Sadak, Zaman gazetesi başyazarı Cevat, Sabah gazetesi başyazarı Ali Kemal, Yeni gazete başyazarı Mahmut Sadık, Vatan gazetesinin başyazarı Ahmet Emin Yalman, Yenigün gazetesinin başyazarı Yunus Nadi Abalıoğlu beyler.

İngiliz gizli belgelerinde, örgütün Halide Edip ile Rıza Tevfik tarafından kurulduğu ve Robert Koleji'nin müdürü Dr. Gates tarafından da desteklendiği belirtilir. Örgütü oluşturanlardan Halide Edip, İstanbul'daki Amerikan Robert Koleji'nin ilk kadın mezunu olup, Ahmet Emin Yalman ise; yüksek öğrenimini Amerika'da yapmıştır. ABD mandası çıkarına yazılar yayınlayan Rauf Ahmet de iki yıl Amerika'da bulunmuş bir kişidir. Yıllar sonra örgütün kurucuları, yazdıkları anılarında bu konuya pek değinmemiş ve geçiştirmeye çalışmışlardır. Örneğin Halide Edip, Türkün Ateşle İmtihanı adlı anılarında, örgüt ile ilgili olarak hiç bir ad vermeksizin örgütün İstanbul'da tanınmış gazeteci ve avukatlardan kurulmuş olduğunu, gazete temsilcilerinin Vakit Matbaasında toplanarak Wilson'a muhtıra gönderdiklerini, muhtıranın zaten iktisadi yardım talebi ile uzmanlar getirilmesi suretiyle kalkınmayı sağlamak niyetinden oluştuğunu açıklar.

4 Aralık 1918'de kurulan örgütün, kurulduktan sonra hemen ertesi günü, 5 Aralık 1918'de yaptığı ilk iş, ABD Başkanı Wilson'a beş sayfalık İngilizce yazılmış bir muhtıra sunmak olur. Her ne kadar muhtıra olarak söylense de, bu yazıda adeta ABD'ne, gel sen bizi yönet şeklinde davet yapılır. Yazıda, türlü vesilelerle Anadolu'daki soy ve budunlardan (kavim) bahsedilerek, Türkiye'deki aydınların ve vatanseverlerin kuracağı bir yönetimin zamanla soysuzlaşarak bir “istibdat([77]) haline geleceği” belirtilir ve bu nedenle bir süre için yabancı bir yönetimin kılavuzluğuna gerektiği açıklanır. Son sayfasında da, “bütün uluslara hak tanıyan prensiplerinden ötürü Başkan Wilson'a derin şükran” sunulur. Soy ve budunlar nedeniyle kurulacak bir yönetimin soysuzlaşması ve istibdat haline gelmesi ne demektir? Osmanlı'da hangi soya karşı soysuzlaştırma yapılmıştır? Asıl istibdat giderek Türk unsurunun üzerine çökmemiş midir? Halide Edip’in bu mektubundan yaklaşık 12 yıl önce Atatürk, Vatan Ve Hürriyet Cemiyetinin (Yurt ve Özgürlük Örgütü) Selanik Şubesinin kuruluş toplantısında arkadaşlarına şu sözleri söylemiştir:

“Padişah, eğlence ve saltanatına düşkün, her alçaklığı yapabilecek nefret edilen bir kişidir. Ulus, baskıcı ve istibdat (zorba yönetim) altında yok oluyor. Özgürlüğün olmadığı bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük görevler yüklüyor. Ben Suriye’de bir örgüt kurdum. Baskıcı yönetim ile mücadeleye başladık. Buraya da bu örgütün temelini kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve örgütü şekillendirmek zorunludur. Sizden fedakârlıklar bekliyorum. Kahredici bir baskıcı yönetime karşı ancak devrim ile cevap vermek ve eskimiş olan çürük yönetimi yıkmak, ulusu egemen kılmak, özetle vatanı kurtarmak için sizi göreve çağırıyorum.

… Arkadaşlar! Gerçi bizden önce birçok girişimler yapılmıştır. Fakat onlar başarılı olamadılar. Çünkü işe örgütsüz başladılar. Bu kuracağımız örgüt ile bir gün mutlaka ve elbette başarılı olacağız. Yurdu, ulusu kurtaracağız.”([78])-([79])

Buradan da görüldüğü üzere istibdadın, saltanat tarafından ulusun üstüne çöktüğünü Atatürk çok daha önceden söylemişti. İstibdat altında kalan ulus kimdir? Tabii ki de; Türk ulusudur. Ayrıca Halide Edip, bu mektubunda, ulusal bağımsızlık mücadelesinin başarılamayacağına ve uygar bir biçimde ülkenin yönetilemeyeceğine inandığını görüyoruz. Aynı zamanda bu mektup, Türk ulusunu alçak, uygar olmayan, kendi kendine yetemeyen bir ulusmuş gibi tanıtmıştır. Hâlbuki Türk ulusunun geçmiş tarihi, bunların tam tersini dünyaya ispatlamıştır. Çanakkale Savaşlarının, Halep’in kuzeyinde gerçekleşmiş ve Doğu Cephesinde Ruslarla yapılan çarpışmaların kazanılmasıyla da bir daha ispatlanmıştır.

Halide Edip, King-Crane Komisyonu ile temas halindeydi. Komisyon, Amerikan Cumhurbaşkanı tarafından özellikle Arap illeriyle ilgili güdüm konusunu araştırmayla görevlendirilmişti. Bu incelemeyi tamamladıktan sonra da komisyon, Türkiye’nin güdümü,  İstanbul’un yönetimi ve Ermeni güdümü konusu üzerlerine tezler üretmiştir. Komisyonun ileri sürdüğüne göre, Sivas Kongresinin Amerikan Mandasını istemesi bekleniyordu. Komisyonun Ağustos sonlarında İstanbul’da bulunması, başkentte birçok aydının Amerikan Mandası konusunda Sivas Kongresine baskı yapmasına yol açmıştır. Ayrıca, Milletler Cemiyeti veya Amerikan Mandasının on beş ilâ otuz yıllık belirli bir ölçü ve sınırlı bir süre ile kabul edilmesinin uygun olduğu hakkında bir tasarı da, Ahmet İzzet Paşa tarafından yazılmıştır. Kara Vasıf Beyin mektubu,  İsmet (İnönü) Beyin 27 Ağustos 1919 tarihinde Kazım Karabekir Paşaya yazdığı ve ABD Mandasını savunan mektubuyla anlam olarak aynı fakat daha ayrıntılı bir mektuptur.

Halide Edip Hanım’ın Atatürk’e yolladığı 10 Ağustos 1919 tarihli mektubunda Sivas Kongresi toplanana kadar Amerika'nın Türkiye'deki komisyonunu alıkoyabileceklerini hatta Sivas'a Amerikalı bir gazeteci gönderebileceklerini yazıyor; savaş ile çözüm bulunamayacağını ileri sürüyordu. Hâlbuki Atatürk, her zaman barış yanlısı olmuş; savunma savaşı hariç bütün savaşları bir cinayet olarak nitelemiştir. 1920 yıllarında ise; İtilaf devletlerine yolladığı telgraflarda emperyalistlerin, savaşmadan Türkiye topraklarını bırakmalarını istemiştir. İtilaf devletleri, barış düşüncesini Anadolu’yu ele geçirmek için Türk tarafını oyalamak amacıyla kullanmış; hiçbir zaman içten davranmamıştır. Böylelikle savaş yolunu seçen; İtilaf devletleri olmuştur.

Ayrıca Halide Edip Hanım, 21 Ekim 1927 tarihli The Times gazetesinde bir mektup yayınlamış; Bu mektubunu Abraham Lincoln’un:

“Bir kimse sonsuza dek, herkes ise bir süre kandırılabilir; fakat herkes sonsuza dek kandırılamaz.” sözü ile bitirerek âdeta Atatürk’e bir uyarıda bulunurken, 10 Ağustos 1919’da Atatürk’e yazdığı ve Türkiye için Amerikan mandasını, en zararsız olarak nitelediği mektubunun Nutuk’a belge olarak alındığını düşünemiyordu.

Kara Vasıf – Rauf Orbay – Bekir Sami – İsmail Hami ve diğer mandacılar:
Kara Vasıf, Bekir Sami, Rauf Orbay ve İsmail Hami, Sivas Kongresine katılanlardandır. Kongre, 4 Eylül 1919'da toplandı. Atatürk, Kongre’nin açılışına 13.55 sularında gelmişti. Binaya girerlerken Rauf Bey'in sözlerine Atatürk, şu kısa ve sert yanıtı verdi:
"Bekir Sami Bey'in evinde verdiğiniz kararı bana tebliğ ediyorsunuz öyle mi?"([80])
Konu daha sonra anlaşıldı. Bekir Sami Bey'in kaldığı evde Rauf Orbay, Kara Vasıf, İsmail Hami Beyler ve bazı kimseler toplanarak Atatürk’ün kongrede başkan olmaması için karar almışlar; Rauf Bey de bu kararı kendi düşüncesiymiş gibi Atatürk’e açıklamıştı. Fakat bu toplantıdan haberi olan Atatürk, Rauf Bey'e o sert yanıtını vermişti. İşin ilginç yanı Bekir Sami Bey'in evinde toplanan bu kimseler manda yanlısıydılar. Atatürk, başkan seçilmezse manda için istedikleri bir kararı kolayca aldırabilirlerdi. Bu bölümde Atatürk’ün şu sözlerine değinerek konunun derinliğini vurgulamamız gerekir:

“Efendiler, bütün vatanın ve ulusun büyük bir felâket içinde olduğunu göz önünde bulundurarak, bir çare ya da çıkış yolu olduğuna inandığım bir düşünceyi, içinde bulunduğumuz zor durumlara ve koşullara rağmen maddi - manevi bütün varlığımla rahata ermeye çalışırken benim yakın arkadaşlarım daha dün İstanbul'dan gelmiş ve bitik durumun iç yüzüne bayağı saygı duyduğum ihtiyar bir kişinin diliyle, bana kişilikten söz ediyorlar.”([81])

Manda konusu, büyük bir taraftar bularak, Sivas Kongresi'nin gündemine girmiştir. Manda yandaşlığının bu kadar geniş taraftar bulması, Atatürk’ü üzmüştür. Rauf Bey ve Refet Bey gibi, Amasya Genelgesi'ni imzalamış kimseler bile mandacılığı destekliyorlardı. İstanbul'dan gelen Kara vasıf Bey, bu konuda oldukça etkiliydi; Sivas'a bir Amerikalı gazeteci getirmişlerdi. Sonunda Amerikan Kongresi'ne bir mektup yazılarak Manda istenmesini öneren Rauf Bey'in bulduğu çözüm kabul edildi ve bir mektup yazıldı.

Atatürk’ün Nutuk’ta da belirttiği gibi Rauf Bey, İtilaf devletlerinin topraklarımızın nerelerini paylaşacağını anlatıyordu. Bu yüzden ona göre, en iyi yol ABD mandası olmaktı. Yani ulusal kurtuluşun olanaksız olduğunu, bu mücadelenin hayalcilikten başka bir şey olmadığını vurgulayarak; başka bir emperyalistin boyunduruğu altına girmeyi kabul ediyordu. Bu gibi düşünceler ancak, ulusal duygulardan yoksun insanların düşünebileceği şeylerdir.

Manda meselesini gündeme getirenler, kendilerini ılımlı görenlerdi. İstanbul’da bu işin önde geleni ise, Müşir Ahmet İzzet Paşa idi. Bu konuda bir rapor hazırlamış ve Kurmay Binbaşı Saffet Arıkan Bey, eliyle Kâzım Karabekir’e göndermişti. Bu yolla konu Sivas Kongresi gündemine getirilmek istenmiştir. Yine Saffet Bey, bu raporla beraber İsmet İnönü’nün de bir mektubunu Kâzım Karabekir’e getirmiştir.

Kâzım Karabekir, Saffet Bey’e Manda konusunda ne düşünüyorsunuz diyerek; İstanbul’un ve kendisinin düşüncesini öğrenmek istemiştir. Saffet Bey de “Amerikan mandasından başka çare olmadığını, İstanbul’da aklı başında, namuslu kişilerin bu düşüncede olduğunu, padişah, hükûmet ve bazı çıkar düşkünlerinin İngiliz mandası istediğini, memleketin Mısır Hıdivliği seviyesine düşmesine razı olduklarını” söylemiştir.

Ahmet İzzet Paşa da, Kâzım Karabekir’e gönderdiği raporunda Sivas Kongresi’nde, Amerikan Mandaterliğinin istenmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Kâzım Karabekir Paşa da aldığı bu haberleri, Atatürk’e aktarırken 21 Temmuz 1919 tarihinde İstanbul’dan alınan bilgilere göre, Türkiye’nin Amerikan Mandaterliğini kabul ettiğini, Ermenistan fikrinin olanaksızlığının Amerika tarafından kabul edildiğini bildirmiştir.

Ali Fuat Paşa 15 Ağustos 1919 tarihli telgrafında; Ahmet İzzet Paşa ile görüştüğünü, bu görüşmede Ahmet İzzet Paşanın:

“Amerikan kurullarının düşüncesine göre, Anadolu’daki Kuvayı Milliye, Amerikan mandasını isterse, Amerika Birleşik Devletleri tarafından onaylanabileceğini, kendisinin de Amerikan mandasının istenmesinden yana olduğunu” söylemiştir.
Amerikan mandasını isteyenler arasında sıkça bu konuyu gazetesine taşıyan biri de, Türk basın delegesi Rauf Ahmet Bey’dir. O görüşlerini iki noktada toplamıştır:

Birincisi; İstanbul merkez olmak üzere, Edirne’yi de içine alan Anadolu’dan oluşan bir devletin kurulması.

İkincisi; “Kurulacak bu devletin herhangi bir felakete uğramasını engellemek için, Amerikan korumasının sağlanmasıdır.” demiştir.

Vakit Gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman; “Türkiye bağımsız olarak kendi başına yaşayamaz, kesinlikle güçlü bir ülkenin kontrolü gerekir.” diyerek Amerika manda isteğine destek vermiştir.

Bekir Sami Bey de, 25 Temmuz 1919 tarihinde Amasya’dan Üçüncü Ordu Müfettişliği kanalı ile Atatürk’e gönderdiği telgrafında:

“…Bağımsızlığın gerekli ve istenildiğini, ancak tam bağımsızlığın zor olduğunu, birkaç vilâyetle sınırlı kalacak bağımsızlıktan ise, mandater tam bir ülkenin daha iyi olacağını bildirerek, bu ülkenin Amerika olduğunu, bütün ulusun bu görüşünü Wilson’a, Senato’ya ve Amerikan Kongresi’ne bildirmesi gerektiğinden…” bahsetmiştir. Atatürk, bu telgrafı okurken Mahzar Müfit Kansu ve Rauf Orbay yanındadır. Mazhar Müfit, Mustafa Kemal’in tepkisini şöyle dile getirir:

“Mustafa Kemal Paşanın sigarayı arka arkaya yaktığını, sinirlendiğini ve ne garip, Bekir Sami Bey de Amerikan Mandasının kabulünde taraf olduğunu ve öğüt vermekten başka çare bulamıyor…” Ve devamında da Atatürk’ün şöyle dediğini söyler:

“Oh ne ala, savaşmak yerine Mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız, bu ne vurdumduymazlık, ne körlük ve hatta ne budalalık. İstanbul’dakilerden biri de çıkıp, Ya bağımsızlık Ya ölüm! Diyemiyor.”

Hüseyin Rauf Orbay, Mondros Mütarekesini imzalayan baş delegelerdendir. Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasını desteklemiştir. Manda isteğinin kabul edilmemesinden sonra bile Rauf Orbay, bütün olarak ulusal bağımsızlığa destek verdi diyemeyiz. Daha önce de söylediğimiz gibi Rauf Bey, bu sefer de Sovyetlerden yardım alınmasıyla ilgili sözler söylemiştir. Hiçbiri Atatürk’ün düşündüğü ve uygulamak istediği bağımsızlık mücadelesiyle uyuşmuyordu. Cumhuriyet kurulduktan belli bir süre sonra da Rauf Orbay, başka bir partinin kurulmasına yardım etmiştir. En sonunda da Atatürk’ün öldürülmesi hedeflenen İzmir Suikast’ine karıştığı gerekçesiyle hakkında tutuklama emri çıkmıştır. Ancak o sıralarda Türkiye’de olmadığı için İstiklal Mahkemesinin huzurunda yargılanamamıştır. Yurt dışında olan Rauf Orbay, uzun bir süre de Türkiye Cumhuriyeti’ne girememiştir.

Kara Vasıf da çok farlı bir tutum sergilememiştir. Öyle ki; merkezi İstanbul’da olan ve Bolşeviklerle iletişime geçen Karakol Örgütü’nde bulunmuştur.

Karakol örgütü, eski İttihatçılardan oluşan bir örgüttür. Bu örgüt, Sovyetler ile birtakım gizli anlaşmalar yapıyordu. Bu da Atatürk’ün canını sıkıyordu. Ulusal mücadele zamanında, İngilizler dışında Sovyetler Birliği de İstanbul’a temsilciler göndererek Ankara’yı dışlamaya çalışıyordu. Bu tutumlarının sebebi daha önce de söylediğimiz gibi bir Bolşevik İhtilalini gerçekleştirmek istediklerinden doğuyordu. Mustafa Suphi önderliğinde, Anadolu'da ve İstanbul’da birbirinden habersiz Bolşevik fırkalarının kurulması Atatürk’ün Karakol Örgütü’ne karşı harekete geçmesine neden oldu. 3 Mart 1920 günü Atatürk, 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir’e gizli şifre ile bir telgraf çekti. Bu telgrafta; Baha Sait Bey’in, Bolşevikler ile yaptığı anlaşmalardan ve Kara Vasıf’ın bu örgüt altında yürüttüğü programlardan bahsediyordu. Şimdi ilginç olan konu şudur: Sivas Kongresi zamanlarında ABD mandası isteğini, Kongre’de en ateşli bir biçimde savunanlardan biri de Vasıf Bey idi. Emperyalistlerin vurguladığı mandacılık anlayışına karşı çıkılan kararın resmileşmesinden sonra, Kara Vasıf’ın yeni gündemi Sovyetler ile antlaşma yapmak... Bu antlaşmalar, Heyeti Temsiliye’nin([82])-([83]) öngördüğü biçimdeki görüşmelerden, uzlaşmalardan çok uzak. Fakat Kara Vasıf bunu anlamamış ki; Bakü’de bulunan Baha Sait Bey’le birlikte Sovyetler ile antlaşma yapmaya çalışmıştır. Bu antlaşma peşinde koşanlar; Uşak Kongresi Kurulu ve Karakol Örgütü’yle birlikte, Albay İlyaçef’dir. Bunları öğrenen Atatürk, Rauf Orbay’a da belirttiği gibi, Kazım Karabekir’e de belirterek; bu eylemlerden vazgeçilmezse Kara Vasıf ve yandaşlarıyla ilişkilerinin koparılacağını belirtmektedir. Bunun dışında Atatürk, Kazım Karabekir’den Baha Sait Bey’e bir mektup yollamasını isteyerek; ülkemizi temsil edecek hiçbir resmi yetkiye sahip olmadığını belirtmesini istemiştir.

TBMM’nin kurulmasından sonra ulusal mücadelenin çıkarlarına zıt hareketler sergileyen örgütleri TBMM, hiçbir zaman tanımamıştır. Ayrıca TBMM, bu örgütleri büyük bir titizlikle izlemiştir. Yeri ve zamanı geldiğinde de bu örgütler etkisiz hale getirilmiştir.

İsmet İnönü de Amerikan Mandasını İstiyor:
İsmet İnönü de Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin başlarında, Amerikan Mandası taraftarlarındandı. Bu nedenle, İsmet İnönü’yü bu konunun dışında tutmak olanaksız ve anlamsızdır.

İsmet İnönü, Kongreler zamanında İstanbul’daydı. O dönemlerde, Atatürk’ün Nutuk’ta da belirttiği gibi, Yunanlılar saldırıya hazırlanıyorlardı; buna karşı ulusal mücadelenin de usa (akla) uygun adımlar ile bütün güçleri seferber ederek Yunan saldırılarına karşı koymak gerekiyordu. Atatürk, İsmet İnönü’yü gerekli hazırlıkları yapması için İstanbul’a yollamıştır. Ancak İsmet İnönü, Sivas Kongresi’nin başlamasından önce Kazım Karabekir’e yazdığı iki mektubunda da Amerikan mandası taraftarı olduğunu ilkinde kapalı, ikinci mektubunda da açıkça dile getirmiştir. Ve bunu, tek kurtuluş yolu olarak göstermektedir. Bu durumdan da anlaşılıyor ki; İsmet İnönü de ulusal bağımsızlık mücadelesine bütünüyle inanmıyordu.

Manda olayı kapandıktan sonra İsmet İnönü, ulusal mücadeleye destek vermiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da zaman zaman Atatürk’le önemli konularda ters düşmüşlerdir. Atatürk’ün ölümüne yaklaşık bir sene kalan dönemlerde sürtüşmeleri sıklaşmış ve giderek aralarındaki bağların kopmasına neden olmuştur. İsmet İnönü, bakanların da bulunduğu bir sofrada Atatürk’e yaptığı büyük bir saygısızlık sonucunda Atatürk, İsmet İnönü’yü başbakanlık görevinden almıştır. İlk olarak 45 günlük izinli ayrılan İsmet İnönü, daha sonra yaptığı başka bir saygısızlıkla Atatürk’ün ölümüne kadar süresiz başbakanlık görevinden alınmıştır. Yalnız bir noktayı açıklığa kavuşturalım ki; Atatürk, İsmet İnönü’yü görevinden alma nedeni bütünüyle kişisel değildir. Özellikle ülke ile ilgili konularda aldığı kararlar ve uyguladığı politikalar yüzünden görevinden almıştır. O dönemde Başbakanı, Cumhurbaşkanı seçerdi; isterse görevinden de alabilirdi. Atatürk de elinde olan yetkiyi kullanmıştır. İsmet İnönü, Atatürk öldükten sonra da Cumhurbaşkanı olmuştur.
           
İsmet İnönü dışında da manda olaylarına karışan kişiler, daha sonraları yer yer Atatürk’e karşı durmuşlar, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra da birtakım olaylara karışmışlardır. Bunlardan en önemlileri İzmir Suikastı ve Terakkiperver Cumhuriyet Partisinin kapatılmasıdır. Bu konuları, başka bir çalışmamızda işleyeceğimizden dolayı burada anlatmayacağız.

            ABD mandası isteğinde ve o dönemin gündemini bulandıran kişilerden bahsettik. Şimdi ise; Sivas Kongresi’ni biraz daha detaylı ve ABD’nin Anadolu’ya sızma politikalarını anlattıktan sonra Atatürk’ün 3 Ocak 1922’de yazdığı muhtırayı okuyacağız:
Mazhar Müfit Kansu, 25 Ağustos 1919’da Atatürk’le konuşurken ona:
"Paşam, Sivas'ta galiba manda konusu bizi çok üzecek ve yoracak" dediğinde Atatürk:
“Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz egemenliğine bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar”([84]) demiştir.
           
Atatürk, Amerikan mandası istenmesini öneren bir sürü telgraf ve mektup alıyordu. Atatürk’e göre, İstanbul’dakiler hayal ve vurdumduymazlık içindeydiler. Amerikan mandası isteyenler, düşman işgali altında güçsüz ve sinirli; Türk ulusuna ve ulusal akıma inanmayanlar ise; umutsuzluk ve bozgun bir durum içinde gerçeklerden uzak yaşayan, ne yapacaklarını ve ne yapmakta olduklarını bilmeyenlerdi. Oysa Atatürk, ulusal hareketin başarısına inanıyor; ulusal egemenlik temeline ve ulusal çıkarların yararına olmayan hiçbir antlaşmanın, sunulan garantilerin hiçbirinin kabul edilmeyeceğini, tanınmayacağını belirtiyordu. Buna rağmen ABD mandacılığı ısrarları sonucunda Amerika hükümetine yollanan mektupla([85]) bir kurulun gönderilmesi istenmiştir.

            Birinci Dünya Savaşı sonu Paris Barış Konferansı’nda gündeme gelen manda sistemi, Güney Afrikalı General Jean Chiristian Smuts tarafından Aralık 1918'de sunuldu. Buna göre, yenilen merkezi devletlerden ayrılacak ülkelerin yönetimi Milletler Cemiyeti'ne bırakılacaktı. Henüz bağımsız olma yeteneğine sahip sayılmayan uluslar, Milletler Cemiyeti tarafından bu yeteneğe erişinceye kadar eğitilecekti. Ancak kurum, bu işi kendisi yapmayacak ve büyük bir devleti görevlendirecekti. Bu devlet, Milletler Cemiyeti'nin vekili olarak söz konusu ulusu yönetecekti. Milletler Cemiyeti Sözleşmesinin yirmi ikinci Maddesi, mandaya aitti. Bu manda sistemini savunan Türkiye’deki manda taraftarlarının ruh halleri, sorgulanmaya değerdir. Kendi görüşleri, sanki ulusun görüşleriymiş gibi, ulusal mücadeleye destek verenlere karşı savunarak; Türk ulusunun aciz, kendisine yetemeyen ve uygarlıktan yoksun olduğunu vurguluyorlardı. Burada anımsamak gerekir ki; Türk ulusu, dünyada ilk uygarlığı kuran ve bu uygarlıklarını diğer uluslara öğreten bir ulustur. Dünya tarihinde, kurultaylar kurarak seçim yapan ilk ulus; Türk ulusudur! Türk ulusu, Atatürk’ün de dediği gibi, dünyayı aydınlatan bir güneştir. Bu yüzden ABD mandacılarının bu düşünceleri, bilgisizliğin ve özgüvensizliğin sonucudur. Bu görüşlerle yetinmeyerek bir de saygısızca, Atatürk’ün amacı olan ulusal bağımsızlık mücadelesine, hayalci bir düşünce olduğunu vurguluyorlardı. Ama unutulmamalıdır ki; gerçekçilik, tarihin bize gösterdiği en güzel kanıttır. Atatürk’ün gerçekçi ve köklü kararları, Türk ulusunun kesin bir başarı kazanmasını sağlamıştır.

            ABD mandasını savunanlara karşı Atatürk, şu sözleri söylemiştir:
“Biz başarılı olacağız. Buna kuşkum yok. Acaba zafere kavuştuğumuz ve ülkeyi kurtardığımız zaman, bunu savunan insanlar hiç olmazsa utanma hissini duyabilecekler mi? Bütün bu Efendilerin, Paşalar Hazeratı’nın, Sadrazam’ın, Padişah’ın isteği; kişisel rahatlıklarını ve güvenliklerini sağlamaktan ibarettir. Ne ulusu, ne vatanı, ne bağımsızlığı düşünüyorlar. Rahat yemek ve içmekten, huzur içinde ve mevkilerinde kalmaktan başka hiçbir istekleri yok. Kurulacak hükûmet, Amerika’nın etkisinde olmayacaktır. Eğer bunu Amerika’dan isterseniz, meşruiyetin kalıcılığı laftan ibaret olur.”([86])

                Başka bir ilginç tutumsa; Kazım Karabekir’den geliyordu. Trabzon'dan gelen bir telgrafla, Sivas Kongresi'nin genel kongre olmasına ve bir Temsil Heyeti seçmesine karşı olduklarını bildirdiler. Erzurum'dan da buna benzer haberler geliyordu. Hatta Kazım Karabekir Paşa da Trabzon delegelerinin görüşlerini paylaşmaktadır. Her ne kadar Kazım Karabekir, Sivas Kongresi için destek verse de buradan da anlaşıldığı üzere; o da tam olarak Atatürk’ün görüşlerini benimsemediğidir. Çünkü Sivas Kongresi, eğer genel kongre olmasaydı, Anadolu halkını tek bir çatı altında toplayabilecek bir etkiyi yaratamazdı. Diğer yandan Elazığ Valisi Ali Galip'in İngilizlerin de yardımını sağlayıp Kongreyi basacağı duyuldu. Bütün bunlar hiç kuşkusuz büyük sorunlardı. Bir yanda dış baskı ve tehlike, diğer yanda Mandacıların yozlaştırıcı çalışmaları ve Trabzon delegelerinin, Kongreyi çok ileri gitmekle suçlayan suçlamaları vardı. ABD’ne yollanan mektup zamanlarında ABD, Monroe Doktrini'ne([87]) dönerek Avrupa sorunlarından uzaklaştı. Versay'ı tanımadığı gibi Manda konusu ile de ilgilenmedi. Ayrıca Sivas’ta, Kongre’nin yapılması istenilen lise binası, okul müdüründen zorla alınmıştır. Sivas Kongresi’ne karşı karşıtlık oluşturanlar, ulusal mücadele önderlerini İttihat ve Terakki Partisi olduklarını söyleyerek kongreyi baltalamaya bile çalışmışlardır.

            General Harbord’un raporları sonucunda ABD Kongresi, manda konusunu ret etti. Atatürk, ABD’nin manda olayına girişemeyeceğini bildiği için ABD hükümetinden bir kurul göndermelerini isteyen mektuba imzasını atmıştır. Bunu, Nutuk’ta da belirttiği gibi bu mektuba önem vermemesinden anlıyoruz. Mektuba imza atmasının diğer bir nedeni de; ne olursa olsun birlik ve beraberliğin bozulmaması içindi. Yoksa ulusal bağımsızlık mücadelesi, daha en başında bitebilirdi. Atatürk, dâhice uyguladığı planları ile bu birlik beraberlik, Kurtuluş Savaşı boyunca bozulmadı. Ayrıca ABD, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ile doğrudan savaşmadığından dolayı Anadolu’da, Anadolu’nun bütününü kapsayacak bir istekte zaten bulunamazdı. Harbord kurulu, sivil ve asker olarak toplamda 46 kişiden oluşmaktaydı. Kurul başkanlığını Tümgeneral James G. Harbord yapmakla birlikte, ikinci başkan olarak Tuğgeneral Frank R. McCoy’un yanı sıra üst rütbeli kumandanlardan Tuğgeneral George V. Horn Moseley, Tabip Albay Henry Beeuwkes gibi kişiler yer almaktaydı. Bunların yanı sıra kurulda hukukçular, mühendisler, kâtipler, fotoğrafçı ve bir de Fransız Hükümeti’nin sağladığı aşçı bulunuyordu. Ermenice çevirmenleri Binbaşı Şekerjian ve Teğmen Kachodoruan’ın yanı sıra Türkçe çevirmeni olarak Robert Koleji Tarih Bölümü hocalarından Hüseyin Pektaş da kurulda yer almıştır.

            Nutuk’ta Sivas Kongresi’ni belgeleriyle anlatan Atatürk’ü, azimli ve inançlı görürken, diğer önemli kişileri kararsız ve çekingen tavırlar sergilerken görüyoruz. Yrd. Doç. Dr. Fatih M. Dervişoğlu’nun belirttiği şu sözler önemlidir: “Kongre tarihînde, yerel siyasî aktörlerin ikinci kuşak yakınlarıyla temasımda 1970-1980’li yıllarda bile konuşmaktan kaçındıklarını gördüm.” Bu tespitten çıkarılan önemli sonuç şudur: Ulusal mücadele yıllarında bağımsızlığımızı başkalarının eline veren manda olma isteklerinin yanlış ve onursuz bir yol olduğunu görselerdi; tabii ki de Sivas Kongresi zamanlarını gönül rahatlığı ile anlatırlardı.

Sonuç olarak; Sivas Kongresi’nde Atatürk’ü çok uğraştırmışlar ve üzmüşlerdir. Ve kongre bitimine kadar da, ABD mandacılığını savunmuşlardır. Bunlara rağmen Atatürk, “Ya bağımsızlık ya ölüm!” düşüncesinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Manda konusu kapandıktan sonra elde kalan sadece Atatürk’ün söylediği bağımsızlık mücadelesi olunca da mandacılar Atatürk’e destek vermişlerdir.

ABD, 1800’lü yıllardan beri Anadolu’ya misyonerlerle yerleşmeye çalışıyordu. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra da bu çalışma hızlanmış örgütlerle ve birtakım propagandalarla desteklenmiştir. Aslında ABD, mandacılıktan vazgeçse de Anadolu’ya sızma isteklerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. ABD’nin Anadolu’ya yerleşme isteklerini hatta Anadolu ile bağlantılı jeopolitik konumları itibariyle bazı bölgeleri de içinde bulunduran saptamalarını, Amerikan Yüksek Komiseri Tuğamiral Mark Bristol’ün ABD Dışişlerine gönderdiği bir yazıda görüyoruz:

“Amerika, Kafkasya’ya birlik gönderirse hem Türklerin, hem de Kürtlerin düşmanlığı ile karşı karşıya kalacağını, dolayısıyla o zaman Türklerin İngilizlere yanaşacağını İngilizler çok iyi bilmektedir. Bu nedenle Kafkasya’ya güç göndermeye kesinlikle karşıyım. Şu akılda tutulmalıdır ki; biz bu ülkeler ile hiç savaşmadık ve bugünkü durum Türkiye ile savaşta olan ülkeler tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla o ülkeler, yani İngiltere, Fransa ve İtalya, barış imzalanıncaya kadar bu ülkede ateşkes koşullarını uygulamalıdır. Güç gönderirsek bu, Türkiye’ye savaş ilanı anlamına gelir ve dünyanın bu bölgesindeki etkimizi yitiririz. Ayrıca, bu etki şimdiki barışın tek güvencesidir.”([88])

Görüldüğü üzere, ABD’nin yaklaşımı diğer emperyalist devletlere göre daha ılımlı ve daha sinsi bir yaklaşımdır. Fakat bunların farkında olan Atatürk, ABD’nin birtakım isteklerine karşı 3 Ocak 1922’de Birleşik Amerika Devleti’ne şu muhtırayı çekmiştir:
“Ankara, 3 Ocak 1922 İçişleri Bakanlığı'na 29.12.1921 Gün ve 10319/2423 Sayılı yazınız yanıtıdır:

Anadolu'da öksüzler yurdu ve örnek çiftlikler vb. hayır kurumları açma ve kurma konusunda Amerika Yakındoğu görevlileri adına yapılan başvuruya karşı vereceğimiz yanıtın konusu ve ilkeleri, ilişik muhtırada genişçe açıklanmıştır, efendim. Muhtıra Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ülkenin bayındırlaşmasına, öksüzlerin rahatlamasına, genel sağlık ve ekonomimizin düzeltilmesine yönelik girişim ve çalışmaları teşekkürle kabul eder. Ancak, bu konuda gerek uzak, gerek pek yakın geçmişte, bize oldukça ağıra patlayan deneyimlere dayanarak bir takım kaygılarımızı açıklama gereği vardır. Şimdiye değin ülkemizde ekonomik amaçlarla, politik ve bilimsel çalışmalar (yapan) kurumlar ve yabancılar özellikle aşağıdaki amaçları izlemişlerdir:

1.Ülkemizdeki çalışmalarından korkunç bir kazanç sağlamak. Bizim için en zararlı olanı bunlardır.

2. Bir bölgede elde edecekleri ekonomik yetkiye (imtiyaza) dayanarak o bölgenin sahibi olmaya çalışmak. Bu gibilerin ülkemizde bir daha çalışmalarına kesinlikle izin verilmemesi kararlaştırılmıştır. Böyle yapmakla yalnız kendimize değil, bütün insanlığa olabildiğince büyük hizmet ettiğimize inanıyoruz. Dolayısıyla Genel Savaşı (Birinci Dünya Savaşı’nı) çıkaranlar, bu gibi amaçları izleyen paralı gruplar ve onlara alet olan politikacılardır.

3. Ekonomik amaçla, bilim ve insanlık (yararı) görüntüsü ile yurdumuza gelip, ilerde istila (işgal) hazırlamak için, etnik toplulukları gerek hükümete, gerek birbirlerine karşı kışkırtmak. Bu gibiler hem genel savaşın hem ülkemizdeki korkunç cinayetlerin düzenleyicileridir.

4. Yurdumuzda, yalnız bilim ve insanlık amaçları ile çalışmakla birlikte, ruhlarında bulunan Hıristiyanlık duygusu nedeniyle, hemen Hıristiyan azınlıklarla ilişki kurmak ve ister kasıtlı, ister kasıtsız olarak, aralarında azınlıklarında yaşamakta olduğu Müslüman topluluklardan ayrılma isteğini propaganda etmek. Bu gibilerin gerek Müslümanlara, gerek iyiliğine çalıştıklarını ileri sürdükleri Hıristiyan azınlıklara, aralarında yaşamakta oldukları İslâm çoğunluğuna (karşı) baskı yapılmasını aşılamakla, ne denli insanlık dışı bir biçimde çalıştıkları ve bu yüzden meydana gelen cinayetlerden sorumlu oldukları ortadadır. Hükümetlerimiz bu gibilerin de özgürce çalışmalarına izin verdiğinde Müslüman ve Müslüman olmayan bütün uyruklarına karşı pek ağır bir sorumluluk yükü altına girmiş bulunacaktır. Buna izin vermek, çocukları yaşayacakları çevreye düşman ya da hiç olmazsa yabancı olarak yetiştirmek ve (çocukları) yaşayacakları çevre ile çatışmak zorunda bırakmaktır. Bu ise, gerek o çocukların, gerek içerisinde yaşayacakları halkın yıkımını hazırlamaktır. Bunu yasaklamak hükümetin görevidir. Bundan dolayıdır ki, Amerikalılarca örnek çiftlik vb. kurumlar kurup, buralarda kendi uyruğumuzdan olan binlerce çocuğun Türk hükümetine ve ulusuna karşı sevgisiz ve uyumsuz duygularla yetişmelerine izin veremeyiz.”([89]) - ([90])


·         Büyük Saldırı ve Başkomutan Çarpışması (26 Ağustos – 9 Eylül 1922)
Sakarya Meydan Çarpışmasından sonra Afyon – Eskişehir sınırına çekilen Yunan ordusuna genel karşı saldırı için, Türk orduları uzun bir hazırlık dönemine girdi.
Sakarya Meydan Çarpışmasında uğradığı büyük yenilgiye rağmen hâlâ Türk toprakları üzerindeki isteklerinden vazgeçmeyen Yunan ordusunu yurttan bütünüyle atmak için kesin sonuçlu bir yok etme muharebesi yapılması gerekiyordu. Türk ulusunun önünde tek bir yol vardı; ordu - ulus dayanışması içinde eksiksiz bir şekilde saldırı yapmaktı. Bu dönemde tüm eksiklikler giderildi; birliklerin eğitim durumları yükseltildi. Bundan önce kesin bir saldırının eldeki sınırlı olanaklar çerçevesinde yapılması düşünülemezdi. Bir kurtuluş hareketini içerecek olan genel saldırının yarım önlemlerle yapılması çok sakıncalıydı. Her şey ve tüm olasılıklar ince ve gerçekçi bir çözümlemeden geçirilmeli; kesin başarı, gerçek hesaplara da dayanmalıydı. Çünkü bu saldırıyla bir ulusun tüm geleceği belirlenecekti.

Düşman, geniş ve son derece önemli stratejik bir hareket alanına yerleşmişti. Bu alan, her türlü savaş hareketlerine elverişli bulunuyordu. İzmir’e çıktıktan sonra Yunan ordusu, asıl kümesiyle bu hareket alanına yönelmişti. Şimdi de asıl savunma kümesi ile harekât alanını Türk birliklerine kapamıştı. Bu harekât alanını elinde bulunduran bir ordu, tüm Batı Anadolu’yu elinde tutar ve Kocaeli yarımadasına, İstanbul Boğazı’na, Marmara’ya, Doğu Trakya ve Çanakkale Boğazı’na kadar her türlü savaş, siyaset ve ekonomi sorununda etkiler yapabilirdi. Türk ordusu, bu harekât alanı içindeki düşman ordusunu bozar ve yok ederse, ancak o zaman tüm yurt kurtarılabilirdi. Bu durum içerisinde Atatürk, genel karşı saldırının kurgusunu Nutuk’ta şöyle anlatmıştır:

“Düşündüğümüz, ordularımızın asıl güçlerini düşman cephesinin bir yanında ve mümkün olduğu kadar yanı başında toplayıp, bir imha meydan çarpışması yapmaktı. Bunun için uygun gördüğümüz durum, asıl güçlerimizi düşmanın Afyonkarahisar yöresinde bulunan sağ yan kümesi güneyinde ve Akçay ile Dumlupınar çizgisine kadar olan bölgede toplamaktı. Düşmanın en duyarlı ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu yanından vurmakla olurdu.

Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gerekli incelemeyi kendileri yapmışlardı. Harekât ve Saldırı kurgumuz çok önce saptanmıştı.”([91])

Atatürk, cephe ile Ankara arasında gidip geliyor, savaşın ve devletin yönetimi ile ilgili konularda çalışıyordu. 28 Temmuz 1922 günü bir futbol maçını izlemek bahanesi ile ordu ve kolordu komutanları da davet edilmek suretiyle Akşehir’de toplanıldı. Başkomutanın gözetimi altında hazırlıklar ve kurgular yeniden incelendi. 28/29 Temmuz günü yapılan bu çalışmalardan sonra 30 Temmuz 1922’de, Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı ile son çalışmaları yapan Atatürk, saldırının yapılış şeklini ve bazı ayrıntılarını birlikte saptadı. 1 Ağustos’ta çağrı üzerine Akşehir’e gelen Ulusal Savunma Bakanı Kâzım (Özalp) Paşa da, Bakanlığına ait görevler üzerinde çalışmalar yaptı. Atatürk, saldırıyla ilgili son emri verdikten sonra Ankara’ya döndü. Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa, 6 Ağustos 1922’de gizli olarak son hazırlık emrini verdi. Nutuk’un bu bölümünü gözden geçirmeye devam edelim:

“Saldırı için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara’da saptanması gereken bazı durumlar vardı. Henüz, Bakanlar Kurulu’na saldırı emrini verdiğimi tam olarak bildirmemiştim. Artık onlara resmî bilgi vermek zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda iç ve dış durumu, askerî durumu görüşüp tartıştıktan sonra, saldırı için Bakanlar Kurulu ile anlaştık.”([92])

Bu sözlerden sonra, siyasî nitelikteki şu anlatımları görüyoruz:
“Diğer bir sorun da önemliydi. Muhalifler, ordunun kokuştuğundan, kıpırdayacak halde olmadığından, böyle bilgisizlik ve karanlıklar içinde beklemenin felâketle sonuçlanacağından oluşan propagandalarına çok hız vermişlerdi. Gerçi Meclis’te bu cereyanın yankıları, düşmanlardan çok gizlemek istediğim harekât bakımından yararlıydı fakat bu olumsuz propaganda, en yakın ve en inançlı kişilerde bile kötü etkiye başlamış, duraksamalar uyandırmıştı. Onları da yakında yapacağım saldırı hakkında ve altı, yedi günde düşman asıl güçlerini yeneceğime olan güvenim konusunda aydınlattıktan sonra, Ankara’dan ayrıldım. Genelkurmay Başkanı benden önce 13 Ağustos 1922 günü cepheye gitmişti.”([93])

Bu sırada Yunan ordusu da, Eskişehir – Afyon sınırını, Küçük Asya Ordusu güçleri olarak her biri üçer tümenden oluşan üç kolorduyla üç bağımsız piyade tümeni ve Yunanistan’ın her kademedeki çeşitli bağlı birlikleriyle tutmuştu. Mevzi, uzun süre sağlamlaştırılmış ve her türlü engellerle güçlendirilmişti.

Türk ordusu, bu hat karşısında, birinci ve ikinci ordular halinde, ordular grubu düzeyinde yerleşmişti. Ordular grubu, 18 piyade tümeniyle beş atlı tümeninden oluşuyordu. Yunanistan’ın Küçük Asya Ordusu da, 12 piyade tümeni, sekiz bağımsız piyade alayı, bir atlı tümeninden kurulmuştu. Ancak Yunanlılar, top ve makineli tüfek bakımından Türk birliklerinden çok üstündü.

Buna göre, orduların durumu şöyleydi:
Türk Güçleri: 8.659 subay, 199.283 er, 100.352 tüfek ve kılıç, 2.025 hafif makineli tüfek, 839 ağır makineli tüfek, 325 çeşitli top, 198 kamyon, 5.282 atlı birlik ve 10 uçaktan oluşuyordu.

Yunan Güçleri: 6.565 subay, 218.432 er, 90.000 tüfek, 1.280 kılıç, 3.139 hafif makineli tüfek, 1.280 ağır makineli tüfek, 418 çeşitli top, 4.036 kamyon, 1.280 atlı birlik ve 50 uçaktan oluşuyordu.

Atatürk, 13 Ağustos’tan birkaç gün sonra cepheye giderken, Çankaya’da çay şölen verdiği söylentisini yaydırdı. 20 Ağustos 1922 günü saat 16.00’da Akşehir’de Batı Cephesi Karargâhına vardı. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos sabahı saldırıya başlanmasını emretti. Sonraki hareketlerle ilgili olarak Nutuk’ta:

“20/21 Ağustos 1922 gecesi, birinci ve ikinci Ordu Komutanlarını cephe karargâhına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ve cephe komutanının huzuru ile saldırının biçimi hakkında harita üzerinde kısa bir savaş oyunu tarzında açıklama yaptık ve cephe komutanına o gün vermiş olduğum emri yineledim. Komutanlar çalışmaya başladılar. Saldırımız, taktik bir baskın olarak yapılacaktı. Bunun için yığınak ve düzenlerin gizli kalmasına önem vermek gerekirdi. Bu nedenle bütün harekât gece yapılacak, kıtalar gündüzleri köylerde ve ağaçlıklarda dinleneceklerdi. Saldırı bölgesinde yolların onarımı ve benzeri çalışmalar yüzünden düşmanın dikkatini çekmemek için, başka yerlerde de bu gibi düzmece hareketlerde bulunulacaktı.”([94]) Demektedir.

26 Ağustos 1922 akşamına kadar, Türk güçleri tüm hazırlıklarını bitirmiş; ağırlık noktasını yani, güçlerinin üçte ikisini Yunan güney kanadında toplamıştı. Buna karşın alınan istihbarat sonuçlarına göre, düşman cephesinde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Düşmanın asıl kümesi, kuzeyde yine ikinci ordu bölgesinde bulunuyordu. Tasarıya göre ikinci ordu, kırk bin kişilik bir güçle, yüz bin kişilik bir karşı güce saldıracaktı. Atatürk, düşmana hiç beklemediği bir yerden -Afyon'un güneybatısındaki sarp dağlık bölgeden- gücünün büyük bir bölümüyle saldırmaya karar verdi. Ordularımız, gizlice bu dağlık bölgelerden kaydırılmıştır. Gece yapılan bu kaydırmaları, Yunan’ın ruhu bile duymamıştır. Bu dağlık bölgeden orduları geçirmek neredeyse olanaksızdır. “Olanaksızlık” teriminin anlamsızlığını hemen her yerde gösteren Türk ulusu ve onun kahraman ordusu, gücünü burada da göstermiş ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin var olmasını sağlayan askeri yengiyi kazanmıştır.

Türk ordusundaki genel zayıflık; saldırı taktiğini manevra ve baskın gibi iki önemli etkene dayandırılması gerektiğiydi. Bu nedenle Atatürk, planlama aşamasında da özellikle hareket serbestliği üstünde durmuştu. Bu duruş, savaş yönetimini kuşatıcı biçimde ve serbest harekât taktiği içinde gerçekleştirme olanağını vermiştir. Saldırının durması ve cephenin bir sınır haline dönüşmesi böylece tüm koşullarıyla ortadan kaldırılmıştır.

Serbestlik, saldırı arazisi birliklerle doldurulmadan özellikle ilerde yığılmaktan kaçınmakla ve derinlemesine kademelenmeyle elde edilir.

Burada, taktik hareketlilik için serbest alanın nerede bulunabileceği ilk temel olarak değerlendirmede göz önünde tutulmuştur. Daha sonra, operatif isteklerin uygulanabilmesi için uzak alanlar, bir harekât bakış açısı içinde değerlendirilmiştir. Meydan çarpışması alanında yengi, ancak ilerden kavrayıcı biçimde yapılacak harekâtla sağlanır. Bu serbest güçlerin harekâtı, esas itibariyle operatif amaçlara dayanır. Bundan dolayı yönlendirme ve yönetim alanı önemli bir yer tutar.

Büyük saldırı, taktik yönünden gelecek için birçok sonuçlar vermiştir; başlı başına bir araştırma konusu olacak değerlerdir. Saldırı girişimi, içyapısında bir kıskaç harekâtının tüm özelliklerini taşır ve zayıf güçlerle, üstün güçlere karşı yapılmış yok etmenin cüretli ama bilinçli kuramlarını çizer.

Batı cephesinde, 26 Ağustos 1922’de başlayan saldırının alanını, Afyonkarahisar – Altıntaş – Dumlupınar üçgeni oluşturmuştur. Saldırının ağırlık noktası, Sandıklı – Sincanlı – Altıntaş ekseninde tutulmuştur. Bu eksen, çarpışma alanı olarak seçilen bölgeye en yakın ve Yunan ordusunun operatif kanadına yönelik bulunuyordu. Burada tüm tehlike, Yunan güçlerinin çay üstünde yapacağı bir saldırıda toplanıyordu. Tehlikesi bulunmayan Sivrihisar – Eskişehir, Emirdağ – Altıntaş ve Döğer – Altıntaş eksenlerinde yapılacak saldırıların bir meydan çarpışmasıyla sonuçlanması beklenemezdi. Bu ortamda kesin sonuca götürecek bir taktik, ağırlık noktasının yöneltilmesi dışında, güç tutumu ve bunların birbirlerinin yerlerini almaları sorunlarının çözümüne dayanır. Buna göre:

Kalecik sivrisi ile Tınaztepe arasındaki 13 kilometrelik yarma yerinde bir alayla pekiştirilmiş bir Yunan tümenine karşılık yedi Türk tümeni bulunuyordu.

Demiryolu ile Çığıltepe arasındaki 40 kilometrelik ağrılık noktası cephesinde, üç alayla güçlendirilmiş iki Yunan tümenine karşılık, on bir piyade ve üç atlı tümeni yerleştirilmişti.
150 kilometrelik Bozdağ – Akarçay arasındaki ikincil saldırı bölümündeyse, yedi Yunan piyade tümenine karşı, beş piyade tümeni ve bir atlı tümeni ayrılmıştı.

450 kilometrelik Kocaeli ve Menderes grupları bölümleri de üç piyade alayıyla güçlendirilmiş, üç piyade ve bir atlı tümeniyle tutulmuştu.

Atatürk’ün Çığıltepe’deki hedefi; buradaki mevzi üstünlüğünü, güç yığmak suretiyle ileriye götürmekti. Bu yöntem, daha sonraları yıldırım savaş doktrininde dar cepheler üstünde yoğunluk noktası kurmak ve yoğunluk noktasının silindir gibi yuvarlanma ve toparlanması terimleriyle tanımlanmıştır.

26 Ağustos 1922’de Türk ordusunun çıkış açısı daha saldırının başında, harekât alanını ve düşman güney kanadını çevrelemiş bulunuyordu. Bu durum, düşmana karşı yoğunlaştırılmış bir çemberleme harekâtının tüm olanaklarını veriyordu. Hedef, Yunan güney kanadını parçalayarak kuşatıcı bir yengi elde etmekti. Saldırı tasarısı, bu ana çizgiler içinde büyük ama usa uygun bir tutumla oluşmuştu. Afyon güneyinde Zafer tepelerini izleyerek Ahırdağı’na kadar süren 30 kilometreye yakın Yunan cephesinin ortasında, 10 kilometrelik alan (Kalecik – Belen – Tınaztepe) güçlü bir yoğunluk noktasıyla yarışacak ve atlı kolordusu, Ahırdağı geçitlerinden aşırılarak düşmanın gerisi kuşatılacaktı. Tasarıda, gelişmelere göre, Yunanlılarla bir sıra meydan çarpışması olasılığı da göz önünde tutulmakla birlikte asıl amaç, savaşı tek bir vuruşla bitirebilmekti. Gerçekten de, Birinci Dünya Savaşı’nın klasik öğretilerine göre hazırlanan Yunan mevzi, 27 Ağustos günü öğleye doğru yarılarak, Yunan güçleri Afyon ve Sincanlı ovalarının kuzeyindeki dağlara atılmıştır.

28 Ağustos günü, beliren yeni duruma göre, düşmanın Kütahya ve İzmir yönlerinde çekilme olasılığının önlenmesi gerekiyordu. Bu amaçla, ikinci ordu Altıntaş, birinci ordu da Dumlupınar yönlerinde hızla ileri sürüldü. Zamanında yapılan ve iki yönlü kuşatıcı bir nitelik taşıyan bu operatif önlemler sonunda beş Yunan tümeni çember içine alınmıştı. Geri kalan iki Yunan tümeni de Dumlupınar mevziine çekilerek oradaki tümenle birleşmişti.

29 Ağustos günü, General Frangos’un emrindeki üç tümenle birleşmek isteyen Trikopis’in çemberi yarmak için yaptığı saldırı, başarıya ulaşamamış ve 23. Türk Tümeni, Dumlupınar çekilme yolunu kapamıştır.

30 Ağustos günü, sarılan Yunan birliklerinin yok edilmesiyle geçmiştir. Atatürk, bu çarpışmaları 11. Tümen Karargâhından yönetmişti. Başkomutanlık adı verilen bu çarpışmada beş Yunan tümeni esir ve yok edilmiştir. General Trikopis de esir edilenler arasında bulunuyordu. Bu çarpışmalarda Yunan kaybı, yaklaşık 100 bin kişiydi. Türk ordusunun kaybı ise; şehit ve yaralı olarak yaklaşık 12 bindir. Bundan sonra Türk orduları, Atatürk’ün “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir; ileri!([95]) emrine uyarak büyük bir hızla İzmir ve Bursa yönlerinde ileri atıldılar. 9 Eylül’de, İzmir kurtarıldı ve Türkiye’nin varlığında yepyeni bir dönem açıldı.
Atatürk, Birinci Dünya Savaşı’nın açtığı mevzi savaşı sürecini Afyon’da, kısa sürede yıkmış; çağdaş stratejiyi asıl görkemli yerine oturtmuştur. Böylece, dünya askeri tarihi de yeni bir döneme girmekteydi. Bu, yıldırım savaşı dönemidir.

Afyon’da düşman bölgesi, o dönemde yapılabilecek en iyi ve en sağlam olanaklarla desteklenmişti. Burada, Birinci Dünya Savaşı’nın deneylerinden de yararlanılmış ve savunma okulunu güçlendirici her şey yapılmıştı. Ama ünlü askerlerin mevzi düzeyindeki savaşa bir türlü getiremedikleri stratejik hareketliliği Atatürk, yıldırım yönteminin ilk bulguları içinde “kısa sürede aşılamaz” denilen bu mevzii, Afyon güneyinde birkaç saat içinde parçalayarak, taktikte hareket harbi kavramına yeni boyutlar getirmiştir. O, böylece motorlu güce dayanmadan da yıldırım savaşı yapabileceğini ve 400 kilometre derinlikteki hedeflerin bir şimşek çakması biçiminde nasıl elde edilebileceğini, bir manevra bütünlüğü içinde, askeri kuramcılara göstermiştir. Bu noktayı, Atatürk’ün Prof. Dr. Afet İnan’ın, Türk’ün Tarifi adlı tezini okuduktan sonra kitabın bir köşesine yazdığı Türk tanımı sözleriyle açıklayalım:

“Bu memleket; dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği, ayrıcalıklı bir var oluşun yüksek alınyazısına sahne oldu. Bu sahne, en az yedi bin senelik Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı, beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından önce korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı, onların oğlu oldu. Bugün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu. Türk budur! Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir!”([96])

İşte Türk ulusunun ulu ordusu, Yunanın tepesine şimşek gibi çakarak, topraklarımızı düşmandan temizlemiştir. Başkomutanlık Çarpışmasının önemi, bir kilit noktasında ve seri bir kararla girişilen keskin bir vuruş hareketinin, tüm Yunan cephesinde son ve kesin sonucu sağlayan bir atılım oluşundadır. Bu üstün başarı, sadece belirli bir bölgede toplanan güç ve malzemeyle kazanılmıştı; yönlendirme ve yönetimdeki üstün güçle de elde edilmişti. Çünkü kayıtsız ve şartsız sonuca ulaşmak için, elde var olan tüm birlikler ve araçlar çarpışmanın yüksek isteklerine uydurularak kullanılmıştı. Unutulmamalıdır ki; bu çarpışmada Yunanlılar, Türk ordusundan daha da üstündü. Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa’nın askerî ve siyasî dehası, kırılmaz azim ve istenci Kurtuluş Savaşı’nın yönetim ve başarısında en önemli etmendir.

Genel Karşı Saldırının hangi koşullarda nasıl geliştiğini ve nelerin yaşandığını bir de Atatürk’ün ağzından dinlemeden önce gerek Nutuk’tan gerekse Atatürk’ten Söylev ve Demeçlerden yapacağımız alıntılar oldukça kısa olacaktır. Okumadığımız bölümleri sunacağımız belgelerden okuyabilir, öğrenebilirsiniz. Şimdi gelelim Atatürk’ün Büyük Saldırı hakkında neler söylediğine:

“Efendiler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğundaki sağlamlaştırılmış cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün güçlerini, 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda, düşmanın ana güçlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi. Demek ki; tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana güçleriyle İzmir'e doğru yol alırken, diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir kuzeyinde bulunan güçlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.”([97])

Atatürk, yengi hakkında Nutuk’ta şöyle anlatıyordu:
“Her aşaması ile düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve yengiyle sonuçlandırılmış olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve komuta kurulunun, yüksek yetenek ve kahramanlığını tarihte bir daha saptayan çok büyük bir eserdir. Bu eser, Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölmez anıtıdır. Bu eseri oluşturan bir ulusun çocuğu, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan sonsuza kadar mutluyum.”([98])

Atatürk’ün Söylev ve Demeçler adlı yapıttan ise; Atatürk’ün yengi sonrası Meclis’te yaptığı bir konuşmadan sadece 26 Ağustos 1922 günü gerçekleşen olayları anlatan bir alıntı yapalım:

“26 Ağustos günü geçen saldırı hareketlerini kolaylıkla kavramak için isterseniz, o tarihteki düşman ordusunun durumunu birkaç sözcük ile anlatayım. Dört, beş fırkadan oluşan Yunan gücü Afyonkarahisar’da bulunuyordu. Afyonkarahisar’ın doğusunda ve güneyinde olmak üzere yaklaşık 90-100 kilometrelik bir yol üzerinde sağlamlaştırma yapılmıştı. Fakat bu sağlamlaştırma, Efendiler, bayağı değildi. Yunanlılar bir sene sürekli olarak askerleri ve halkı kullanarak çalışmışlar ve fennin bütün araçlarını orada uygulamışlardı. Dediğim yol, birçok güçlü dayanma noktalarını ve derinliğine sağlamlaştırmayı, savunma yollarını içeriyordu. Yani bu mevzi tam anlamıyla, son zamanın bir kalesi olarak adlandırılabilecek bir durumdaydı. Bundan başka düşmanın üç fırkadan oluşan bir gücü de Eskişehir’de ve Seyitgazi’de bulunuyordu. Eskişehir ve Seyitgazi’nin kuzeyi, doğusu ve güneyi de tıpkı Afyonkarahisar’da olduğu gibi aynı araçlarla, aynı teçhizatla sağlamlaştırılmış ve donatılmış bir duruma sokulmuş bulunuyordu. Bu iki kümenin arasında da demiryoluyla ve yürüyerek hızla ve kolaylıkla her tarafa gidebilecek durumda olan ve Döğer’de bulunan düşmanın üç fırkadan oluşan bir gücü vardı. Kısaca düşman seçkin ordusunun kollarını iki kaleye dayamış, orta yerinde güçlü bir yedek kümeye sahip bir takım hâlindeydi. Bu takımın uzak kollarına da bakmak istersek, Gemlik ve İznik Gölü yakınlarında da düşmanın iki fırkaya yakın bir gücü vardı. Eğer güneye bakacak olursak, Afyonkarahisar’dan sonra bütün Menderes boyunca denize kadar düşmanın ikinci fırkasını da içermek üzere, birçok bağımsız alayları ve atlıları vardı.

Biliyorsunuz ki, Efendiler, Batı Cephesi denildiği zaman orada bizim iki ordumuz ve diğer güçlerimiz de vardı. Onun için Birinci Ordu, Afyonkarahisar’ın doğusunda Akarçay’dan batıya doğru Dumlupınar arasında bulunan düşman mevzileri karşısında toplanacaktı. Burada elbette ki desteklenmiş olan ordumuz, düşmanı yenerek, kuzeye atma görevini aldı.
İkinci Ordumuz -bu Akarçay’dan kuzeye doğru Porsuk vardır, biliyorsunuz, işte onun kuzeyinde Sakarya bölümü vardır- oraya kadar olan cephede düşmana saldıracaktı. Düşmanın Eskişehir’de bulunan üç fırkası ve Afyonkarahisar’ın doğusunda bulunan iki fırkası ki; toplam sekiz fırkayı kendi karşısında belirleyecekti. Kocaeli bölgesinde bulunan güçlerimiz de, karşısında bulunan düşman güçlerine saldıracak ve bu güçlerin güneye inmesini önleyecekti. Menderes yöresinde biri atlı fırkası, olmak üzere güçlerimiz vardı. Bunlar da güneyden kuzeye doğru önündeki düşmana saldıracak ve o güçlerin son savaş yerine gelmesine engel olacak ve aynı zamanda düşmanın İzmir’le olan ulaşım yollarını kesecekti.

İşte bu temel noktalar üzerine bütün önlemler ve düzenlemeler yapılmıştı ve hazırlık tamamlanmış olduğu halde 26 Ağustos günü saldırı başlamıştır.

Bu hareketleri yakından yönlendirmek ve yönetmek elbette ki istenildiğinden ve gerekli görüldüğünden, Başkomutanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Batı Cephesi Komutanlığı 26
Ağustos günü güneş doğmadan önce, Birinci Ordunun gözleme noktası olan Kocatepe’de hazırdılar. Kocatepe, bilenlerce bilinir ki ve harita üzerinde düşünenlerce anlaşılabilir ki, düşmanın güney cephesine ve güney cephesindeki önemli noktalara o kadar yakındır ki mevzileri incelemek ve hareketleri yönlendirmek ve yönetmek için, hatta dürbün kullanımına bile gerek yoktur.

Birinci Ordu, Akarçay’dan Dumlupınar’a kadar olan bütün düşman mevzilerine saldıracaktı. Atlı kolordumuz, bu saldırı kümesinin sol kolunda bulunduğu aralıktan içeri girecek ve düşman ordusunun arkasında icrayı faaliyet edecekti.

Ordularla bütün cephe üzerinde saldırılacaktı. Fakat ilk anda şu önemli noktalar düşünüldü. Afyonkarahisar’ın batısında Kaleciksivrisi vardır ve onun kuzeyinde 1310 rakımlı Erkmentepesi vardır. Bu mevziler son derece önemlidir ve ondan başka bütün mevzilerin kilidi derecesinde olan ikinci bir önemli yer daha vardı ki; ona Tınaztepe adı veriliyor; bu, Kaleciksivrisi’nin on iki kilometre kadar batısındadır ve bu zincirlemenin en önemli bir noktasıdır. Burasını yok etmek istiyorduk. Bir de iki kümenin arasında bir tepe vardır ki; Belentepe deniliyor. Afyonkarahisar’ın güneyindeki asıl mevziisi başlıca bu noktalara dayanıyordu. Bundan dolayı, bütün topçularımız ve ağır topçularımız bu üç noktayı ateş altına alabilecek mevzilere konmuştur.

Arkadaşlar! Topçularımız, bu mevzilere gece geldiler ve karanlık içinde mevzi aldılar ve güneş doğmadan önce bütün dünyanın gözleri açıldığı zaman, ateşe başladılar (maşallah sesleri). Tam bir övgüyle ve saygıyla bunu söylemek isterim ki, topçularımızın o gün göstermiş olduğu yetenek ve bilgi, bütün dünya topçuları için örnek olacak yapıdaydı (Sürekli alkışlar). Askerî hayatımda bu kadar kusursuz bir topçu ve bu kadar kusursuz yönetilmiş bir topçu ateşi çok az gördüm. Topçularımız saat 4.30’da atışa başladılar; bilirsiniz ki, topçulukta öncelikle ateş düzenlemek için atış yapılır. Yarım saat içinde bütün bu cephe üzerinde ateş düzenlenmiş ve saat beşte yani yarım saat sonra, bu saydığım noktalar üzerine şiddetle etki atışına başlamıştır. Bu mevziler, çok ve çok sağlamdı. Bu mevzilerin korunma değerini en son inceleyen bir İngiliz subayının verdiği raporda, eğer Türkler, bu mevzileri dört, beş ayda işgal ederlerse, bir günde yok ettiklerini iddia edebilirler. Fakat Türklere, bu mevzileri yok etmek için üç dört ay değil, bir gün de değil, yalnız bir saat yeterli gelmişti (şiddetli alkışlar)! Saat altıda Tınaztepe’ye hücum durumunda, saldıracak kadar yaklaşmış bulunan piyadelerimiz önlerindeki tel örgüleri kesmeye ve bir tarafa itmeye gerek görmeyerek; ayaklarını kaldırdılar ve tel örgüsünden bacaklarını aşırarak atladılar ve orada bulunan Yunan askerlerini süngüleriyle tamamen tepeledikten sonra Tınaztepe’yi işgal ettiler (Sürekli alkışlar, yaşasın Türkler, sesleri). Ve ben bu görüntüyü seyrederken, bir soruya bir cevap vermeyi hatırladım. “Bu tel örgüsünü nasıl geçebilirsiniz?” diyorlardı. Oradakilerine dedim ki: “İşte böyle ayaklarını kaldırır ve geçerler.” Bundan sonra Efendiler, saat dokuzda Belentepe düştü. Ve onun ardından Kaleciksivrisi düştü. Fakat bunun daha kuzeyinde 1310 rakımlı Erkmentepesi hâlâ dayanıyordu. Bunun nedenini açıklayayım:

Biz, ağır topçularımızı mevzilere getirebilmek için yollar yapmaya yükümlüydük. Bu bölgeyi bilenlerce bilinir ki; burası tekerlekli araçların hareketine uygun olmayan bir yerdir; yol yoktur. Bundan dolayı, ondan daha ilerisine yol yapabilmek için kesinlikle düşmanla çarpışmak gerekiyordu. Son 1310 rakımlı tepe, topçu ateşimizin etkisinden uzaktı. Orada saldırılarımız tekerlek geçmediği için yalnız dağ topçuları ile korunmak zorundaydı. Onun için dayanıldı. Bu nokta, o kadar çok önemlidir ki; düşman, bütün gücüyle ve bütün araçlarıyla orasını elde tutmaya çalışıyordu. Tınaztepe önemli mevziisinin batısında saldıran bölüklerimiz de bazı önemli noktalara, önemli mevzilere girmişlerdi.

Bu saldırı gününde, en sol tarafta bir fırkamız -57’nci fırka- saldırılarını yöneltirken güçlerini biraz birbirinden uzakça bulundurmuştu. Bu yüzden düşman üzerinde, etkili bir sıkıştırma yapamıyordu. O fırkanın komutanı Reşat Bey adında bir kişiydi. Bu kişiyi çok eskiden tanıyorum. Muş’ta beraber savaştık, Suriye’de çok savaşlar yaptık. Çok değerli bir askerdi, kendisinin bana çok sevgisi ve güveni vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinize ulaşamadınız?” dedim. Cevap olarak dedi ki, “Yarım saat sonra bu hedeflere ulaşacağız.” Hâlbuki yazık ki, yarım saatte bu hedefler ele geçirilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda Reşat Bey’in son bir ayrılış mektubunu okudular, orada diyordu ki: “Yarım saat içinde size o mevzileri almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam”.

Bu örneği, Reşat Beyin o hareketini övmek için söylemiyorum. Doğal olarak öyle bir uygulama ve öyle bir hareket bizce kabule değer değildir. Yalnız ordumuzda subayların, komutanların kendilerine verilen görevi yerine getirmede ortaya koydukları can atmayı ve namus hissini göstermek isterim.

Gerçekten ordumuzdaki subaylar ve yüce kumanda kurulu, birbirine karşı böyle bir sevgiyle, saygıyla, güvenle bağlıdırlar ve yukarıdan aldıkları emri bir namus kabul ederek yerine getirirler. Efendiler! Düşman yakın destek bölüğünü birinci yolda içeri soktu ve Balmahmut üzerinden ve Afyon’dan bile birtakım destek bölüğü çekti ve ayrıca otomobillerle çekilir toplar getirdi ve bizim elimize geçen noktaları tekrar geri almak için karşı saldırıya geçti. Tınaztepe’nin batısında elde edilmiş olan mevziler, hemen bütünüyle düşman tarafından geri alındı ve Tınaztepe üzerine yönelttiği saldırılar, başlangıçta askerlerimizin yandan piyade ve topçu ateşleri sayesinde, bir an için durdurulabildi. Fakat düşman eline geçti ve 1310 rakımlı tepe yerinde durdu. Aynı zamanda düşman, Kaleciksivrisi ile Akarçay arasında Afyon’un güneyinde, bir karşı saldırı hazırlığına kalkıştı sanılabilirdi. Gerçekten orada birtakım güçler topladı ve bütün bu cephe üzerinde Işıklar yönüne genelinde, gayet yoğun bir topçu hazırlığına başladı. Düşmanın böyle bir hareketi çok uslu ve çok beklenilirdi. O kadar beklenilirdi ki; biz bu hareketlere başlamadan önce düşmanın bizim üzerimizde en etkili bir hareketi olmak üzere, bunu kabul etmiştik.

Gerçekten düşman, böyle Karahisar’dan Akşehir genel yönüne yapılan bir saldırıda başarılı olduğunda, seçkin güçlerimiz batıda kalmış ve diğer güçlerden ayrılabilirdi. Düşmanın bu kadar çok önemli olan girişimini daha önceden düşünmüş olduğumuzdan başarısızlığa sürmek için, gereken her türlü önlemler de alınmıştı.

Onun için bu düşman girişimi bizi korkutmadı. Bununla beraber, bu cephe üzerine ve bütün cephe üzerine yönelen askerlerimizin şiddetli ve kahramanca saldırıları, düşmanı bu harekete girişmekten önledi, düşman böyle bir şey yapmaya cesaret edemedi.

Tınaztepe’de düşman bütünüyle egemen olduktan sonra orada bulunan güçlerden bir alay -ki, ismini saygıyla ve övgüyle anmak istiyorum -57’nci alaydır- düşmana ateş kullanımına gerek görmeksizin süngüsünü taktı; düşman cephesine girdi. Bunun sonucu olarak gece Tınaztepe, çok derin ve sağlam bulunan Tınaztepe, baştan sona kadar elimize geçti (Alkışlar). 26 Ağustos akşamına kadar bu cephe üzerinde geçen olaylar bundan oluşuyordu. Yani Akarçay’dan Tınaztepe’ye kadar uzayan mevziler üzerinde Kaleciksivrisi, Belentepe ve Tınaztepe elimize geçmişti.

Oradan sonraki mevzilere güçlerimiz girememişlerdi. Bunun batısında hareket uygulayacak olan atlı kolordumuz, yüce bilginizle Afyon’un batısında Çayhisar vardır, Çayhisar’a kadar geldi. Daha ileriye çok güç geçirmek için, henüz zaman kendisine pek izin vermiyordu. Fakat atlı bölüğümüzün burada görünmesi hemen düşmanın dikkatini çekti ve düşman buna karşı Ayvalı-Karka yolunun kuzeyinden güneye doğru, batıya yönelik bir cephe almaya yükümlendi. Harita üzerinde durum düşünüldüğü zaman kolaylıkla görülür ki; bu durum, düşman kuşatmasının öncesidir. Düşman, doğuya ve güneye yöneldiği gibi, İzmir’e karşı, batıya da bir cephe almaya yükümlendirilmişti. Bu durumla düşman kendi kendini bir kale içerisine koymuştur.

Diğer cephelerde, Afyon’un doğusundaki düşman mevzilerine de güçlerimiz saldırı yapmıştır ve orada bulunan düşman güçlerinin, güneye gelip yardım etmesini önlemede başarılı olmuştur. Onun daha kuzeyinde düşman için olağanüstü öneme sahip olan Kazuçuran adında güçlü bir sağlam mevzi vardı. Oraya bizim bir fırkamız saldırdı ve orasını aldı. Fakat düşman bu noktaya çok önem verdiğinden bölüğünü tekrar destekledi. Karşı saldırı yaptı ve bizim fırkayı oradan attı. Fakat aynı fırka tekrar şiddetle saldırarak aynı mevziiyi bir daha aldı. Bunun daha kuzeyinde hareket eden bir atlı fırkamız vardı; bu da Döğer genel yönünde yürüdü, her önüne rastladığı düşmana saldırdı ve bu sayede Döğer çevresinde bulunan üç fırka yedek gücü yerinden kıpırdayamadı (bravo sesleri). Bunun daha kuzeyinde Seyitgazi’ye yakın Hüsrevpaşa bölgesi vardır. O bölgede bulunan düşman güçlerine saldıran bölüğümüz, aynı zamanda Eskişehir doğu cephesine saldıran kıtalarımız düşmanın üç fırkasını tespitte başarılı olmuştur. Ve bu saldıran güçlerimiz oradaki düşmana göre, dörtte bir oranında idi.

Kocaeli grubunda da saldırı başladı. Bölüklerimiz verilen görevi başarıyla yerine getiriyorlardı. Menderes yöresindeki bütün bölükler bile verilen görevi başarıyla yapıyorlardı. Orada bir atlı fırkamız, Uşak’ın batısına kadar ilerleyerek düşmanın ulaşım yollarını kesmeye başlıyordu. Bundan dolayı 26 Ağustos akşamı durum bu idi. Eğer incelenecek olursa bu sonuç sevinmeye değerdir. Ve gerçekten Başkomutanlıkça sevinmeye değer görüldü... Çünkü kuzeyde ve Menderes’te düşman güçlerini, tam tasarladığımız gibi, bulunduğu yerlerde belirledik ve sonra Afyonkarahisar batısındaki çok sağlam bir yolun da en önemli dayanma noktasından üç yer elimize geçti.”([99])-([100])-([101]) Ve devamında da Atatürk, savaşın diğer günlerinde gelişen olayları anlatmaktadır.

Atatürk’ün sırdaşı Kılıç Ali’nin anılarından genel karşı saldırı ile ilgili bazı bölümleri de Kılıç Ali’nin ağzından anlatalım:

“…30 Ağustos’u 31’e bağlayan gece…
Dumlupınar’da köy evlerinden birinin küçük ve yıkık bir odasında Gazi, üşümemek için üzerine çadır bezlerini örtmüş; yatıyor. O sırada, bütün kumanda kademelerinde görülerek gönderilmiş bir telgraf geliyor. Bir kurmay subayın gece yarısı getirdiği bu telgrafı yattığı yerde okutup dinleyen Başkumandan subaya, telgrafta adları geçen kumanda kademelerinin harita üzerinde gösterilerek getirilmesini emrediyor. Harita getiriliyor. Yattığı yerde düzelerek haritayı önüne alıyor, inceliyor ve kurmay subaya dönerek:
‘Düşman çevrilmiştir’ diyor.
O dakikaya kadar kimsenin görmediği, anlayamadığı bu durum, kurmay subay dâhil yanındaki herkesi şaşırtıyor. Yattığı yerden kalkan Başkumandan, hemen otomobilin hazırlanmasını emrederek cepheye, Ordu Kumandanı Nurettin Paşa’nın karargâhına gidiyor. Kumandan durum hakkında bilgi alıyor. Düşmanın ve güçlerimizin durumunu soruyor. Ordu kumandanı bu uyarı karşısında hemen durumu kavrayarak:
‘Düşman kuşatmadadır’ diyor.
Başkumandan, emrini veriyor:
‘O halde görevinizi yapınız. Bulunduğum yer Başkumandanlık karargâhıdır!’
Hemen hemen avcı siperlerinin yakınında Başkumandanlık Karargâhının kurulması, Ordu Kumandanının daha ileriye atılarak düşmanı yok etme hareketine geçmesinin bir emri, bir işaretiydi.”([102])

Yine Kılıç Ali’den, General Trikopis’in Başkumandanlık Karargâhına nasıl getirildiğini dinleyelim:

“Büyük Saldırı sırasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan güçleri kumandanı General Trikopis’in Başkumandan Karargâhına nasıl getirildiğini şöyle anlattılar:
Trikopis, ikinci Kolordu Komutanı General Digenis ve diğer tutsak fırka kumandanlarıyla birlikte Uşak’ta karargâh olarak kullanılan bir evde Gazi’nin huzuruna çıkarıldığında heyecanlı ve bitkin durumdaymış. Gazi, onları oturtmuş; teselli için bu gibi yenilgilerin tarihte örnekleri olduğunu, yönlendirme ve yönetimde görevlerini eksiksiz yapmışlarsa vicdanen rahat olmaları gerektiğini söylemiş. Trikopis ise:

‘Askeri görevimi tam olarak yaptığıma eminim. Fakat asıl görevimi ne yazık ki; yapamadım’ diyerek intihar edemediğini anlatmak isteyince, Gazi sözünü kesmiş:
‘O, size ait bir düşüncedir.’
Sonra harita üzerinde bazı eleştiriler yapmış:
‘Şurada bir fırkanız vardı. Neden onu şuraya almadınız? Filan yerdeki güçlerinizi falan yere sürmeseydiniz daha iyi olmaz mıydı?’
Bu konuşmalar sırasında bir fırka kumandanı yanındaki subaya usulca sormuş:
‘Bizimle konuşan bu general kimdir?’
‘Başkumandan Mustafa Kemal!’
‘Neden yenildiğimizi şimdi anladım. Bizim Başkumandan İzmir’de vapurda oturuyordu!’”([103])

Şimdi arkadaşlar, burada ilgilenmenizi istediğimiz konu, Trikopis’in durumu değildir! Asıl ilgilenmesi gereken nokta Atatürk’ün, Anadolu topraklarını paylaşmak isteyen, Türk ulusuna türlü zalimlikler ve zorbalıklar yapmış bir ordunun kumandanını avutmasıdır. Tarihte neredeyse Atatürk dışında böyle temiz yürekli, insan sevgisi ile dolu başka bir insan görülmemiştir. Atatürk’e, Atatürk denmesinin nedenleri oldukça fazladır. Az önce anlattığımız anı da, Mustafa Kemal Paşa’ya verilen Atatürk unvanının o, oldukça fazla olan nedenlerden sadece bir tanesidir. Türk ulusunun atası olarak kabul ettiğimiz Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa, gerçekten de Türk ulusunun genel ahlaki yapısını hemen her yönüyle karakterinde bulunduran bir kişidir.

Milli Eğitim Bakanlığının resmi sitesinde 30 Ağustos zaferinin önemini anlatan Ahmet Bekir Palazoğlu’nun yazısından kısa bir bölüm alalım:

“Sonunda 30 Ağustos... Başkomutan, otomobiline biniyor. Şimdi, Zafertepe diye anılan yere doğru inme emrini veriyor. Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa:
‘Paşam ateş hattına iniyorsunuz’ diyor.
Cevap veriyor:
‘Siz burada kalınız!’
Yoluna devam ediyor. Düşmanın top ateşi altında bulunan bir yere geliyor; oradan dürbünle düşmanın asıl güçlerinin bulunduğu yerlere doğru ilerlemekte olan piyade birliklerimizin hareketini takip ediyor. Birdenbire, "Allah, Allah!" sesleri yükseliyor. Güneşin kızıl ışıkları altında alev alev yanmakta olan askerlerimizin süngüleri, batmak üzeredir; ölümü hiçe sayan kahramanlarımız, düşmanın üzerine ateşten bir çığ gibi iniyor.
O anda Büyük Komutan, elindeki sigarayı atıyor; ayağa kalkıyor. Siper içinde dimdik duruyor; bu, çok sevdiği, üzerlerine titrediği askerlerine karşı bir saygı duruşudur; gözleri nemlenmiştir. Eliyle çarpışma alanını göstererek bağırıyor:

‘Hacıanesti, kibirli kumandan! Neredesin, gel de ordularını kurtar!’

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde çarpışma alanını dolaşıyor. Görüntü çok acıklıdır; binlerce düşman cesedi... Birbirinin üzerine yıkılmış yüzlerce topçu hayvanı... Bırakılmış toplar; cephaneler...

Asil ruhlu Büyük İnsan, üzüntü duyuyor:

‘Bu manzara insanlığı utandırabilir, fakat hakkımız olan savunmamız için buna zorundaydık. Türkler, başka ulusların vatanında böyle bir harekete kalkışmazlar’ diyor.

Biraz ileride topların arasında, yerde bir Yunan bayrağı görüyor; eliyle işaret ederek emrediyor:

‘Bir ulusun bağımsızlık simgesidir. Düşmanın da olsa, ona saygı duymak gerekir. Bayrağı yerden kaldırıp topun üzerine koyunuz.’

30 Ağustos'un gerçek anlamını ve önemini Büyük Zafer’in ikinci yıl dönümünde Dumlupınar'ın Çal tepesinde yapılan törende Atatürk'ün verdiği söylevde görürüz:

‘... Hiç kuşku duyulmamalıdır ki; yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyetin temeli burada güçlendirildi; sonsuz yaşamı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır.’”([104])

Atatürk’ün Zafertepe’de Yunan Başkomutanına söylediği: “Hacıanesti, kibirli kumandan! Neredesin, gel de ordularını kurtar!” sözünün nedeni; Türklerin saldıramayacaklarına inanan Yunan Başkomutanı Hacıanesti’nin, izinli olarak geldiği İzmir'de gazetecilere: “Karşımda, Mustafa Kemal diye birini göremedim.”([105]) demesidir.([106])

·         Atatürk ve Komutanlık Sanatı
Stratejide üstünlük, sadece savaşa katılanların sayısına dayanan soyut bir kavram değildir. Genellikle askeri üstünlük, kavramının fazlasıyla belirsiz ve düzeyini saptamanın kolay olmadığı bazı ilkeleri vardır. Bu kavram, askeri etkinliğin her alanında elde edilmesi gereken bir üstünlük ölçüsüne göre, bazen abartılan bir değere yükseltilir. Hareket serbestliği ile alan kavramları arasındaki sıkı ilişki burada ayrı bir önem taşır.

Atatürk’ün komutanlık sanatı, hareket serbestliği ile alan kavramlarını birbirleriyle uyumlaştıracak biçimde, elde edilmesi gereken bir üstünlük ölçüsüne göre tam anlamıyla belirlemiştir. Atatürk, askeri eylemlerinde her zaman ince bir değerlendirme ölçüsüyle savaşın en yüksek noktasını görmüştür. Savaş tarihi incelemeleri, stratejik ağırlık noktası konusunda kuramla, uygulama arasında çok derin bir uçurum olduğunu ortaya koyar. Stratejik ağırlık noktasına karar vermek ve bu kararı hiç şaşmadan uygulama alanına koymak için gereken düşünce yeteneklerine erişebilen büyük askerlere, geçen yüzyıllar içinde tek tük rastlanmıştır. Savaşı kesin biçimde sonuçlandıran bir ağırlık noktası oluşturulması ender görülmekte ve bunda başarıyı, ancak çok büyük komutanlar kazanabilmektedir. Bunun nedenlerini anlamak zor da değildir.([107]) Bunlar, insanın kişiliği ile alakalı olmakla beraber, çok araştırıp okumakla da ilgilidir. Fakat öğrenilen bu bilgileri, gerçek yaşamda uygulamak da ayrı bir yetenek ister. Kişilik ve bilgi birikimi burada önemli bir etkendir. Atatürk; ne zaman, nerede, ne yapması gerektiğini çok iyi bilen ve çözebilen bir insandır. Bu yeteneğin köklerini Atatürk’ün kişiliğinde buluyoruz. Atatürk; gerçekçi, köklü kararlar alan, olaylara olumlu yaklaşan, insancıl, ileri görüşlü, geçmişten ders çıkartan, sarsılmaz bir iradeye (istence) sahip olan ve ulusa önderlik edebilen bir insandır. Atatürk, okuduğu birçok kitaptan edindiği bilgileri, en iyi şekilde değerlendirebilen bir devlet adamı ve komutandı.([108])-([109]) Atatürk, resmi kayıtlara göre toplam 3997 tane kitap okumuştur.([110])

Büyük Saldırı, Atatürk’e savaşı kesin bir biçimde sonuçlandıran yok etme muharebesi yoluyla stratejik ve politik alanda da yeni başarıları geliştirecek olanakları vermiştir. Büyük Saldırının askerlik açısından değerlendirilmesinde, Atatürk’ün iki önemli stratejik anlayışı geliştirdiği görülmektedir:

Birincisi; stratejik amaca yönelik olarak elde bulunan güçlerin tümü, aynı zamanda harekâta sokulmuştur. Burada, tüm güçlerin tek bir çarpışmayı hedef alarak kullanılması, savaşın temel kuralı yapmıştır. Tasarıda, taktik sonuçlar çoğunlukla olası çözülme ve zayıflama döneminin sınırları içinde bırakılmıştır. Stratejik sonuçlar yani savaşın bir bütün olarak ele alınan sonuçlarının bağımsız bir bütün düzeyinde birleştirilmesiyle gerçekleştirilmiştir.

İkincisi de; Oyalama aşamasında ilk hedef, çok derinlerde verilerek düşman, sürekli hareket durumunda tutulmuştur.
Tarihsel araştırmalar, yenilgiye uğrayan ulusların hatalarında askeri ve stratejik etkenlerin yanı sıra, özellikle sivillerin savaş güdümüne olan tek boyutlu karışmalarının da çok büyük rol oynadığını göstermektedir. Bu bakımdan, strateji ve siyaset arasındaki dengenin bozulmaması gerekir.

Atatürk, siyaseti, soyut kavramlar yapısından çıkararak ona ulusal nitelik verebilen bir önderdir. Uyguladığı model stratejinin özünü de yine bu nitelik oluşturur. Böyle olunca Atatürk, soyut olan siyasal ve stratejik hedeflerini somutlaştırarak toplumla kendi arasındaki duvarları kaldırmıştır. Bu da toplumla bütünleşmesini sağlamıştır.

1921’de de Sakarya yengisi, politikaya geniş manevra olanakları vermiştir. Büyük Saldırıyı serbest bırakan koşullar, bu politik manevra içinde hazırlanmıştır. Ekim 1921’de imzalanan Ankara ve Kars anlaşmalarıyla güney ve doğu cepheleri kapanmış; Sevr’in değiştirilmesine yol açacak bir siyasal gedik, İtilaf devletleri arasında açılmıştır. En önemlisi; Türkiye, Ulusal Ant sınırları içinde Sovyetler Birliği ve Fransa tarafından tanınmıştı. Ermeni sorunu, bazı jeopolitik kayıplara karşı Sovyet toprakları içine sürülerek Ermeni baltalama hareketleri kökünden kesilmiş ve Sovyetler ile sıkı ve dostça bağlar kurulmuştur.

Büyük Saldırıda, yok etme stratejisinin hedefleri Akdeniz kıyılarında ele geçmiştir. Politikanın amaçlarına uygun olan bu hedeflerle Lozan’da yeni Türkiye’nin sınırları çizilmiş ve bir bağımsız devlet durumuna gelinmiştir. Politikanın, şiddet yoluyla süregelmesi niteliğindeki savaşla Anadolu toprakları düşmandan temizlenmiş; politikanın ulaşamadığı bu amaç; kahraman Türk ulusu bireylerinin kanlarıyla elde edilmiştir.

Böylece askerlik sanatı, en yüksek düzeyde, amaç noktasında politikaya dönüşür. Son çözümlemede askerlik ve politika birbirinden ayrılamaz. Tarihte pek az devlet adamı askerlik sanatını yüksek düzeyde politikaya dönüştürebilmiştir.

Savaş güdümü, Atatürk’te çok yüksek bir sanatla savaş sonrası hedeflerini de kapsayacak ve sürekli bir barış getirecek biçimde yapılmıştır. Barışı sağlamayan yengilerin hiçbir değeri yoktur!([111])

·         Ulusal Bağımsızlık Mücadelesinden Bazı Kahramanlar
Burada, Kurtuluş Savaşı kahramanlarının bir bölümüne değinmek istiyoruz. Zaman buldukça başka konularda, diğer kahramanlarımıza da değinmeye çalışacağız. Şimdi, Mustafa Yıldırım’ın Ege yöresindeki direnişimizi, roman şeklinde anlatan Ulus Dağına Düşen Ateş adlı kitabından alıntı yapalım:

“…Parti Pehlivan, atını yanına süren İbrahim Ethem Bey’e çevirdi başını. Sakin bir sesle ‘Bu düşmanı denize dökeceğiz ve benden size namus sözü: İzmir’de nargileyi fokurdatacağım ve dumanını Akdeniz’e doğru üfleyeceğim! Söz! Vallahi de söz, billahi de…’
Sesler yükseldi:
‘Benden de söz!’
‘Haydi, ne duruyoruz?’
‘Acımızı yüreğimize gömüp, vuruşalım…’
‘He vallahi, vuruşalım…’

Dedikleri gibi de olmuştu. Dağlarda ve vadilerde günlerce vuruştular. Birçok akıncı daha toprağa düştü. Kasabalara yürüdüler. Üç ay sonra, Afyon Cephesi’nde bozularak Akdeniz’e doğru, yel gibi kaçan çapulcuları kovaladılar.

Akıncılar, Sındırgı’ya, Bigadiç’e, Balıkesir’e, Edremit’e, Demirci’ye, Salihli’ye, Kula’ya ve Gördes’e girdiler.

Parti Pehlivan, Kocayayla’nın kuzeyinde Alacaatlı’daki çatışmada sağ gözünü yitirdi, ama sözünü de tuttu. Çapulcular ve yardakçıları denize döküldükten sonra, nargilenin başına oturup bir de fotoğraf çektirdi.

İbrahim Ethem Bey, Demirci’ye dönünce, iki yıl süren gerilla savaşının belgelerini, raporlarını birer kopyasını bir zarfa yerleştirip: ‘Savaşa bir nokta koyuyoruz’ demişti.

Batı Cephesi İstihbarat Müdürü Binbaşı Baki Bey’i ve düşman, yolları kestikten sonra da dağları bin bir güçlükle aşarak talimatları ileten, bilgi getirip götüren, asıl adlarını bilemediği istihbaratçıları anımsamıştı. Büyük Saldırı döneminde Ulusal Ordu ile kurulan ilk telgraf haberleşmesindeki imza geldi aklına; Yıldız!

Şillan tepesinin üstündeki ak bulutların arasından görünen maviliğe daldı bir süre. Düşünceleri, birden İzmir’e kaydı. ‘İstihbarat olmasaydı’ dedi içinden, ‘Yunan birliklerinin harekâtını bilmeseydik, nasıl yapardık?’

‘Bilmiyordum ki!’ diye geçirdi içinden, ‘Yüzbaşı Mümin Bey’in, işgalden sonra da İzmir’de kalarak, Yunan komutanı Zafiriu ile ilişkiye geçtiğini… Yunanın paralı casusu ve muhbiri olarak yaşarken, İzmir’de Türk istihbaratını örgütlediğini ve Ankara’ya raporlar yolladığını, nereden bilebilirdik ki? Bizimkisi, en nihayetinde, silah elde vuruşmaktı.

Oysa Mümin Bey, İzmirlilerin kendisine Gâvur Mümin adını takmalarına, yüzüne tükürmelerine aldırmamış; gizliliğini korumak uğruna, her türlü eziyete katlanmıştı. Cephede savaşmaktan çok, ama çok daha zor bir iş olmalıydı Mümin Bey’in yaptığı. İnsanın onurunu yüreğinin derinliklerine gömüp bir alçak görünümüne bürünmesi az şey midir?’

Doktor Fazıl’ı anımsadı. Doktor Fazıl Demirci’den ayrıldıktan sonra Çerkez Ethem’in ardından gitmemiş, önce memleketi Emet’e oradan da adamlarıyla dağlara çekilmiş; Batı Cephesi Kumandanlığına ‘Üç yüz adamımla emrinizdeyim’ diye tel çekmişti. Birinci Kuvayı Seyyare’nin Bolşevik taburu kumandanı da Kütahya’ya gidip orduya katılmıştı.

Derin bir iç çekti: ‘Kim bilir, daha kaç kadın ve erkek vardır ki; ne önemli işler yapmışlardır!’ dedi, ‘Adlarını bilmediğimiz nice insanımız, Hasbi gibi çocuklarımız! Gazi Paşa’nın dediği gibi, topyekûn bir savaştı bizimkisi! Yoktan var olma savaşı! Var olma savaşı bitmez ki…’

Akıncılarla, Demirci’de vedalaşmış ve silahlı savaşa nokta koymuştu. Demirci kaymakamlığına yeniden başladığı o gün yeni savaşın daha da güç olduğunu duyumsamıştı…”([112]) O, yeni savaş, Türk ulusunun tekrardan çağdaş, üretken vasıflarına erişme ve o yolda ilerleme savaşıydı.

Bir Tabu Yıkılıyor: Türkiye – Sovyetler İlişkileri 1919 - 1922
Bu bölümde, Atatürk’ün Ulusal Bağımsızlık Mücadelesindeki izlediği politikaların bir bölümünü anlatmak ve bugün; eksik, yanlış ve yalan anlatımlar sonucu oluşmuş tabuları yıkmak olacaktır. Ulusal bağımsızlık mücadelemizde Türkiye – Sovyetler ilişkisinin gerçek yüzünü açıklayacağız. Açıklamadaki birincil öncelik, hangi şartlarda Atatürk ve Türk ulusu, Sovyetlerle ilişkiler kurdu ve Atatürk, nasıl hareket etti. İkincil öncelik ise; birtakım eksik ve yanlış anlatımlar sonucu ortaya çıkmış görüşleri çürütmek içindir. Bu görüşleri şöyle sıralayabiliriz:

Atatürk, Sovyetlere sığınmıştır
Sovyetlerden yüksek tutarlarda para yardımları alınmıştır
Para yardımlarını Sovyetler yapmıştır

Daha önce, Anadolu’daki Bolşevik hareketlere ve Sovyet Rusya’nın tutumlarına değinmiştik. Şimdi bu konuyu, biraz daha derinleştirerek; tam olarak neler olduğunu genel hatlarıyla öğreneceğiz. Kaynaklar ve belgeler yine konunun son bölümünde referanslar bölümünde olacaktır.

Unutmayalım ki; Bolşevik İhtilalinin başarıya ulaşmasında Türk ordusunun büyük bir katkısı vardır. Çanakkale Savaşı’nın kazanılmasıyla İstanbul’u ve boğazları işgal edemeyen emperyalist devletler, aynı zamanda Rusya’ya yardım da edememişlerdir. Anlaşıldığı üzere Türkler, Çarlık Rusya’sının yıkılmasına dolaylı olarak yardım etmiştir. Yardım gelmediği için Rusya artık büyük bir çıkmaza girmiştir. Bunun sonucunda da köylü ve işçi ayaklanmalarına karşı koyamamıştır. İlk önce, Şubat 1917’de Çarlık Rusya’sı yıkılır ve yerine geçici hükümet kurulur. Fakat Geçici hükümetin Çarlık Rusya’sından çok da farklı bir yönetim izlememesi sonucunda da Lenin, Troçki ve Stalin’in önderliğindeki Bolşevikler, Ekim devrimini yapmıştır.

Mondros Ateşkes Antlaşması’nı izleyen dönemde İtilaf Devletleri’nin Türkiye’yi parçalamaya yönelik davranışları, Türk ulusu ve özellikle de Türk aydınları arasında geniş ölçüde kin ve nefret duyguları yaratıyor, onları Sovyet Rusya’daki rejime içten sempatiyle bakmaya zorluyordu. Bu dönemde, komünizmin bir ölçüde İslâm’ın yeniden açıklanması olduğu yolunda halk arasında geniş boyutlu propaganda yapılıyordu. Bazı kimseler Karl Marx’ın eseri Das Kapital’in([113]), Kuran-ı Kerim’in çevirisinden başka bir şey olmadığına inanıyorlardı. Ve buna benzer daha başka acı olaylar vardı.

Atatürk ise; Ulusal Ant ilkelerini kabul ettirebilmek için, uluslararası durumu çok iyi değerlendiren başarılı bir dış politika yürütmenin peşindeydi. En büyük tehdit, Batı emperyalizmi tarafından geldiğinden dolayı; Atatürk, politikada denge sağlamak için sırtını doğuya vermiştir. Doğuda en büyük devlet, Sovyet Rusya’dır. Bu yüzden Bolşevikler olmak üzere diğer başka birçok doğu devletleri ile anlaşmalar sağlayarak doğu cephesini sağlama almak istiyordu. Doğu cephesi sağlama alındığı zaman Anadolu’da tek bir cephe kalacaktı; o da Batı Cephesiydi. Sonuç itibariyle Atatürk, bunu çok güzel başarmıştır ve tek cephe olarak Batı Cephesi kalmıştır.

TBMM’nin kurulmasından hemen sonra Atatürk, yeni Türk devletinin izleyeceği siyasetin ulusal siyaset olduğunu söylemiş ve ulusal egemenlik ilkesini benimseyen yeni Türk devleti tarafından takip edilecek olan dış siyaseti genel olarak şu şekilde açıklamıştır:

1. Ulusal sınırlar içinde hür ve bağımsız yaşamak, hukukumuza yönelik iç ve dış karışmaları kabul etmemek
2. İnsani ve uygar ülkeler etrafında diğer ülkelerle dostane ilişkilerde bulunmak
3. Türk ulusunu esir etmek isteyen uluslara karşı amansız düşman olmak
4. Her zaman barışçı ve barıştan yana olmaktır.

Atatürk, TBMM’nin dış politikasını ayarlarken de şu üç öğeyi tespit etmiştir:
1. Diğer ülkelerden maddi ve manevi destek sağlamak
2. Dünya üzerinde yeni Türkiye’yi olabildiği kadar çok büyük boyutta tanıtmak
3. İsteyen her devletle ilişki kurmaktır.

Ayrıca Atatürk, bu noktada, İtilaf Devletlerinin her birinin Türkiye’den en büyük çıkarı sağlamak amacı güttüğünü de bilmekteydi. Sovyetler ile yapılan görüşmeler, bu düşünce çerçevesi içinde yapılmıştır.

O dönemlerde: “Ne oluyoruz? Bolşevik mi oluyoruz?” sorularının cevapları aranırken; Atatürk, gerçekçi saptamalar yapmıştır:

1. Bolşeviklerle temasa gelen ya Bolşevik oluyor ya da onlarla savaşıyor
2. Bizim Bolşeviklerle çatışmamız için İtilaf devletleri, Arap olmayan yerleri bize bırakır.
Bu devletler, şimdilik buna zorunlu olduğumuzu düşünmüyorlar. Bizi ezip kuşatmak ve boğmak istiyorlar. Bize tek yararlı açık kapı, Kafkaslardır. Yani İran falan bir değer taşımaz; orda ne demir yolu vardır ne de arkada –Anadolu topraklarını işgal edebilecek- bir güç. İtilaf devletleri, Kafkas devletlerini destekleyerek ve bağımsızlıkla sağlamlaştırmak istiyor. Biz, Bolşevik istilasını kolaylaştırıp, onunla temasa gelirsek; Doğu’da bütün kapılar açılır ve sömürgelerin durumu tehlikeye düşer. Bu yapılamazsa siyasi varlığımız ortadan kalkabilir. Bu saptamaları yapan Atatürk, 23 Haziran 1919’da Kazım Karabekir’e üç maddeden oluşan bir yazı göndermiştir. Üçüncü bölüm şu an anlattığımız konuyla alakalı olduğu için sadece ona değinmek istiyoruz:

“…Bolşevizm’in biçimi, görüşü ve belirişi bir daha görüşülerek; Kazan, Orenburg, Kırım gibi İslam halkları bunu kabul ederek diyanet, gelenek gibi işlerle zaten ilgili olmadığından bunun ülke için bir sakıncası olamayacağı düşünüldü. Yalnız, 17 Haziran 1919 ve numarasız şifre ile yüksek düşünceler etrafında düşünerek gerçekten Bolşeviklerin daha etkili bir duruma girmeleri durumunda tarafsız görünmek, çabayla İtilâf güçlerini ülkemizden uzaklaşmaya zorlamak ve aksi takdirde vatanımızın Bolşevik istilâsında kalmasına neden olacaklarını iddia etmek ve ona göre gereken eylemi yapmak uygun olacaktır.

Diğer taraftan, ilk teklifin herhangi bir biçimde Bolşevikler tarafından yapılmasına izin vermeyerek hemen o çevreden içe doğru kılık değiştirilerek gönderilecek birkaç değerli kişinin aracılığıyla hemen görüşmeye başlamak, anlaşmak pek uygun olur. Bu biçimde Bolşeviklerin, bizim ülkemizin içine çoklukla ve güçlükle girmesine gerek yoktur. Bu amaç için zaten bu ülkenin ulus gücü hazır olduğu bildirisiyle yalnız şimdilik kılık değiştirerek bazı delegelerin kabulü ve gelecek durumlarımız, yedek parça, fenle ilgili araçlar, para ve gerektiği zaman insan vermek gibi işler üzerinde görüşme yapılabilir. Bu biçimde anlaştıktan sonra kendilerini sınırda tutmak ve İtilâf güçlerinin ülkeyi bırakmak için bir silâh makamında kullanmak düşüncesi uygun olur.

En son çıkarımın, durumun ve Bolşeviklerin güçlerine karşı İngilizlerle beraber düşman durumunda olan Ermeniler hakkında ne düşündüklerinin ve Bolşevizm ve buna ilişkin amaçlar uğrunda parasal fedakârlığa ihtiyaç olacağına göre bu amaca ulaşmak için kullanılacak olan parayla son günlerde düzenlenmiş ödeneğinin gizliden yatırılıp yatırılmadığına uyulmasını rica ederim.

İş, bu telgrafın tarihi ve usulünün yazı ile bildirilmesini rica ederim efendim.”([114])

1920 yılı içinde Bolşeviklerle henüz yazılı bir antlaşma yapılmamış olmakla birlikte, iki tarafın da yararına olacak bir dostluk antlaşmasının temelleri atılmıştı. Fakat 1920 yılı sonlarında, Ahmet İzzet Paşa başkanlığında İstanbul Hükümetini temsil eden bir kurulun Anadolu’ya gönderilmesi (Bilecik Mülakatı, 5 Aralık 1920) ve bu kurulun tekrar İstanbul’a dönmesiyle Ruslar, İngilizlerin Ankara Hükümeti ile anlaşmak istediklerini sanmışlardı. Kurulmak istenen Türk - Rus dostluğu da o sıralarda bir sarsıntı geçirmişti. Ruslar, bu son temaslardan kuşkulanırlarken; Ankara Hükümeti de Londra’da yapılmakta olan Rus - İngiliz görüşmelerinden aynı endişeleri duymaya başlamıştı. Sovyet Rusya ile dostluk ilişkileri zor şartlarda kurulmuştur. Bu zor koşulların, önemli bir nedeni de Sovyetlerin Anadolu’ya olan yaklaşımıydı. Sovyetlerin tutumu, Türk ordusunun Sakarya Meydan Çarpışmasını kazanana kadar farklıydı. Bu tutum, gerçekten dostane yardımlardan çok; kendi siyasal ve toplumsal düzenini Anadolu’da da gerçekleştirme üzerineydi. Yani bir Bolşevik ihtilali, sosyalist bir devrim… Fakat ilerleyen zamanlarda, Atatürk’ün önderliğindeki kurtuluş mücadelesine Bolşeviklik düzeninin aşılanamayacağı anlaşıldığında Bolşevikler, Anadolu Türklerini usa (akla) uygun bir biçimde kendilerine müttefik olarak görmeye başlamışlardır. Bağımsızlığı için topluca savaşan Türk ulusu, artık Sovyet Rusya tarafından küçük görülmüyordu. Ayrıca Rusya’nın durumu da bir yönden Anadolu’ya benziyordu. Ulusal Kurtuluş Mücadelesini veren Türk ulusu ile Bolşevikler aynı düşmanlara karşı mücadele ediyorlardı. Rusya, çetin bir savaş içindeydi. Polonya ile yaptığı savaşta yenilgiye uğramıştı. Türkiye’yi işgal eden İngiltere, Fransa ve İtalya’nın bir bölümü aynı zamanda Güney Rusya, Kırım ve Kafkasya’yı da işgal etmişlerdi; yani düşmanlar ortaktı. Ayrıca, Çarlık Rusya’sından arta kalan Beyaz Ordu ile savaşıyordu. Yalnız arada önemli bir fark vardı; Sovyet Rusya, Anadolu Türkiye’si kadar zor durumda değildi. Mart 1921’in sonlarına kadar, Anadolu’daki mücadelecilerinin, sırtını rahatça yaslayabileceği bir bölgesi ve yoğunlaşabileceği sadece tek bir cephesi yoktu.

Sovyet Rusya açısından İngiltere, İstanbul’a, Anadolu’ya, Kafkaslara, İran’a ve Afganistan’a egemen duruma gelmekle Rusya’yı güneyden kuşatmış oluyordu. Anadolu’daki mücadele başarıya ulaştığı takdirde İngiliz kuşatması Sovyet Rusya’ya en yakın ve en etkili bölgede kırılmış olacaktı. Ayrıca İngiltere, Anadolu’nun bir bölümünü Yunanistan’a vermeyi tasarlıyordu. Anadolu’da İngiltere’ye sıkı sıkıya bağlı bir Yunanistan kurulması, İngiliz kuşatmasını daha devamlı ve etkili bir hale getirecekti. Oysa bağımsız bir Türkiye, İngiliz tehlikesini uzaklaştıracaktı. İngiltere, büyük savaşın sonunda bağımsız Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan devletlerinin kurulmasına destek olmuş ve böylece Rusya’yı hem Güney Kafkasya’dan Bakü petrollerinden yoksun bırakmış, hem de bu stratejik bölgede Rusya’ya bir baraj kurmuştu. Bu baraj, Türk - Rus işbirliğiyle yıkılabilirdi. Ayrıca işgal altındaki Türkiye’nin bağlantısı sadece Kafkasya’ydı.

İdeolojik yönden Bolşeviklerin yaklaşımı incelendiğinde, Türk Ulusçularına yaptıkları yardım sayesinde, Rusya’daki Müslümanların gözünde ve aynı zamanda Orta Doğu ve Asya’daki saygınlıklarını yükseltecekti. Sovyet Rusya, Avrupalı sömürgecilere karşı Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan Anadolu harekâtının başarılı olacağını, ulusal bağımsızlık harekâtın yerini bir Bolşevik idaresine bırakacağını umuyordu. Bu arada, özellikle Ermeniler lehine bazı toprak talebinde bulunmayı, bunu da Türkiye’de kurulmasını istedikleri Komünist Partisi aracılığıyla gerçekleştirmeyi tasarlıyordu. Bu amaçla, Anadolu’daki Kurtuluş hareketini kendi ihtilâllerinin bir benzeri ve Müslüman dünyasına yayılışı olarak görmeye çalışmış, hatta yayın organları olan İzvestiya’da, bunun “Asya’da ilk Sovyet İhtilâli” olduğunu ilân etmekten çekinmemişti. Atatürk, Kafkaslarda Bolşevik yönetimlerin kurulmasına göz yumma karşılığında Doğu Cephesi’ni güvenceye alarak, tüm gücünü Batı Cephesi’ne aktarabilmişti. Aksi takdirde, Kurtuluş Savaşı’nda istenilen başarıyı kazanmak; çok daha zor olacaktı ya da kazanılamayacaktı. Ayrıca bu politika, Bolşeviklerin de istediği bir politikaydı. Atatürk, oluşmasını istediği bu ittifakın doğuracağı siyasal gücü, koz olarak emperyalist güçlere karşı kullanmak istiyordu. Bununla da kalmayıp sağlam dostluk tabanında birleşerek sadece askeri alanda değil; diğer birçok alanda da ilişkiler kurmak istiyordu. Fakat bu ilişkilerin kurulması için Atatürk’ün bazı koşulları vardı. Bunlardan en önemlisi; Türkiye’nin iç ve dış işlerine karışılmayacaktı. Yani Türkiye’nin kurmaya çalıştığı düzene saygı duyulacak ve gerçek bir müttefik olarak görülecekti. Bunun da olabilmesi için öncelikle; Türk ulusu, gücünü ve içten duygularını başta Sovyet Rusya olmak üzere tüm devletlere göstermesi gerekiyordu. Anadolu’da sürdürülen Kurtuluş Savaşı’nın Bolşevik İhtilale dönüşmesi elbette Sovyet Rusya’nın istediği bir şeydi. Ancak, Sovyetlerin yapacağı yardımlara karşılık onların tarafından; sosyalist bir düzene geçin veya Bolşevik İhtilali yapın gibi resmi bir koşul öne sürmemişlerdi.

  • Bolşeviklerle Resmi Olmayan Olmayan İlk Görüşmeler
Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki ilk yakınlaşma adımını Sovyetler atmıştır. Daha Erzurum Kongresi’nden önce İstanbul’da eski İttihatçılarla, Balıkesir’de Kazım Özalp’la ve Havza’da da Atatürk ile görüşmeler yapılmıştır. Fakat Atatürk ile yapılan bu görüşmede bazı çelişkiler vardır. Albay Budiyeni’nin, Atatürk ile görüştüğünü belirten Emekli Süvari Albayı Hüsameddin Ertürk’ün görüşüne karşılık; bir Sovyet Generalinin anılarında Albay Budiyeni, o sıralarda Çaristin çevresinde çarpışmaktaydı. Ayrıca bu buluşma, Nutuk’ta veya Atatürk ile Havza’da bulunanların anılarında belirtilmemektedir.

Bu bölümde Bolşevikler, her yolu denemişlerdir. Ulusal Kurtuluş Mücadele önderlerinin dışında başka kişilerle de görüşmeler yapmışlardır. Anadolu’daki mücadeleyi ilgiyle izlemelerine rağmen o dönemlerde kurtuluş mücadelesi önderlerinin başarılı olacaklarına inanmamışlardır. Sivas Kongresi’nden bir iki ay sonra, Sovyet Rusya Hükümeti’nin Kafkas Bolşevik Orduları Başkumandanı olan Chalva Eliava, Osmanlı Devleti’nin son durumunu incelemek üzere gizlice İstanbul’a gönderilmişti. Eliava, İstanbul’daki ulusal örgüt aracılığıyla Türklerle görüşmüş, emperyalizm cephesi karşısında Türk ulusal haklarını tamamıyla tanıyacaklarını, destekleyeceklerini ve Türklere süratle yardıma başlayacaklarını bildirmişti. Bu olaya benzer başka bir olay da Berlin’de olmuştur; Üçüncü Enternasyonalin ileri gelen kişilerden biri olan Bolşevik yazarı Radek, o tarihte Berlin’de bulunan eski Sadrazam Talat Paşa’nın, Anadolu ulusal hareketi ile yakın ilişkisi olduğunu sanarak kendisiyle görüşmüştü. Radek, eski Harbiye Nazırı Enver ve eski Bahriye Nazırı Cemal Paşaların Moskova’ya gönderilmelerini istemiş ve bu iki Paşa’nın Anadolu hareketine yardım etmelerinin sağlanacağı sözü verilmişti. Bunun üzerine Enver ve Cemal Paşalar, değişik tarihlerde ve değişik yollardan Berlin’den ayrılmışlardır. Cemal Paşa, arkadaşından daha önce Moskova’ya gitmiştir. Bu sıralarda Türk resmî kurulu henüz yoldaydı. Enver Paşa ise, Bekir Sami Bey kurulundan sonra Moskova’ya ulaşmıştır.

  • Moskova, Ankara, İttihatçılar Ve İlişkileri
Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı’yı sokan İttihatçılar, Mondros’un imzalanmasından sonra gözden düşmelerine rağmen el altından çalışarak Anadolu’daki ulusal eylemin başına geçmek istiyorlardı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’e düzenlenen, İzmir suikastı olarak bildiğimiz suikast da bu düşüncede olan İttihatçıların elinden çıkmıştır.

Bir bölüm İttihatçılar, bu görüşten çıkıp Atatürk’ün yanında mücadeleye destek vermişlerdir. Diğer bir bölümü ise; ince hesaplarla kirli işler peşindeydiler. Savaş kazanılıncaya kadar Mustafa Kemal Paşa’yı destekleyecek, sonra da O’nun yerine Rusya’da bekleyen Enver Paşa’yı devletin başına geçireceklerdi. Gerçekten de bunlar Enver Paşa ile sürekli ilişki kurmuşlardır. Enver Paşa ise; Anadolu’ya geçmek için her yolu denemiş, yeni Rus yönetimiyle bu konuda görüşmeler yapmıştır.

İttihat ve Terakki yöneticilerinin Ankara ile Moskova arasındaki ilişkilere etkisi en az üç açıdan değerlendirilebilir:

1. Ankara açısından bakıldığında amaç; Sovyet Rusya’dan yardım sağlamak için İttihatçılardan yararlanmaktı. Çünkü Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında İttihatçı önderlerle ilişkilerini henüz koparmamıştı.
2. Moskova için amaç; Rusya bir yandan Ankara’ya yardım sözü verirken, bu yardımı Berlin’deki İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle yapmayı öneriyordu. Bunun nedenine gelince, Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı süresince Osmanlı Hükümeti’nin başında bulunmuş olan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Doğu İslâm Halkları katında tanınmış ve nüfuz sahibiydi. Rusya bunlardan yararlanmayı amaçlamıştı. Tereddüt içinde olan İslâm topluluklarıyla doğu halklarına, Enver Paşa ve arkadaşları aracılığıyla bağımsızlık ve özgürlüklerine kavuşacaklarını söyleyerek, Orta Asya ve Hindistan’da İngiliz emperyalizmiyle mücadeleyi sağlamayı ve Rusya’da kurulan yeni düzeni güçlendirmeyi istemekteydi. Ayrıca Türk ordusunu desteklemek için Anadolu’ya gönderilecek olan Kafkas Atlı Birlikleri ve Komünist Parti aracılığıyla, Atatürk ile Enver Paşa arasında bir iktidar mücadelesi başlatarak Anadolu’da bir Sovyet Hükümeti kurmayı tasarlamaktaydı. Anadolu ulusal hareketi, İngiliz emperyalizmine ve bütün Batı’ya karşı Rusya’nın güçlü bir kozu olacaktı.
3. İttihatçı önderler açısından ise amaç; özellikle Enver Paşa bir yandan Anadolu’daki emperyalist karşıtı akımın önderliğini ele geçirmeye çalışırken, öte yandan ufuklarını bununla sınırlamayarak Orta Asya Türklerini de içine alacak bir Turan Cumhuriyeti kurmak istiyordu.

  • Sovyet Rusya’nın Anadolu’ya İlk Adımı
Atatürk, Sivas Kongresi’nden hemen sonra Sovyet Rusya’ya gayrı resmî bir temsilcinin gönderilmesini, para ve silah yardımı almak olanaklarının araştırılmasını uygun görmüştü. Bu kişi, eski İttihatçılardan Enver Paşa’nın amcası; Halil Paşa’ydı. Sivas’ta, Halil Paşa ile görüşen Atatürk, şu sözleri söylemişti:

“Senden doğu bölgelerinde yararlanmak isteriz. Örneğin Bolşeviklerle aramızda yol açmak ve bu suretle bağlantıyı sağlamak, sonra Bolşeviklerden silâh, cephane ve paraca yardım görmek... Siz mütarekeden önce Kafkaslarda ordularımızla harekât yapmıştınız. O zamanlarda Bolşevikleri yakından tanımıştınız. Onun için bu taraflardan Anadolu’ya yapacağınız yardım, diğer taraflardan yapacağınız yardımlardan daha değerli olacaktır.”([115])

Halil Paşa, Eylül 1919’da gizlice Rusya’ya doğru hareket etmişti. Halil Paşa, Anadolu’nun durumunu anlattıktan sonra emperyalistlere karşı savaşabilmek için silah ve cephaneye ihtiyaçları olduğunu belirtmiştir. Bu görüşmelerden sonra, 1920 yılının başlarında deniz yoluyla Trabzon’a silah ve cephane yollanmış ve aynı zamanda Karaköse’de yüz bin lira değerindeki altın teslim alınmıştır.
Ayrıca, Halil Paşa Moskova’ya gitmeden önce Sovyetler Birliği tarafından Mahmudov adlı bir temsilci Sivas Kongresi’ne gözlemci olarak gönderilmiştir.

  • Enver, Talat Ve Cemal Paşalar Moskova’da
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesinde büyük sorumlulukları olan Enver, Cemal ve Talat Paşalar, savaşın Osmanlı Devleti aleyhine sona ermesi üzerine yurttan kaçmışlar, önce Almanya’ya ve sonra da Rusya’ya gitmişlerdi. Rusya’ya giden Enver Paşa ve arkadaşlarının durum ve tutumları Kurtuluş Savaşı sırasında önemli etkiler yapmıştır. Bu dönemde, Atatürk ile aralarında birkaç mektuplaşma olmuştur. Burada dikkat çekici en büyük olay; Enver Paşa’nın arkasına Sovyet Rusya’yı alarak Anadolu’ya girme isteğidir. Kafkaslarda oluşturulacak bir güçle Anadolu’daki mücadeleye destek olmak istediğini belirten Enver Paşa’nın tutumuna karşılık Atatürk’ün tutumu, aralarındaki ilişkiyi aydınlatıcı niteliktedir. Enver Paşa’nın bu isteklerine karşılık Atatürk şunları söylemiştir:

“Zatıâlinizin Batı âleminde, bizim Anavatanda, diğer arkadaşların da doğu ülkelerinde yürütecekleri paralel çalışmanın, ülkenin kurtulması için çok verimli olacağı kuşkusuzdur.”([116])

Böylelikle Atatürk, Enver Paşa’nın Anadolu’daki mücadelenin dışında kalmasını istediğini güzel bir dille belirtmiştir. Daha sonraki zamanlarda da Ankara hükümeti, Enver Paşa ve yanındakilerinin, Ankara hükümeti tarafından görevlendirilmediğini Sovyet Rusya’ya bildirmiştir. Fakat Kazım Karabekir, bu konuda Atatürk ile düşünce ayrılığına düşmekteydi. Hala da Enver Paşalardan yararlanılması gerektiği düşüncesindedir. Fakat Enver Paşa’nın yaptıkları ve Anadolu’da verdiğimiz mücadeleyi düşündüğümüzde Atatürk, aldığı kararda gerçekçi ve haklıdır. Çünkü yapılan bağımsızlık mücadelesi, İttihatçıların mücadelesi olarak gözükecekti. Hâlbuki bu mücadele, Türk ulusunun mücadelesidir. Bunun yanında da Enver Paşa güçlendikçe, Anadolu’ya belli bir güçle inmesi çok olağandı. Böyle bir hareket Türk ulusunun geleceğini kötü etkileyecekti. Böylesi bir riske girilemezdi. Diğer önemli bir konuysa; Sovyet Rusya, Enver Paşa’yı kullanarak; Anadolu’da bir Bolşevik İhtilali yapacaktı. Enver Paşa ve arkadaşları, Sovyetlerin gizli amaçlarını anlamalarına rağmen İngiliz emperyalizmine karşı Ruslardan yararlanarak, bir cihat açmayı düşünüyorlardı. Böylece anavatana hizmet edeceklerine inanıyorlardı. Bu düşünce, bütünüyle bir hayalden ibaretti. Sovyet Rusya, o dönemlerde Anadolu’da bir Bolşevik İhtilal olmasını isterken, kendi çıkarına olmayacak bir eyleme destek vermezdi; vermedi de…

Kütahya – Eskişehir savaşlarını kaybeden Batı Cephesi’nin Sakarya nehrinin gerisine çekilmesi bazı kimselerin tutkularını tekrardan alevlendirmiştir. Bunun sonucunda da Ankara ulusal idaresinin dağılacağı düşüncesini ortalığa söylemekten çekinmiyorlardı. Enver Paşa da 28 Temmuz 1921’de Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin ile acele ve gizlice görüşmek istemişti. Görüşmeden sonra 30 Temmuz’da Moskova’dan ayrılmış, trenle Kafkasya yönüne hareket etmişti. Yaklaşık on beş bin kişilik kızıl bir Müslüman gücü de Ruslar tarafından Bakü’ye hareket ettirilmişti.
Sovyet Rusya’ya Anadolu’daki olayların yanlış aktarılması; Sovyet Rusya’nın da tutkularını ortaya çıkartmaya itiyordu. Bu durum karşısında Sovyet Rusya, genel bir anlatımla şöyle hareket etmiştir; Türk Batı cephesi Avrupa emperyalistlerine karşı yenilgiye uğramıştır. Bunun sonucu olarak Ankara Hükümeti savaştan çekilebilir. Hâlbuki bu cephenin yeniden tesisi Sovyet çıkarlarına uygundur. Bu amaçla ve her olasılığa karşı Enver Paşa ile Kızıl Ordu’dan bazı Müslüman kıtaların Güney Kafkasya’ya gönderilmesi gerekir.

Avrupa’dan gelen haberlerden, Yunan saldırısının Sakarya’da durdurabileceğinin anlaşılmasına rağmen, Sovyet Hükümeti’nin inancı, hâlâ Türklerin dağılacağı noktasındaydı. Bundan dolayı, durumlarını güçlü göstermeye çalışıyorlar ve Türklere her türlü yardımı yapabileceklerini söylüyorlardı. Amaçları, Türklerin maneviyatını yükselterek Batı Cephesi’nde savaşa devam etmelerini sağlamaktı. Eğer Atatürk’ün başkanlık ettiği TBMM ve Hükümeti savaşa devam edemeyecek olursa da, Enver Paşa’yı Kızıl Ordu’dan seçecekleri veya yeniden kuracakları Müslüman güçleriyle Anadolu’ya göndererek, Batı Cephesi’ni ve Ankara Hükümeti’ni kendi nüfuzları altına alacaklardı. Fakat Sakarya Meydan Çarpışmasının kazanılması; Ankara’nın güçlü olduğunu göstermişti. Bunun sonucunda da Ankara’nın siyasal alanda güçlenmesini sağlamıştı.

Özetle, Enver Paşa sebebi ne olursa olsun Türkiye’den kaçmış ve sürgüne kendi kendisini mahkûm etmiştir. Enver Paşa’ya göre, Anadolu’ya çok yardım sağlanmıştır ve onun sayesinde olmuştur. Fakat bu görüş, onun sayesinde elde edilmiş olmaktan çok uzaktır.

  • TBMM’nin Açılması Ve Sovyet Rusya İle İlk Resmi İlişkiler
Meclis’in kurulduğu zamanlarda, Anadolu’yu temsil eden Ankara Hükümeti yalnızdı. Dünyada, başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere bütün batı emperyalizmine karşı doğuda bir başkaldırış söz konusuydu. Ankara hükümetinin birincil önceliği; batı emperyalizmini kendine düşman olarak gören Sovyetler ile içten ve iyi ilişkiler kurarak; emperyalizmle yan yana savaşmak isteğiydi. Bunun neticesinde de maddi ve askeri teçhizat bakımından zayıf kalan Anadolu’ya bir şekilde yardım gerekiyordu. Bu eksiklerin bir bölümünü karşılamak için Sovyetlerle resmi ilişkiler kurularak; birtakım antlaşmaların yapılması gerekiyordu. Meclis’in kurulmasından üç gün sonra Atatürk, Moskova Hükümetine bir mektup yollamıştır:

1. Emperyalist hükümetlere karşı harekâtı ve bunların egemenliği ve sömürüsü altında ezilen insanların kurtuluşu amacını güden Bolşevik Ruslarla çalışma ve hareket birliğini kabul ediyoruz.
2. Bolşevik güçleri, Gürcistan üzerine askerî harekât yapar ya da izleyeceği politika ve göstereceği etki ve nüfuz ile Gürcistan’ın da Bolşevik birliğine girmesini ve içlerindeki İngiliz güçlerini çıkarmak için bunlara karşı harekâta başlamasını sağlarsa, Türkiye Hükümeti de emperyalist Ermeni Hükümeti üzerine bir askerî harekâtı yönetmeyi ve Azerbaycan Hükümetini de Bolşevik devletleri grubuna sokmayı yükümlenir.
3. Önce ulusal topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist güçleri kovmak ve ilerde emperyalizme karşı meydana gelecek ortak mücadelelerimiz için ordularımızı kurmak üzere şimdilik, ilk taksit olarak beş milyon altının, kararlaştırılacak sayıda cephanenin diğer savaş makinelerinin, araçların, sağlık araçlarının ve yalnız doğuda harekât yapacak güçler için yiyeceklerin Rus Sovyet Cumhuriyeti’nce sağlanması rica olunur.”([117])

Atatürk’ün imzasının olduğu bu mektubun bir başlığı yoktu. Bu mektuba Kazım Karabekir tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Moskova Sovyet Hükümeti’ne Birinci Önerisidir başlığı verilmiştir. Bu konuda araştırma yapan araştırmacılara göre, bu mektup bizzat Bolşeviklerin önderi Lenin’e gönderilmiştir. Ancak, bu mektubun hiçbir yerinde Lenin’e yollandığına dair bir belirtme yoktur.

Ankara’nın ikinci girişimi ise; Atatürk’ün görevlendirdiği 5 kişilik bir kuruldu. Bu kurulun başındaki Bekir Sami Bey, TBMM’nin Dışişleri Vekiliydi. 11 Mayıs 1920’de Rusya ile resmi görüşmeler yapmak için yola çıkmışlardır.

Atatürk’ün mektubuna 3 Haziran 1920’de Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin tarafından cevap gelmiştir. Çiçerin, TBMM ile işbirliği ve doğrudan ilişki kurmayı kabul etmenin yanında, asıl vurguyu Anadolu’da yaşayan halkların kendi kaderlerini belirleme haklarına ve Boğazlar sorununun Karadeniz’e kıyısı olan devletlerarasında düzenlenecek bir konferansta çözüme kavuşturulmasına yapmaktaydı. Çiçerin’in bir ittifaktan hiç söz etmemesi Ankara Hükümeti için önemli bir konu olmuştur. Gerek Bekir Sami Bey ve gerekse Ali Fuat Paşa kurullarının Moskova’da bu konuda harcadıkları çabalar, istenilen sonuçları doğurmamıştır.

Sovyet Rusya’nın Türkiye ile ittifaka girmekten kaçınmasının sebepleri şunlardır;

1. Sovyet Hükümeti bu sırada İngiltere ile bir ticaret anlaşması yapmak için çaba harcıyordu. İngiltere’den almaya muhtaç olduğu birçok madde vardı. Türkiye ile İngiltere’ye karşı yapılacak olan bir ittifak, bu ticaret anlaşmasına engel olabilirdi.
2. Sovyet Rusya, Polonya Savaşı, Wrangel ve Gürcistan’daki Menşeviklerle([118]) uğraşmaktaydı. Ankara ile bir ittifak, Rus askerlerinin Anadolu’da Yunanlılara karşı savaşmasını gerektirebilirdi.
3. Bolşevikler, komünist olmayan hatta komünistlere karşı önlem alan bir ülke ile ittifakı da tehlikeli bulmuşlardı.

3 Haziran 1920 tarihli mektup ile Sovyet Hükümeti TBMM’yi resmen tanımış ve iki hükümet arasında diplomatik ilişkiler resmen kurulmuştur.

  • İlk Türk Kurulu Moskova’da
Sovyet Hükümeti’nin çeşitli yollardan Türkiye ile temas kurma çabasına girişmesi, Ulusal Mücadele ile ilgisi olmayan kimselerin Ankara hesabına Sovyetlerle müzakerelerde bulunmalarını önlemek ve Sovyet Rusya’ya asıl muhataplarının Ankara hükümeti olduğunu göstermek için Ankara hükümeti, kurul göndermeyi kararlaştırmıştır. İstanbul’un işgal edilmesi, Sevr Antlaşması koşullarının açığa vurulması da Sovyetlerden bir an önce yardım sağlanmasını gerektiriyordu.

11 Mayıs 1920’de yola çıkan kurula yapacağı temaslar konusunda şu talimatlar verilmişti:

- Türkiye’nin Batı devletlerinin köleliğine düşmesini, Rusya kendi temel çıkarlarına kesinlikle aykırı görüyorsa, bize yardım etmesi ve bizimle anlaşması için temel bir dayanağımız var demektir.
- Türkiye’nin isteği, şimdiki ulusal sınırlar içinde iç ve dış tam bağımsızlık içinde yaşamak ve bu temel isteğin sağlanması şartıyla Rusya ile kader ve gelecek birliğini kurmaktır.
- Boğazlardan yararlanma, tüm Karadeniz ülkelerine serbest olacaktır. Bunu sağlamak için Karadeniz Boğazı’nda tahkimat([119]) yapılmamak, İstanbul’a Rus donanmasının gelmesinin bizim anlayışımız ve isteğimize bağlı olmak üzere, Çanakkale Boğazı tahkimatını Ruslarla birlikte savunmamızdır. Bu koşullardan daha fazlası Rusların Çanakkale tahkimatını bağımsız olarak elinde bulundurmaları ya da İstanbul’a donanmalarını istedikleri zaman getirmeleridir ki; her iki şık da İstanbul’un elimizde bulundurulması kuralını bozar. Ruslar için Boğazların tam özgürlüğünü yalnız anlaşma koşullarıyla sağlamak ya da Boğazın savunma ve denetimini tüm Karadeniz devletlerinin bir ortak sorunu olarak onaylatmak çok daha uygun ve iyi bir çözüm yoludur.
- Dışardan yapılacak yardım; para, savaş araçları, makineler olacaktır.
- Ruslarla kader birliği etmek, onların yardımından yararlanmak için ulaştırmanın engelsiz ve kesinlikle güvenilir olması gerekmektedir.

Türkiye ile henüz dostluk kurulmayan Taşnak Ermenistan’ı ve Menşevik Gürcistan topraklarından geçerek Moskova’ya ulaşmaları olanaksızdı. Bu yüzden çok dolambaçlı yollarla Moskova’ya gitmişlerdir. Yola çıktıktan altmış dokuz gün sonra ancak Moskova’ya ulaşabilmişlerdir. Sovyet Rusya’nın tutumunu gösterecek bir başka olay ise; Moskova’ya ulaşan ilk resmi kurulumuzu, Moskova garında karşılayan herhangi bir yüksek rütbeli Sovyet yetkilisinin olmayışıdır. Trende tanıştıkları biri onlar için Rus Dışişlerine telefon etmiş, ancak bir saat sonra bir otomobil gelip kendilerini almıştır. Ruslar, o günlerde Petersburg’da oturum yapan III. Enternasyonal’e katılmış olmalarını özür olarak öne sürmüşlerdi. Kendilerine karşı gösterilen bu ilgisizlik, Türk temsilcilerini öfkelendirmişti. Yine o günlerde Bolşeviklerin, İngilizlerle bir ticaret anlaşması imzalamak üzere yaptıkları görüşmeler, Kafkaslar ile Anadolu’ya karşı besledikleri amaçlar, Ermenilerle Türkler arasındaki sınır sorununda arabuluculuk önerisinde bulunmuş olmaları ve böylece Kemalistleri Kafkaslardaki Ermeni seddini yıkmak fırsatından yoksun bırakmaları, Türklerin Sovyetlere karşı olan kuşkularını epey arttırmıştır.

  • Moskova’da İlk Müzakere
Bekir Sami Bey başkanlığındaki Türk Kurulu 24 Temmuz 1920’de Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin tarafından kabul edilmiştir. Bu görüşmede Komiser Vekili Karahan da bulunmuştur. Çiçerin, Cemal ve Halil Paşalarla lüzumlu esasların tespit edildiğini, ayrıntıların da Türk delegeleri ile kararlaştırabileceğini söylemiştir. Bekir Sami Bey ise; Cemal ve Halil Paşaların TBMM tarafından görevlendirilmediklerini, bundan dolayı girişim ve üstlendiklerinin kişisel bir değer taşıdığını belirtmiştir.

Daha sonra 25 Temmuz 1920 gecesinde Türk Kurulu, Karahan ile görüşmüş, muhtaç olunan silah ve mühimmatın Anadolu’ya süratle nakledilebilmesi için kapalı olan Ermenistan yolunun bir an önce açılmasını öne sürmüştü. Karahan ise, Lehistan meselesinin önemi üzerinde durarak oradan güç getirerek yolun açılmasının güç olduğunu ve Ermenistan’a karşı sebepsiz bir saldırının Batı ve Amerika kamuoyunda kötü bir etki bırakacağını söylemişti. Bunlara ek olarak; Ermeni Hükümeti’nin, nezdine gönderilen elçilik kurulunun sınırı geçmesini uygun görmediğini, siyasî girişimlere başlandığı için bir iki hafta içinde yolun açılmasından ümitli olduğunu söylemişti. Bekir Sami Bey, durumun on beş gün bile beklemeye uygun olmadığını, yolun bir an önce açılarak ulaşımın sağlanmasının yaşamsal bir sorun olduğunu ısrarla belirtmiş ve şunu sormuştu:

“Ermeni ordusunun sınırımıza saldırma olasılığı var mıdır?”([120])

Karahan, Ermenilerin böyle bir yürekliliğe bulunamayacakları, bulundukları takdirde şiddetli bir uyarı vererek yolu açtırmanın olası olacağı, ısrarları halinde ise Ermenilerle savaşın kaçınılmaz olduğu şeklinde bir cevap vermişti.

Bu görüşme zamanının geç olmasından dolayı Karahan, ikinci görüşmenin 26 Temmuz Pazartesi olacağını belirtmişti. Ancak, kendisinden pazartesi günü haber gelmediği gibi sonraki günlerde de gelmemişti. Türk Kurulu kendisine verilen görevin gereği olarak, esaslı müzakerelere bir an önce girişilmesini istemesine rağmen Sovyetler, Türk Kurulunu oyalıyorlardı. Nihayet, 31 Temmuz Cumartesi günü Bekir Sami Bey’in imzası ile Dışişleri Komiseri Çiçerin’e bir mektup gönderilmişti. Mektupta, Anadolu’nun durumunun beklemeye uygun olmadığından söz edilerek, bir an önce görüşme yapılması gerektiğini bildirilmişti. Mektuba hiçbir cevap gelmeyince kurye İbrahim Efendi, Karahan’a gönderilmiş ve sonunda 4 Ağustos’ta Karahan’la görüşme gerçekleşmiştir.

Görüşmelerde ilk sözü alan Karahan, şu açıklamalarda bulunmuştur:

“Ankara Hükümeti’nin Ermenistan’a bir nota vererek, Ermeni askerlerinin Brest -
Litovsk antlaşmasındaki sınırlara çekilmelerini istediğini haber aldık. Türkiye’nin ne kendi başına ve ne de Sovyet Rusya ile birlikte Ermenilerden maden isteğinde bulunmasını bazı sebeplerden dolayı uygun bulmuyoruz. Eski Rusya içindeki Ermenistan ile sorunu biz hallederiz. Savaş istememekle beraber Ermenistan’a karşı hazırlıklı bulunuyoruz. Ermenistan’a savaş sebebi yapmak bize aittir; bunun için de elimizde bazı deliller vardır. Bunları bir şekle koyarak ilân edeceğiz. Örneğin Türkiye’ye gönderdiğimiz yirmi beş put altını Ermeniler alı koydular. Kırk sekiz saat zarfında bu altının iadesi için Ermenistan Hükümeti’ne bir nota verdik. Ermenistan Hükümeti, buradaki Ermeni kurulunu geri çağırmıştır. Türkiye’ye yardım gerekliliğini ehemmiyetle takdir ediyoruz. İyi biliniz ki, bu ay nihayetine kadar yol açılacaktır. Konu, gizli tutulsun; bunu yalnız hükümetinize bildirebilirsiniz. Brest - Litovsk sınırını iddia ediyorsunuz. Fakat her şeyi şimdi yürürlükte olmayan bir antlaşmaya dayandırmak doğru olmaz. Aradan zaman geçti ve birçok şey değişti. Böyleyken bu antlaşmanın aramızda incelenmesi gerekir.”([121])

Türk Kurulu, Moskova’ya yalnız yardım sağlamak için gelmediklerini, aynı zamanda dostluk ve ittifak esaslarını tespit etmenin de görevleri arasında olduğunu ve bu işlere bir an önce başlanarak işlerin halledilmesini istediklerini söylemiştir. Bekir Sami Bey, Karahan ile yaptıkları görüşmeden sonra düşüncelerini Ankara’ya bildirmiş; ayrıca bazı haberler de göndermişti: “Moskova’ya ulaştığımızda İliyava adında bir kişinin büyükelçi olarak Ankara’ya gönderileceğini öğrendik. ...Elçilik kurulu iki yüz kişiye yakındır.”([122])

Türk Kurulu, 13 Ağustos’ta Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin tarafından kabul edilmiştir. Bu görüşmede Çiçerin, Brest - Litovsk ve Ermenistan konuları üzerinde durmuş ve temel konulara bir türlü geçilememişti. Çiçerin’in silah ve mühimmat komisyonu görüşmelerinin ne yönde olduğuna dair sorduğu bir soruya Türk Kurulu; istenilen savaş malzemesinin bir liste halinde komisyona verildiğini, fakat henüz cevap alınamadığı yanıtını vermişti.

Türk Kurulu, yardımdan bir an önce yararlanmak için Ermenistan yolunun açılması gerekliliği üzerinde ısrarla duruyordu. Çiçerin, Bekir Sami Bey’in: “Yol hakkındaki güvenceyi de tarafınızdan hükümetinize ulaştırabilir miyiz?”([123]) sorusuna cevap vermedi. Ancak aynı soru tekrarlandığı zaman: “Biz Ermeniler ile bir antlaşma sözleşmesini ve metnini bugün gazetelerde yayımladık. Bu antlaşma belgeleri gerekliliğince Nahcivan, ordumuzun ve Şahtahtı kasabası ile Gulfa-Şahtahtı demiryolu yolu Ermenistan’ın işgalinde kalacaktır. Bu önlem geçicidir”([124]) demiştir. Bunun üzerine Türk delegeleri derhal karşı çıkmışlar, yolun açılmasını beklerken Ruslarla Türkler arasında mevcut tek bağlantı ve ulaşım yolunun kapanmış olduğunu, durumun çok daha kötü bir duruma girdiğini, buradan kalkıp gitmelerinin gerekeceğini söylemişlerdir. Rusların Taşnak Ermenistan’la yaptıkları anlaşmayla, Azerbaycan ile Türkiye arasındaki ulaştırma yolları Ermenilerin eline geçiyordu. Rusların hedefleri şunlardı; Batı’ya yaranmak, Ermenistan’ı Türkiye ile Azerbaycan arasında bir duvar gibi kullanmak ve Türkiye’nin de Ermenistan lehinde toprak fedakârlığı (özveri) etmesini isteyebilmek. Nitekim öyle de olmuş ve Ruslar Türkiye’den üç ili istemişlerdir.

Türk Kurulu ile Karahan arasındaki görüşmeler, Sovyetlerin henüz esaslı müzakerelere girişmeye yanaşmadıklarını ve bir oyalama siyaseti izlediklerini göstermektedir. Çiçerin ile olan mülakat ise, yapacakları yardım ile Türk toprakları üzerine gelecekte topraklarına katacakları Ermenistan hesabı için bir pazarlığa zemin oluşturmak istedikleri anlaşılmaktadır. Türk Kurulu, Dışişleri Komiseri Çiçerin ile yaptığı mülakattan bir gün sonra, yani 14 Ağustos 1920’de Sovyet Sosyalist Danışma Kurulu Cumhuriyeti’nin devlet başkanı Lenin tarafından kabul edilmiştir. Kurul, istenilen yardımın geciktiğini söyleyip açılacağı defalarca tekrar edilen Ermenistan yolunun henüz açılmadığı gibi, Ruslarla Türkler arasında ulaşım ve bağlantıyı sağlayacak tek yol olan Nahcivan – Şahtahtı demir yolunun Sovyet Hükümeti tarafından bu defa Ermenistan’a bırakılmasının şaşırtıcı olduğunu belirtmiştir. Lenin ise:

“Evet, bunda haksızlık ve hata oldu. Sorun incelenmekte olup üç dört gün zarfında uygun bir durum sureti bulunacağından umutluyum”([125]) demiştir.

Bekir Sami ve Yusuf Kemal Beylerin Lenin ile yaptıkları mülakatı Ankara’ya anlatırken Lenin’in içten ve iyi birisi olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşmelerde Lenin, ezilmiş uluslara yardımın Sovyet Hükümeti’nin temel prensiplerine dayandığını, emperyalistlere ve özellikle de İngiltere’ye karşı savaşa devam eden Türk ulusu hakkında pek içten duygular beslediklerini ve Türkiye’ye yardım edeceklerini belirtmiştir.

Moskova’da bir aydan fazla süren müzakereler neticesinde bir dostluk antlaşması projesi hazırlanmış ve 24 Ağustos 1920 tarihinde Türk ve Rus delegeleri tarafından imzalanmıştır.

Ankara ve Moskova Hükümetlerinin onayından geçtikten sonra yürürlüğe girecek olan dostluk antlaşması ile Rusya Ulusal Ant sınırları içinde bağımsız bir Türkiye’yi resmen tanıyor, Türkiye de Rusya’daki yeni Bolşevik Hükümeti’ni tanımayı onaylıyordu. Taraflar, iyi komşuluk ilişkileri kurmayı, ticaretlerini geliştirmeyi, bir diğerinin topraklarında yaşayan kendi uyruklarının hak ve hukukunun korunmasını ve Boğazların uluslararası bir konferansta belirlenecek yeni durumu onaylamayı üstleniyorlardı. Sovyetlerin isteği üzerine parasal ve askerî yardım konusu antlaşma metninde yer almayacaktı.

Antlaşma maddeleri her iki taraf delegeleri tarafından imzalandıktan üç gün sonra Çiçerin, Türk Kurulu başkanı Bekir Sami Bey’i davet etmiş ve Dışişleri Komiserliği binasında gece yarısından sonra üç buçuk saat süren bir mülakat yapılmıştır. Çiçerin, Ermenistan’a Van ve Bitlis vilayetlerinden bir arazinin bölünmesini istiyordu. Bu istek karşısında Bekir Sami Bey, Türkiye’de Ermenistan vilayetinin bulunmadığını, Ermenilerin ülkemizin her yerinde Türklerle karışık bir halde yaşadıklarını, hiçbir yerde üçte bir derecesinde bile çoğunluğu oluşturamadıklarını söylüyordu.

Çiçerin, Ermenistan’a Van ve Bitlis’ten mutlaka bir kıtanın bırakılmasının zorunlu olduğunu, Türklere yapacakları yardımın bu esaslara dayandığını, Halil ve Cemal Paşalarla yaptıkları müzakerelerde aynı esasın onlar tarafından kabul edildiğini ve Ermenistan’a bırakılacak yerlerde bir göçmenlik yapılacağını tekrarlıyordu.

Bekir Sami Bey: “Söylenen yardımın buna dayalı olduğunu bilmiyorduk. Yunanlılarla Ermenilere toprak vermemek için bir buçuk seneden beri İtilâf Hükümetleri ile savaşan ulusumuz, kendisine dost bildiği bir hükümetin de aynı siyaseti güttüğünü görünce bu dostluğun kendisine ne yarar sağlayacağını düşünmekte haklıdır. Bununla birlikte ülkemizi bölme amacından oluşan her iki siyaset arasında ne yazık ki; fark kalmamış olacaktır.”([126]) demişti. Ayrıca Halil ve Cemal Paşaların Türk ulusu yerine söz söyleme hakkının olmadığını belirtmişti.

Sovyet Hükümeti’nin Türkiye’den toprak istediği tarih, Ulusal Hükümetin içeride ve dışarıda türlü zorluklarla ve tehlikelerle savaştığı zamana rastlamaktaydı. Yunanlılar, Uşak’a kadar gelmiş, bu durum Hükümet ve Meclis çevrelerinde kararsızlık ve korku uyandırmıştı. Atatürk, Ali Fuat Paşa’ya gönderdiği telgrafında Ruslarla ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Ermenistan’la 10 Ağustos’ta yaptıkları antlaşmada Şahtahtı –Culfa tren yolu Ermenilere bırakmışlar; Azerbaycan’ın ve bizim kurulumuzun protestolarına karşı yanlış olduğunu sözle anlatarak kararlarında henüz değişiklikler  yapmamışlardı. …Bolşeviklerin malzemece pek yoksul ve barışa istekli olduklarını, fakat Lehistan yolculuğunu başarıyla bitirmeleri kolaylıkla ortaya çıkınca Batılılarla hemen uyuşmak düşüncesinde olduklarını anladık. Bize karşı dost ve ilgili görünerek hem İslam kamuoyu, hem İngiliz kamuoyu üzerinde etki yapmak ve bu etkiyi korumak için zorunda kalırlarsa bize en düşük yardımlarda bulunmak daha sonra Batılılarla uyuşmak olanağını korumak için bizimle kesin kararlara girmemek hareketini gözlemledik. Bolşevikler aynı zamanda ülkemizde, Bolşevik örgütü oluşturmak için olağan üstü çalışmalara başlamışlardır. …kuruldan Trabzon aracılığıyla aldığımız yeni bir raporda ahitnameden bahsedilmektedir. Buna nazaran Van, Bitlis ve Muş taraflarında Ermenilere toprak bırakılması mevzubahis olduğu görülmektedir.”([127])

Çiçerin, İtilaf Devletleri’nin Sivas ve Trabzon’u da kapsayacak Büyük bir Ermenistan kurmak dileğinde olduklarını, oysa Sovyet Rusya’nın Ermenistan’a, Ermenistan nüfusuna göre küçük bir bölgenin verilmesini istediğini belirtiyordu. Çiçerin’in bu sözlerine sinirlenen Bekir Sami Bey, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve ekonomik çıkarlarına aykırı bulduğu bu önerinin kabul edilemeyeceğini, ama Türkiye’de yaşayan ve evlerini bırakıp kaçan Ermeni göçmenlerinin dönmelerini kolaylaştırmayı hükümetine önereceğini bildirmişti. Çiçerin Ermenilerle ilgili isteğinde direniyordu. Bekir Sami Bey ise, bu sorun üzerinde karar vermenin kendi yetkisi dışında olduğunu ve hükümetine danışacağını belirtmişti. Bekir Sami Bey, bu konuşulanları ayrıntılı bir rapor halinde Ankara’ya bildirmek ve yeni bir talimat almak için kurulda bulunan Yusuf Kemal Bey’i yola çıkarmıştı. Yusuf Kemal Bey on altı günlük bir yolculuktan sonra Trabzon’a gelerek 18 Eylül 1920’de bir telgrafla TBMM başkanlığına bilgi vermişti.

Moskova’ya giden Türk Kurulu geri döndükten sonra Bekir Sami Bey, bir süre daha Moskova’da kalmıştır. Bekir Sami Moskova’dayken, 16 Ekim 1920 tarihinde Atatürk tarafından kendisine bir mektup yollanmıştır. Atatürk bu mektubunda, Rusların Ermeniler adına yaptıkları toprak verme teklifine değinerek bu durumun içten bir ilerleme gösteren Türk-Rus ilişkileri ile çeliştiğinden söz etmiş ve Ermenilere kesinlikle herhangi bir toprak parçasının verilmeyeceğini bir kez daha belirtmiştir. Atatürk mektubun devamında, Ruslar eğer Ermeni konusunda Ankara hükümetinin isteklerini kabul ederlerse 24 Ağustos 1920’de paraf edilen anlaşmayı imzalaması için Bekir Sami Bey’e yetki vermiş, aksi takdirde gelişmeleri takip etmesi için bir süre daha Moskova’da kalmasını istemiştir. Ankara Hükümetinin istekleri kabul edilmeyince TBMM Hükümeti, konuyu yeniden müzakere ederek Sovyetlere karşı kesin bir tavır almış, alınan kararları da bir talimat halinde telgraf ile Bekir Sami Bey’e bildirmiştir. Atatürk, bu telgrafın arkasından, Doğu Cephesi’ndeki Ermenilerin bütün saldırı ve taşkınlıkları karşısında sabırla beklemesini istediği Kâzım Karabekir Paşa’ya, harekete geçmesi için gerekli direktifi göndermiştir.

24 Temmuz 1920’de Moskova’da görüşmelere başlayan TBMM Kurulu başarısız olmuştur. Kurul, görüşmeler boyunca açlık çekecek düzeyde ilgiden yoksun kalmıştır. Öyle ki; kurulun açlıktan kurtulmasına Tatar Türkleri yardımcı olmuşlardır. Yusuf Kemal Bey, bu konuda şunları söylemektedir: “Moskova’da biz âdeta aç yaşıyorduk. Hatıra defterime 24 Temmuz gününde yazmışım ‘…açlık canıma tak demeğe başladı. Bir günlük yemeğimiz şu; sabahleyin saat 10 da -tabii Moskova saatiyle- çay, tereyağı, gravyer cinsinden bir peynir, azıcık kara ekmek. Ben bunlardan yalnız çayı içiyorum. Saat 4’te sade suya bir çorba, bir küçük et, yanında darı (mısır) pilâvı. Etin, ne eti olduğu belli değil. Yenilemiyor. Darı, tuhaf bir şey... Pişmeleri çok fena… Akşam saat 10’da çorbasız et, darı pilavı… O kadar… Yemekler gayet az ve kötü. Ticaret yasak. Her yer kapalı. Lokantadan yemek, çarşıdan bir şey almak olanaksız, sözün kısası açlığa idman ediyor ve yavaş yavaş güçten düşüyorum’”([128])

Moskova’da yapılan görüşmeler sonunda bir anlaşma imzalamayı başaramayan kurulun geri dönüşü de karmaşık yollardan olmuştur. Bekir Sami Bey, 11 Eylül’de Moskova’dan ayrılmış, 3 ay boyunca gözden kaybolmuş, 31 Ocak 1921’de Ankara’ya dönmüş, 1 Şubat’ta da gezi hakkındaki raporu TBMM’ye sunmuştur.

Çiçerin’in Anadolu’dan Ermenistan devleti için toprak istemesi; Sovyetlerin yalnızca doktriner([129]) değil, siyasi ve emperyalist amaçlarının olduğunu gösteriyordu. Her ne kadar kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadele ettiklerini söyleseler de Sovyetlerin de diğer Batılı emperyalistlerden bir farkı yoktu.

  • Bakü Doğu Milletleri Kongresi Ve Türkiye İle İlgili Düşünceler
1920 yılı içerisinde, birisi Moskova’da diğer ikisi Bakü’de olmak üzere Türkiye’yi yakından ilgilendiren üç kongre yapılmıştır. Birincisi Moskova’da yapılan Üçüncü Enternasyonal’in İkinci Kongresi, ikincisi Bakü’de yapılan Doğu Halklarının Birinci Kongresi, sonuncusu da Bakü’de yapılan Türkiye Komünist Teşkilatlarının Birinci Kongresi’dir. Burada önemle üzerinde durulan, Doğu Halklarının Birinci Kongresi’dir. Bu kongre, 1 - 8 Eylül tarihleri arasında toplanmış ve kongreye 37 ülkeden 1891 delege katılmıştır. Delegelerin hepsi komünist partilerin üyeleri değildi. Bu nedenle kongre, komünistler ve partisizler -komünist olmayanlar- olmak üzere iki kümeye ayrılmıştı. Türk delegelerinin sayısı 235 idi. Ve hepsinin Anadolu’dan gelmedikleri açıktı. Sovyet Rusya’nın, Doğu Halkları Kongresi’ne Türkiye’den delege gönderilmesi için TBMM Hükümeti’ne resmen başvurmadığı, doğrudan doğruya halka başvurulduğu anlaşılmaktadır. Türk ulusunun kendi seçtiği temsilcilerden oluşan ve Türkiye’yi temsil eden TBMM’nin devre dışı bırakılarak doğrudan ulusa çağrı yapılması, TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

TBMM Hükümeti, bu kongreye resmen davet edilmediği için resmî olarak delege göndermemişti. Yalnız temsilci olarak Moskova’da bulunan Dr. İbrahim Tali Bey, Türkiye adına kongreye gözlemci olarak katılmaya memur edilmişti. Türkiye’nin çok güç şartlar içinde bulunduğu bir zamanda, Doğu Halklarını ilgilendiren böyle bir kongreye ilgisiz kalması söz konusu olamazdı. Çünkü bu kongre, diğer bütün Doğu halklarından çok Türkiye’yi ilgilendirmekteydi. TBMM Hükümeti, Sovyet Rusya ile iyi geçinmek, ondan parasal yardım almak ve onlarla dost olmak istiyordu. Kongrede olup biteni ve Sovyet siyasetinin ne yönde geliştiğini görmek de oldukça önemliydi. Ayrıca, kongreye gelecek diğer halklar arasında gerekli propagandalar yapılabilir ve Türkiye’nin batı emperyalizmine karşı verdiği mücadelede, onların desteği sağlanabilirdi.

Kongreye Trablus, Cezayir, Tunus ve Fas devrimcilerinin vekili olarak Enver Paşa ve Azmi Bey’ler de katılmıştı. Halifenin damadı sıfatını taşıyan Enver Paşa’nın oraya getirilmesi de yine Doğu uluslarını Sovyetlerle işbirliği yapmaya teşvik etmek içindi. Özellikle İttihatçı düşmanı olan Mustafa Suphi çevresinde, Enver Paşa soğuk bir tepki yaratmış olmakla birlikte, Asya uluslarının temsilcileri tarafından büyük bir coşkunlukla karşılanmıştı.

Kongrenin amacı; Doğu’nun sömürge veya yarı sömürge durumundaki uluslarını kapitalist İtilaf Devletleri’nin, özellikle İngiltere’nin oluşturduğu emperyalist cepheye karşı ayaklandırmaya kışkırtmak, yani ulusal kurtuluş hareketlerini özendirmekti. Bunun sağlanması, dünya devriminin gerçekleştirilmesi yolunda bir adım olması bakımından Komintern’in([130]) amaçlarına ve Batılı kapitalistlere karşı Sovyet anavatanının güçlü bir desteğe kavuşması yönünden de Rus Bolşeviklerinin çıkarlarına hizmet edecekti. Doğu uluslarının Sovyet Rusya’ya yaklaşmaları için, kongrede Türkiye iyi bir örnek oluyordu.

Kongrenin Türkiye’ye dair kararı şöyle olmuştur:

“ Türkiye emperyalizmin istilâcı çetelerine karşı savaşırken; kurultay, ona düşünce ve gönül birliği gösterecektir. Fakat kurultay, bütün Doğu işçi ve köylülerine de bağımsız Türkiye’ye yardımcı olmalarını dilerken Türk işçi ve köylülerine de bağımsız örgüt ile düzenli olarak toplanmalarını öğütler. Onlar, ancak bu sayede kendilerini özgürlüğe kavuşturabilirler. Baskılara ve hilelere kurban olmaktan kendilerini kurtarabilirler. Bu suretle hükümet gücünü ellerinde tutan birkaç kişi, artık kendilerini istilâcı kütlelerden birinin çıkarına sürükleyemezler. Hem içerden ve hem dışardan zalimlerin pençesinden kurtulmaktır ki; Türkiye’yi gerçek ve sağlam bağımsızlığa kavuşturabilir.”([131])

Bu kongrenin çıkardığı kararda da görüldüğü gibi, Türk ulusunun bütününü kapsayan bir görüş olmayıp; sadece tek bir sınıfa –işçi ve köylülere- dayandırılmış bir karardır. Hâlbuki Türk ulusu, o sıralarda var olma savaşı vermektedir. Bu savaş, sadece sınıfsal bir mücadele değildir. Atatürk’ün de dediği gibi, Türk ulusu topyekûn savaştı. Emperyalist güçler, Türk ulusunu yok etme çabasındadır. Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bu kongrenin çıkardığı ana karar; Anadolu’da kurulması gereken hükümetin yönetim şekli, tek bir sınıfa dayanan Sosyalist sistemidir. Bu kongre, Anadolu’da yaşanan olaylara karşı hiçbir şekilde içten ve gerçekçi yaklaşmamıştır. Bu yüzden Bakü Kongresi, TBMM Hükümeti’nin Sovyet Rusya’ya, komünizm düzenine, Türkiye’deki komünist çalışmalara ve İttihatçılara karşı uygulayacağı siyasî yaklaşımında önemli rol oynamıştır. Bakü Kongresi, Türkiye için bir dönüm noktasıdır; komünizme karşı ciddi önlemler alınmıştır. Atatürk, Bakü Kongresi hakkında özetle şunları söylemiştir:

“… Biz kongrelere de gideriz. Her tarafa gideriz, her şeye katılırız. Yalnız biz yaparız. Ulus gider, yani yalnız ulusun temsilcilerinden oluşan Meclis gider ve yapılması gereken şeyi o yapar… Bakü’deki kongre gayri resmidir. O resmi olsa idi, tabii Millet Meclisini davet ederdi.”([132])

Daha önceden de belirttiğimiz gibi, enternasyonal kongrelerine Ankara Hükümeti davet edilmez. Çünkü orada geri kalmış uluslar hakkında birtakım kararlar alınır. Ve bu kararların içinde Anadolu Türkiye’si de vardır. Lenin’in sömürgeler ve geri kalmış ülkelerle ilgili tezleri, III. Enternasyonal’in II. Kongresi’nde (21 Temmuz – 6 Ağustos 1920) uzun uzadıya tartışılmış ve değişikliklere uğramış olmakla birlikte, anılan kongreden önce ve sonra hemen Lenin’in onlara verdiği ilk biçimde uygulanmıştır. Bu tezlerden bizi ilgilendiren şudur:

Atatürk’ün başkanlık ettiği kurtuluş hareketi bir burjuva - demokrat hareketi (doğrusu halk hareketidir) olduğundan ona komünist rengi verilmesine yanaşılmamalıdır. Batılı devletlerle savaşında ona yardım edilmelidir. Şu şartla ki, oda gerçek, yani, komintern yoluyla Moskova’ya bağımlı bir komünist partisinin kurulmasına razı olsun. Bu partinin öz vazifesi de Atatürk’ün yönettiği akımla çarpışmak olmalıdır. Yani Lenin, kendisinin yayınladığı halkların kendi kaderlerini tayin edebilir bildirisi ile çelişiyordu. Buradan da anlaşıldığı gibi, Sovyetlerin batılı emperyalistlerden farklı olarak başka bir emperyalist düşünceler ile yayılmacılığı esas almalarıdır.

  • Kurtuluş Savaşı Sırasında Sovyetler İle İlişkiler
Türk - Ermeni sorununun temeli, Çarlık Rusya’sının Akdeniz’e inme emeline dayanır. Batıda Boğazlar, doğuda Kafkasya ve Erzurum - Kars platosu bu yolu açan iki kapı olarak seçilmiştir. I. Petro’dan II. Nikola’ya kadar gelip geçen on iki Çar ve İmparatoriçe bu politikayı adım adım yürütmüşlerdir. Ermenileri, hep Türklere karşı kışkırtarak kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Ermeni sorunu, ilklerden kabul edilen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşında ortaya çıkmıştır. Rus Çarlığı, Ermenilere birtakım haklar tanıyarak onları Osmanlı’dan koparmıştır. Daha sonralarında da ABD, İngiltere ve Fransa gibi emperyalistler bu karışıklara neden olmuş ve Ermenileri, Türklere karşı insanlık dışı eylemlere giriştirmişlerdir.
Bolşevik ihtilalinden sonra da amacı pek değişmeyen Sovyet Rusya’nın yeni amacı da, Ermenileri kullanarak Doğu Anadolu’yu egemenliği altına almaktı. Ermeniler de savaş sırasında Rus işgalini kolaylaştırmışlardı. Rus güçleri saflarında bulunan Ermeni gönüllü alaylarının yaptığı zulüm o kadar ağır olmuştu ki; Rus komutanlığı bazı Ermeni birliklerini cepheden uzaklaştırarak geri hatlara sevk etmek zorunluluğu hissetmişti. Rusya, Brest - Litovsk Antlaşması’nı imzalayarak savaştan çekilmeden önce, Lenin ve Stalin imzası ile Pravda Gazetesinde, 13 Ocak 1918 tarihinde bir bildiri yayınlanmıştı: “Türk Ermenistan’ında Rus askerlerinin çekilmesinden sonra güvenlik için Ermeni milisleri kurulup silahlandırılması, Ermeni göçmenlerin yerine dönmeleri” gibi kararlar taşıyan bu bildiri Rusya’nın gelecekteki amaçlarını gösteriyordu. Çünkü ihtilâli başarabilmek isteyen Rusya, Brest – Litovsk’u istemeyerek imzalamıştır. Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşması ile I. Dünya Savaşı’ndan çekilmişti. Bu mütarekenin İngilizce metninde de benzer bir konu vardır: “6 Ermeni vilayetinde ayaklanma çıktığı takdirde buraların işgal hakkının saklı olduğu” yazılıdır. Böylece, Ermenistan’ın kurulacağı anlaşılıyordu.

  • Ermenilerle Savaş ve Gümrü Antlaşması
Taşnak Partisi tarafından idare edilen ve İtilaf Devletleri’nin yardımını gören Ermeni Devleti, Çarlık Rusya’sının I. Dünya Savaşı’nda yenilmesi sonucu Güney Kafkas sınırında Erivan, Gümrü ve Kars dolaylarında kurulmuştu. TBMM’nin açılmasını izleyen günlerde bir yandan iç ayaklanmalar ülkeyi sarsarken, diğer yandan 22 Haziran’da Yunan ordusu, saldırıya geçerek Bursa’yı almıştı. Batıda bu gelişmeler sürerken Doğuda Ermeni saldırıları tehlikeli boyutlara varmaktaydı. Ermeniler, Paris Barış Konferansı’na başvurarak Türkiye’de 2.100.000 Ermeni bulunduğunu ileri sürmüşler ve altı vilayete ek olarak Adana, Mersin, İskenderun, Sivas, Tokat, Amasya, Trabzon ve hemen bütün Doğu Anadolu’yu içine alan toprakların kendilerine verilmesini istemişlerdi. 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, Ermeni saldırıları karşısında Kars-Bakü yolunu açmak, Ermeni saldırılarına fırsat vermeden Elviye-i Selase’yi([133]) ele geçirmek için hazırlıklara başlamıştı. Ermenilerin Türklere karşı zulmü, her geçen gün artıyordu. Ermeniler, Türkiye’nin Doğu illerine göz dikmekle kalmıyor, aynı zamanda Kafkaslarda Türkiye ile Sovyet Rusya’nın arasını kapatarak, Sovyet Rusya’dan Anadolu’ya yardım gönderilmesini engelliyorlardı. Atatürk, bu konuda şunları söylemektedir:

“…Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan beri Ermeniler gerek Ermenistan içinde, gerek sınıra yakın yerlerde Türkleri toptan öldürmekten vazgeçmiyorlar. 1920 yılı sonbaharında Ermeni kıyımı dayanılmaz bir duruma geldi.”([134])

Ancak, Ermenilere yapılacak harekâtın, Sovyetler ile olan ilişkileri kötü etkilememesi için Ankara Hükümeti, bu harekâtı belli bir süreliğine ertelemişti. Sovyetlerin Ermeni olaylarına karşı tutumları netleşene kadar beklenen sürede, Ermenilerin yaptığı katliamlar daha da büyüyordu; zulümler giderek artmıştı. Sovyet Rusya, Polonya’daki çarpışmalar için Kafkasya’da bulunan orduların bir bölümünü aktarmıştı. Bunun üzerine Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan askerî çalışmalarını arttırmışlardı. Özellikle Ermenilerin direnişi Rus Hükümetini kızdırmıştı. TBMM Hükümeti, Rusya’nın bu elverişli durumu ve Ermenilerin saldırılarını arttırmaları sebebiyle Doğu ordusunu 28 - 29 Eylül’de ileri harekete geçirdi. Saldırı, başarı ile gelişmekteydi. 29 Eylül’de Sarıkamış, 30 Ekim’de Kars alındı. Ankara Hükümeti, 1 Kasım 1920’de gönderdiği bir nota ile Ermenilere barış önerdi. Bu barış önerisine yanıt vermeyen Ermeniler, Sovyet Rusya ve ABD dâhil diğer emperyalist devletlere danışarak yardım beklemişlerdi. Hiçbir yerden cevap alamadıkları için de Türk ordusu komutanlığına başvurarak antlaşma istediler. 2 Aralık 1920’de Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Kars, Sarıkamış, Kağızman, Kulp ve Iğdır gibi daha önce elden çıkmış olan yerler yeniden Türk topraklarına katıldı. Atatürk, bu antlaşma ile ilgili olarak şunları söylemiştir:

“…Gümrü Antlaşması, Ulusal Hükümetin yaptığı ilk antlaşmadır. Bu antlaşma ile düşmanlarımızın, ta Harşit koyağına dek olan Türk ülkelerini kendisine bağışlamayı tasarladıkları Ermenistan, Osmanlı Devleti’nin 1877 savaşında yitirmiş olduğu yerleri bize, Ulusal Hükümete bırakarak aradan çıkarılmıştır.”([135])

Gümrü Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Ermeni Cumhuriyeti, Kızıl ordunun işgaline girmiş, Erivan’da Sovyet Ermeni Hükümeti kurulmuştu. Gümrü Antlaşması, antlaşmanın 18’inci maddesine göre onaylandıktan sonra yürürlüğe girecekti. Ancak, Antlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra Ermeni topraklarının Kızıl ordu tarafından işgal edilmesi ve Sovyet Ermeni Hükümeti’nin kurulması, antlaşmanın yürürlüğe girmesine olanak vermemiştir. Ermenilerin tesliminden bir hafta sonra, Sovyet Ermenistan’ı Dışişleri Komiseri T. Bekzadian, Ankara Hükümeti’nden: “Taşnakların imzaladığı antlaşmayı açıkça geçersiz saymasını” istemiş ve Ermenistan’ın Sovyetleştirilmesinden doğan yeni koşulları dikkate alarak yeni bir antlaşma hazırlanmasını önermiştir. Sovyetler bu antlaşmanın değiştirilmesini istiyorlardı. Ancak, Ankara bunu kesin bir şekilde reddetmiştir. Sovyet istekleri, Ermeni isteklerinden farksız olduğu için Türk - Ermeni sorununun yerini, Sovyetlerin Ermenistan’ı ele geçirmesinden sonra, Türkiye - Sovyet sorunu almış ve Moskova Antlaşması’na kadar sürmüştür.

  • Türk - Sovyet İlişkilerinin Gelişmesi
Doğu Cephesi’nde Ermenistan’a karşı askerî yengi elde edilip Gümrü Barış Antlaşması yapılırken, güneyde Fransa yenilgiye uğratılmış ve 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması imzalanmıştı. İtalya Anadolu’dan çekilmekteydi. Batı Cephesi’nde de Ocak 1921’deki I. İnönü, Nisan 1921’deki II. İnönü, özellikle de Eylül 1921’deki Sakarya Zaferi’nden sonra Anadolu’nun askerî gücü artık açıkça ortaya çıkmıştı. Bu zaferler elde edildikçe, Anadolu’nun diplomatik durumu da güçlenmekteydi. Anadolu, askerî gücünü gösterdikçe ve siyasî alanda mesafeler kaydettikçe, Sovyetlerle olan ilişki de kişiliğini bulmuştur. Şöyle ki; Sovyet düzeni Anadolu hareketinin niteliğini iyi kavradıkça, ilişkilerin karşılıklı çıkara dayalı çerçevesi ve sınırı daha da belirginleşmiştir. 16 Mart 1921’deki Türkiye - Sovyet Dostluk Antlaşması bu çerçeveyi çizen belge olmuştur.

  • İkinci Türk Kurulu Moskova’da
İkinci müzakereyi Moskova hükümeti istemiştir. Bunun üzerine 9 Kasım 1920 tarihli bir kararname ile Batı Cephesi Kumandanı olan Ali Fuat Paşa’nın Moskova büyükelçiliğine tayinine karar verildiği açıklanmış ve 21 Kasım 1920’de de Paşa, bu Büyükelçiliğe tayin edilmiştir. Aralık başında Ankara’dan ayrılan Ali Fuat Paşa’ya, Moskova’daki görevi ile ilgili yazılı bir talimat verilmiştir. 30 Kasım tarihli bu talimatta: “Rusya ile yapılmasına girişilen, antlaşma maddeleri, tarafların temsilcilerince parafe edilen dostluk antlaşması imzalansın, imzalanmasın, Türkiye ile Rusya arasında iyi komşuluk ilişkilerinin güçlendirilmesine itina edilmesi” maddesi yer almıştır.

Sovyet Rusya, Ali Fuat Paşa’nın Moskova Elçiliğine gönderilmesinden önce, 1920 Ekim’inde Budu Medivani’yi Ankara’ya elçi olarak atamıştı. Ancak, Sovyet elçisi Ankara’ya 19 Şubat 1921’de gelebilmişti. O henüz yoldayken, Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin’den yeni bir telgraf almıştı. 1 Aralık 1920 günlü bu telgrafta, Lenin ve Stalin’in 24 Ağustos görüşmelerinin kesilmesine kadar geçen sürede hazırlanan taslak üzerinden bir “yardımlaşma” antlaşmasını tamamlamak istediklerini bildiriliyordu. Elçi Medivani de Gümrü’de buluştuğu Karabekir’e, Sovyetlerin Türkiye ile bir siyasal antlaşma ile birlikte bir “askerî ittifak” sözleşmesi yapmak istediklerini bildirmişti. Bunun üzerine Moskova’ya gönderilecek yeni bir kurul daha oluşturulmuştu. Moskova’ya gidecek ikinci TBMM Kurulu, İktisat Vekili Yusuf Kemal Bey başkanlığında, Maarif Vekili Doktor Rıza Nur Bey’den ve zaten yola çıkmış olan Büyükelçi Ali Fuat Paşa’dan oluşuyordu. Kurula ayrıca kâtipler ve şifre memurları da eklenmişti.

Elçilik kurulu Kars’ta bulunduğu sırada, Sovyetlerin Ankara temsilciliğine atanmış bulunan Medivani de Kars’a gelmişti. Medivani, Moskova’da egemen olan havanın ilk Türk kurulunun gönderildiği zamankinden çok farklı olduğunu, Türkiye sorununa daha fazla önem verildiğini belirtmiş, bu sözlerini resmî bir mektupla doğrulayabileceğini söyleyerek 14 Ocak 1921 tarihinde Ali Fuat Paşa’ya hitaben bir mektup yazmıştır. Bu mektupta şunları söylemiştir:

“...Sovyet  Hükümeti’nin Kafkas temsilcisi Yoldaş Orjanikidze... Moskova’da Yoldaş Çiçerin’le her sorun hakkında görüştüğünü ve Türkiye Dışişleri söz konusu olan sorunlar hakkında da görüşmüş olduğunu bana ulaştırdı. Bu esnada Çiçerin, Orjanikidze’ye demiş ki; eğer Türk delege kurulu geç kalmayıp daha erken gelebilirse bütün sorunlara hızlı bir hal sureti bulunabilecektir. Çiçerin, Bekir Sami Bey’le olan konuşmasının çok eski zamana ait olduğunu ve o konuşmanın gayesi resmî olmayan ve fakat daimi ve tabii müttefikleri bulunan doğu  Avrupa proletaryasının dikkat nazarını çekmeye yöneltilmiş olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda Türk notasında ileri sürülen sorunların Moskova ile Ankara arasındaki dostluğa engel olmayacağını TBMM Hükümeti’nin anlayacağını ummuştur… Kendi namıma şunu beyan etmek isterim ki, Kâzım Karabekir Paşa’ya daha önce de bildirmiş olduğum gibi Türkiye’ye hareketimden önce ne bana verilmiş olan talimatta ve ne de yoldaş Stalin’le yapmış olduğum mülakatta Ermenistan’a Türk toprağından herhangi bir bölümün bırakılacağı hakkında bir sözcük bile yoktur...”([136])

  • İkinci Moskova Müzakereleri
19 Şubat’ta Moskova’ya varan ikinci Türk Kurulu, ilkine oranla büyük bir törenle karşılanmıştır. İlk görüşme 21 Şubat 1921’de Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin ve yardımcısı Karahan ile yapılmıştır. Görüşmede, Çiçerin çok garip bir davranış içine girmiş, kurula niçin geldiğini sormuş, Türkleri kendilerinin davet etmediklerini söylemiş ve Gümrü Antlaşması’nın kaldırılmasını istemişti. Anadolu’da komünistlere yapılan kovuşturmalardan da yakınarak, Türkiye ile bir ittifak antlaşması imzalayamayacaklarını ancak bir dostluk antlaşması imzalayabileceklerini belirtmişti. Türk tarafının ise amaçları şöyleydi: Ermenistan’dan hiç söz etmemek, toprak vermemek, TBMM Hükümeti’nin Sovyetler tarafından hukuken tanınmasını sağlamak, para, silah, cephane sağlamak.

Bu görüşmelerde Çiçerin’in, Bekir Sami kuruluyla başlayan görüşmelerdeki olumsuz görüşünü sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Türk Kurulu, görüşmeleri çıkmaza girmekten kurtarabilmek için Stalin’e başvurmayı gerekli bulmuştur.

Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi olan Budu Medivani’nin önerisine uyarak, Stalin’den bir mülakat istenmiştir. Bu isteğin onaylanması üzerine 22 – 23 Şubat gecesi Stalin ile görüşülmüştür. Stalin, dostluk antlaşmasının yapılmayışının nedenini bir ceza olarak değil, yapılmakta olan İngiliz - Rus ticaret antlaşmasına, İngilizlerin Türkiye’ye yardım edilmemesi konusunda ekledikleri bir kaydın gereği olduğunu göstermiş ve yardımın açıktan yapılacağını belirtmiştir. Stalin bu görüşme sırasında şunları söylemiştir:

“İttifak kuramayız. Çünkü İngilizlerle ticaret antlaşması yapacağız. Bundan amaç, ticaret antlaşması aleyhinde bulunan Fransa ile bu antlaşmanın taraftarı İngiltere’nin ve sonuç itibariyle Amerika’nın rekabetini doğurma ve bunların bizlere karşı olan ittifakını parçalamaktır. Fakat asıl maksadımız olan mücadeleye kapalı veya açık olarak devam edeceğiz. Biz muhtaç bulunduğumuz maddeleri İngiltere’den alarak ve İtilaf Devletleri’nin ittifakını parçalayarak önemli bir başarı sağlamış oluruz. Bununla birlikte bu ticaret antlaşmasına zarar verecek her şeyden kaçınmak sizin de çıkarınızadır. İttifaktan amacınız; para silah ve insanca yardım ise bunu derhal yapacağız. Kardeşlik antlaşmasını imzalarız. Çünkü onda ticaret antlaşmasına zarar verecek bir şey yoktur.”([137])

Stalin’le yapılan bu görüşme, anlaşmanın önünü de açacaktır. Ama Stalin’in bu konuşması, kendisinin Çiçerin’den daha yumuşak bir insan olmasından değildir. Stalin, büyük olasılıkla iki önemli gelişmeyi dikkate alarak bu tutumu almıştır:

1. Aynı günlerde TBMM Hükümeti adına Bekir Sami Bey Londra’da Batılılarla görüşmeler yapmaktaydı.
2. I. İnönü Savaşı’nda Yunan orduları ilk defa durdurulmuştu.
Türk Kurulu, 23 – 24 Şubat gecesi Dışişleri Komiseri Çiçerin ile görüşmüştür. Ali Fuat Paşa, Çiçerin’de hayret edici bir değişim olduğunu belirtmektedir. Çiçerin, Ermeni sorunuyla ilgili önerisinin yanlış anlaşıldığını öne sürerek bunun Ankara ve Anadolu’da, Rusya’ya karşı kötü görüşlere yol açmasından dolayı üzüldüğünü söylemiştir.

Moskova’da 26 Şubat’tan 15 Mart’a kadar devam eden müzakereler sonunda Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması’nın temelleri saptanmıştır. Müzakereler sırasında Türk Kurulu şu görüşleri ileri sürmüştür:

1. İttifak antlaşması imzalanması, Rusların yapacakları her türlü yardımın gizli bir antlaşma olarak buna ilavesi.
2. 28 Ocak 1920’de İstanbul Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilen Ulusal Ant’taki Türkiye sınırlarının Rusya tarafından onaylanması.
3. TBMM Hükümeti tarafından onaylanmayan, Türkiye’ye ait hiçbir uluslararası sözleşme veya antlaşmanın Rusya tarafından da tanınmaması.
4. Boğazların bütün ulusların ticaretine serbest olarak açılmasının Ruslar tarafından onaylanması (Rusların ileri sürecekleri şartların niteliğine göre, tarafımızdan da Türkiye’nin mutlak egemenliği ile Türkiye’nin ve İstanbul’un güvenliğine bozukluk getirilmemesine özen gösterilecek ve gerekirse bu yönde bazı karşı şartlarımız olacak).
5. Antlaşmadan önce Çarlık Rusya ile yapılmış olan bütün sözleşme ve antlaşmalarda yer alan savaş borçlarının ve kapitülasyonların kaldırılması.
6. I. Dünya Savaşı’nda esir düşen ve hâlâ Rusya’da bulunan Türk subay ve askerlerinin süratle Türkiye’ye gönderilmesi.

  • Moskova Antlaşması
16 Mart 1921’de Türkiye ile Sovyet Rusya arasında Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Aynı gün Londra’da İngiltere ile bir ticaret antlaşmasının imzalanacak olması nedeniyle Türk antlaşmasının ilânı, Rusların isteği üzerine 18 Mart günü yapılmıştır. Bunun nedeni de Sovyet Rusya’nın, İngilizler ile yapacakları anlaşmanın tehlikeye girmemesi içindir. Bu antlaşma; bir önsöz, on altı madde ve üç ekten oluşmaktadır. Antlaşmanın başlangıç bölümünde tarafların, ulusların kardeşliği ilkesini ve her ulusun kendi geleceğini serbestçe saptama hakkına sahip olmasını tanıdıklarını vurgulanmıştır. Bu nedenle, Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması olarak nitelendirilmiştir. Antlaşmayı, TBMM Hükümeti adına Yusuf Kemal Bey, Dr. Rıza Nur Bey ve Ali Fuat Paşa, Sovyet Rusya adına Çiçerin ile Celal Korkmazof imzalamıştır.

TBMM Hükümeti’nin büyük bir devletle imzaladığı bu ilk antlaşma çok önemli kararlar içermektedir. Bu kararlar şunlardır:

1. Madde: İki taraftan birine zorla imzalatılmak istenen antlaşma ve devletlerarası sözleşmeyi, diğeri de tanımamayı kabul edecektir. Sovyet Rusya Hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce temsil edilmekte olan Türkiye Hükümeti tarafından tanınmamış hiçbir senedi tanımayacaktır.
Bu antlaşmadaki Türkiye terimi ile Ulusal Ant’ın kapsadığı topraklar kastedilmektedir. Böylece ilk kez büyük bir devlet Ulusal Ant’ı tanımış oluyordu.
2. Madde: Batum liman şehri bazı şartlarla Gürcistan’a bırakılacaktır.
Ulusal Ant’a dâhil olan Batum’un Gürcistan’a bırakılışı antlaşmanın yapılabilmesi için Ankara’nın verdiği tek ödündür.
3. Madde: Nahcivan toprağı, Azerbaycan egemenliğinde bağımsız bir bölge durumuna getirilecektir.
4. Madde: Sözleşmeli taraflar, Doğu uluslarının ulusal kurtuluş hareketleri ile Rusya işçilerinin yeni bir sosyal düzen için savaşımı arasındaki yakınlığı gözlemleyerek, bu ulusların özgürlük ve bağımsızlık haklarını ve diledikleri hükümet düzeni ile yönetilmek haklarını açıkça belirtirler.
5. Madde: Boğazların tüm ulusların ticaretine açılması ve geçiş özgürlüğünün sağlanması için, sözleşmeli taraflar, Karadeniz ve Boğazların bağlı olacağı düzenin kesin biçimde hazırlanması işinin, kıyı devletlerinin temsilcilerinden oluşmak üzere daha sonra yapılacak bir konferansa bırakılmasını uygun bulurlar.
Şu da var ki, bu konferansta alınacak kararların Türkiye’nin salt egemenliğine ve Türkiye ile onun başkenti olan İstanbul’un güvenliğine hiçbir zarar getirmemesi gerekir.
6. Madde: Taraflar, iki ulus arasında şimdiye kadar yapılmış bütün antlaşmaların karşılıklı çıkarlara uygun olmadığı için geçersizliği konusunda görüş birliğine varmıştır. Daha önce Çar Hükümeti ile Türkiye arasında yapılan antlaşmalarda yer alan parasal vb. kararlar onaylanmayacaktır.
Böylece Türkiye, Çarlık Rusya’sına olan borçlarından kurtulmuştur. 
7. Madde: Sovyet Rusya Hükümeti, kapitülasyonlar yönetiminin, her ülkenin ulusal gelişmesinin özgürce sürmesi ve egemenlik haklarının bütünüyle kullanılmasıyla bağdaşmadığını kabul ederek, kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmiştir.
Moskova Antlaşması, Türkiye’de kapitülasyon düzeninin ulusal egemenlik kavramıyla bağdaşmayacağını Lozan Antlaşması’ndan önce açıklayan ilk uluslararası belge değerini taşır.
8. Madde: Sözleşmeli taraflar, toprakları üzerinde karşı taraf ülkesinin ya da ona bağlı topraklardan birinin hükümeti rolünü üstlenmek savında bulunan örgüt ve kümelerin kurulmasını ya da yerleşmesini ve öteki ülkeye karşı savaşım amacında olan kümelerin yerleşmesini hiçbir zaman onaylamamayı yükümlenmişlerdir.
Bu, Türkiye’de Beyaz Ordu’nun amaçları doğrultusunda çalışanların ve Sovyet Rusya’da Türk Komünistlerle İttihatçıların barındırılmaması anlamına gelmektedir. 
9. Madde: Sözleşmeli taraflar, iki ülke arasındaki bağlantıların kesilmeden sürdürülmesi amacıyla, demiryolu, telgraf vb. gibi ulaşım ve iletişimi koruma ve geliştirmeyi ve iki ülke arasında zorluklarla karşılaşmaksızın, kişi ve malların özgürce geçişini sağlamak için gerekli önlemlerin aralarında anlaşarak alınmasını yükümlenmişlerdir.
10. Madde: Sözleşmeli taraflardan birinin öteki taraf topraklarında oturan uyrukları, yerleşmiş oldukları ülke yasalarından doğan hak ve görevlere uygun biçimde işlem görmekle birlikte, ulusal savunmaya ilişkin yasalardan ayrı tutulup onlara uymaları istenilmeyecektir.
11. Madde: Taraflardan birinin öteki taraf topraklarında oturan uyrukları için, En Çok Gözetilen Ulus işlemi uygulanmasına izin verilmiştir.
12. Madde: 1918 yılından önce Rusya bölümünde iken, üzerlerine Türkiye’nin egemenlik hakkı teyit edilmiş topraklarda oturanlar, Türk bağlılığından çıkmak istedikleri takdirde eşya ve mallarını alarak Türkiye’den özgürce ayrılabilirler. Yine, Türkiye tarafından Gürcistan’a bırakılmış olan arazide oturanlar Gürcü bağlılığından çıkmak istedikleri takdirde eşya ve mallarını veya bunların bedellerini alarak Gürcistan’dan ayrılabileceklerdir.
13. Madde: Rusya, tüm savaş tutsakları ile sivil tutuklulardan, Kafkasya ve Avrupa Rusya’sında bulunanları bu antlaşmanın imzası gününden başlayarak üç ay içinde, Asya Rusya’sında bulunanları altı ay içinde, Türkiye’nin kuzeydoğu sınırına kadar geri yollamayı yükümlenmiştir. Henüz Türkiye’de bulunan Rus savaş tutsakları ile sivil tutuklular için de Türkiye, özdeş işlem uygulayacaktır. 
14. Madde: Konsolosluk ve diğer bazı konularda anlaşmalar yapılacağı belirtilmiştir.
15. Madde: Bu, Türk - Rus Antlaşması’nda, Güney Kafkasya Cumhuriyetlerine ilişkin kararlara Türkiye ile bu Cumhuriyetler arasında yapılacak antlaşmalarda uyulmasını zorunlu kılmak için, Rusya söz konusu Güney Kafkas Cumhuriyetleri katında gerekli girişimlerde bulunmayı yükümlenmiştir.
Yani, Sovyet Rusya bu antlaşmayı ve özellikle de Türkiye’nin doğu sınırlarını Kafkas Cumhuriyetlerine kabul ettirmeyi üstleniyordu.
16. Madde: Bu antlaşma onay işlemi görecektir. Onay belgeleri en kısa süre içinde Kars’ta verilecektir.

Moskova Antlaşmasının 13. maddesinde öngörülen esirlerin ülkelerine dönmeleri konusunda da 28 Mart 1921’de bir antlaşma imzalanmıştır. Bütün bu gelişmelerin sonrasında 22 Nisan 1922 günü Moskova’daki Türk Askeri Ataşeliği, ÇEKA Polisi tarafından basılarak arama yapılır; bazı belgelere el konulur ve kimi personel sınır dışı edilir. Bu baskının nedeni bazı personelin casusluk yaptığı iddiasıdır. Yine de diplomatik kurallar çiğnenerek yapılan bu baskın Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa ve Ankara’da büyük memnuniyetsizlik oluşturur. Bazı personelin sınır dışı edilmesine çok kızan Ali Fuat Paşa, Sovyet Dışişleri Komiser Yardımcısı Karahan’ın görüşme isteğini reddederek Moskova’dan ayrılır ve Ankara’ya döner. Ali Fuat Paşa’ya göre olay kışkırtmadır.  Ali Fuat Paşa daha sonra anılarında, 2 Temmuz 1922 günü Sovyet Hükümetinin resmen özürlerini bildirdiğini ve konunun bütünüyle kapandığını söylemiştir. Ali Fuat Paşa, bu olaydan sonra Moskova’ya dönmez ve yerine Ahmet Muhtar (Mollaoğlu) atanır.

  • Kars Antlaşması
Yunanistan’ın Sakarya’da uğradıkları yenilgi, TBMM’nin saygınlığını ve siyasal gücünü arttırmıştı. Türk ulusunun gözünde daha da büyüyen Atatürk, Türkiye’yi diplomasi alanında daha da güçlü bir duruma getirmek ve Yunanistan’ı büsbütün yalnız bırakmak amacıyla, Sakarya’da kazanılan yengiden yararlanma yoluna gitmiştir.

Nitekim bu yengiden sonra dış politikada yeni gelişmeler oluşmuş ve Türkiye dört antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmalardan birincisi, Kafkas Devletleriyle imzalanan Kars Antlaşması’dır. Aslında Yusuf Kemal Bey 13.09.1921’de Mecliste, daha Moskova müzakereleri sırasında Rusya’nın bu müzakerelere “...Gürcüler, Ermeniler ve Azerbaycanlılar beraber bulunsun bu konferansı beraber yapalım.” diye ısrar ettiğini ancak Türk Kurulunun “Biz burada önce sizinle sorunlarımızı hallederiz, sonra Bakü’ye gider orada da Azerbaycanlılarla görüşürüz, Tiflis’e gider Gürcülerle görüşürüz… Ermenistan hakkında yetkimiz yoktur. Özellikle Ermenilerle aramızda kararlaştırılmış bir antlaşma vardır, Gümrü Antlaşması. Ona dair hükümetimizden talimat isteriz ve alınacak cevaba göre hareket ederiz”([138]) diyerek Rusya’nın ısrarlarını reddettiğini belirtmektedir.

Görüşmelerde TBMM Hükümeti’ni; Kâzım Karabekir Paşa, Veli Bey, Muhtar Bey ve Memduh Şevket Beyler; Ermenistan’ı İskinaz Muradyan ve Boğus Makizyan; Azerbaycan’ı Behbut Şah Tahtineskiyi; Gürcistan’ı Şalva İlyava ve Aleksandr Swanidze; Sovyet Rusya’yı Jak Halskiyi temsil etmiştir.  Hayli çetin geçen müzakerelerden sonra Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan Devletleriyle 13 Ekim 1921’de Kars’ta Antlaşma imzalanmıştır. Kars Antlaşması, gerek Türkiye’nin sınırları gerekse koyduğu ilkeler bakımından yedi ay önce Moskova’da imzalanan Türk - Sovyet Antlaşmasının bir benzeridir. Böyle de olsa, Kars Antlaşmasının Türkiye açısından bir önemi şudur ki; Türk sınırı ve ilkeler Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ulusları adına da kabul edilip yükümlenmiştir. Kars Antlaşmasını, Moskova Antlaşmasıyla kıyaslayarak maddeleri inceleyelim:

Eski antlaşmaların geçersizliği, Türkiye’nin Ulusal Ant sınırları ve Sovyetler Birliği ile güneydoğu sınırlarına ilişkin birinci, ikinci, dördüncü ve altıncı maddeleri Moskova Antlaşması’nın 1. ve 2. maddelerini karşılamaktadır. Sınır üzerinde Azerbaycan’ın koruyuculuğunda, Nahcivan bölgesine ilişkin 5. Madde ve III. Sayılı Ek, Moskova Antlaşması’nın 3. maddesi ve I (C) Ekinin karşılığıdır.
Kapitülasyonlarla ilgili 3. madde Moskova Antlaşması’nın 7. maddesinin benzeridir. Sınır halkının gidip gelmesi ve otlaklardan yararlanmasına ilişkin 7. ve 8. Maddeleri yeni kararlardır; Moskova Antlaşması’nda yoktur.

Boğazlar rejimine ilişkin 9. madde ile Gürcistan, bir Karadeniz kıyısı devleti olarak aynı Sovyetler Birliği’nin Moskova Antlaşması’nın 5. maddesiyle ortaya konulan duruma getirilmiştir. Sözleşmeli devletlerin birbiri aleyhindeki eylemlere izin vermemeleri konusunda Moskova Antlaşması’nın 8. maddesinde yer alan kararları Kars Antlaşması küçük değişikliklerle, 10. maddesiyle içermektedir. Kars Antlaşması’yla Türkiye’nin doğu sınırı kesinlik kazanmıştır. Türkiye, Kafkaslardaki durumunu sağlamlaştırmış ve Ulusal Ant’ı üç devlete kabul ettirmiştir.

Atatürk, 01.03.1922’de Mecliste Kars Antlaşması ile ilgili şunları söylemiştir:
“Bu antlaşma ile doğuda hukukî bir şekil alan eylemsel durumumuz da Sevr Antlaşmasının uygulanamaz olduğunu gösteren olaylardan birisidir. Ermeni sorunu denilen ve Ermeni ulusunun yararı gerçeğinden oluşan dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre çözmek istenilen sorun, Kars Antlaşmasıyla en doğru durumuna geldi.”([139])

  • Frünze Kurulu’nun Ankara’ya Gelişi
Kars Antlaşması’nın ardından Rusların görüşünde saygınlığı artan Türkiye, yeni durumlardan yararlanarak Yunanlıların Anadolu’dan atılmasını sağlayacak genel bir saldırı hazırlamak amacıyla, Sovyet Rusya’dan daha fazla parasal ve askerî yardım istemek kararını almıştır. Moskova’daki Ali Fuat Paşa, o sıralarda Kemalistlerle Fransız temsilcisi Franklin Bouillon arasında yapılan görüşmelerden dolayı oluşan Sovyet kuşkularını yatıştırmak için, 17 Ekim’de Rus önderlerinden Stalin’le görüşmüştür. TBMM yönetiminin amacının, Rusya ile Türkiye’nin iki güçlü düşmanı olan Fransa ile İngiltere’yi birbirlerinden ayırmak olduğunu, Türk - Fransız görüşmelerinin gizli bir yanı olmadığını belirtmiştir. Stalin, Ali Fuat Paşa’nın verdiği bilgiden memnun görünmekle birlikte, 20 Ekim1921’de Türkiye ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’nda, gizli bir bölüm olduğuna inandığını ve bu bölümde, Ruslar Batılı devletlere saldırırlarsa Türkiye’nin Kafkasya’yı istilâ edeceğini belirtmişti

Aslında Dışişleri Vekili Yusuf Kemal Bey, Türk - Fransız müzakerelerinin başladığı günden itibaren yapılan işlerden, Ankara’daki Rus Büyükelçisini günü gününe haberdar etmekle kalmamış, bütün işlemlerle ilgili birer sureti kendisine göndermiş ve itilaf nameye ait olup da yayımlanmamış olan mektupların asıllarını Rus Büyükelçisine okutturmuştu. Bunların hiçbirinde Sovyetlerin aleyhine bir şey bulunmamasına rağmen, Türkiye’ye gereksiz yere güvensizlik göstermişlerdi. Aslında Rusların Ankara İtirafnamesinden memnun olmaları gerekirdi. Çünkü itilaf name, Fransızları Yakın Doğu siyasetinde İngilizlerden ayırmıştı. Bu ayrılış ortak dava bakımından iki tarafa da yardımcı olacaktı. Kasım sonuna doğru bu konu, iki ülke arasında adeta bir bunalım yaratmıştı. TBMM Hükümeti’ne bir nota göndererek bu antlaşmayı protesto eden ve Sovyet yönetiminin kendisini Moskova’ya geri çağırması olasılığına değinen Ankara’daki Sovyet diplomatik temsilcisi Natzarenus([140]), Ankara Antlaşması’nda, kendi deyimine göre, “Rus çıkarlarına karşı olan maddeler” konusunda Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’den bilgi istemişti. Yusuf Kemal’in verdiği karşılıktan memnun olmayınca da doğrudan Atatürk’e başvurmuştu. Atatürk ile Yusuf Kemal, Sovyet diplomatik temsilcisini tatmine çalışmışlarsa da başarılı olamamışlardır. Natzarenus, bu konuda hükümetine bir rapor göndereceğini ve sorunun kapanmamış olduğunu açıklamıştır. TBMM Hükümeti, Türkiye’nin iç işlerine karışan ve Enver Paşa yandaşlarıyla iş çeviren Natzarenus’un, protokol([141]) dışı davranışlarda bulunması sebebiyle, geri çağrılması için Sovyet yönetimine başvurmuştu. Türk - Fransız Antlaşması’nın imzalanmasına engel olamadığı için Natzarenus’u zaten geri çağırmak isteyen Sovyet yönetimi, rahatsızlığını ileri sürerek onu görevden almıştır. 3 Kasım 1921’de Çiçerin, Aralov’a Ankara Elçiliğini önermiş ve 26 Ocak 1922’de de Aralov Ankara’ya gelmiştir.

Aradaki gerilim, Ankara hükümetinin çabalarıyla düzelmiş; bunun üzerine de Sovyet Rusya, iki ülke arasındaki yeni yakınlaşmadan yararlanarak, Ukrayna’daki Sovyet orduları Başkomutanı General Mihail Frünze başkanlığındaki yeni bir kurulu Ankara’ya göndermişlerdir. 5 Kasım 1921’de yola çıkan Frünze Kurulu, Tiflis’te Sovyet temsilcisi B. V. Legran’dan Ankara’ya götürülmek üzere 1.100.000 altın ruble teslim aldı. Frünze kurulu Türkiye’ye doğru yol alırken, Türk - Sovyet ilişkileri normal bir şekilde yürümekteydi. Sovyet Dışişleri, Türk - Fransız Antlaşması’nı kabul ederken, Kars Antlaşması ile Kafkasya sorunları çözülmüştü.

Kurul, 13 Aralık 1922’de Ankara’ya geldi. Kurulda 40 kadar subay ve emir eri vardı. Rusların Frünze’yi böyle bir kurulun başkanı olarak atamalarının sebepleri vardı. Türkiye ile son zamanlarda gerginlik geçiren ilişkilerini iyileştirmek ve Türk askerî davranışlarını kısmen denetlemek istiyorlardı. Oysaki General Frünze’nin görünürdeki amacı, o sıralarda dış işlerinde özerk bulunan Ukrayna Sovyet Cumhuriyet’iyle Türkiye arasında bir antlaşma imzalanmasıyla ilgili olarak görüşmelerde bulunmaktı. O dönemlerde Frünze’nin Ankara ziyareti, Türkiye – Sovyet İlişkilerini doruk noktasına ulaşmıştır. Ve Türkiye-Ukrayna Antlaşması imzalanmıştır.

  • Kurtuluş Savaşı’nda Sovyet Yardımları
Para Yardımları: Bu konu çok önemlidir. Bugüne kadar, bize hep Sovyetlerden büyük miktarlarda para aldığımızı veya Sovyetlerin para yardımı yaptığını söylediler. Ama uzun araştırmalarımızın sonucunda bu söylenenlerin çoğunluğunun asılsız olduğunu öğrendik. Öyle ki; Türk ulusunun göğsünü kabartacak olaylar yaşanmıştır.

Sovyet Rusya’dan Türkiye’ye Büyükelçi olarak gönderilecek olan Aralov, Türkiye’ye gelmeden önce Lenin’le görüşmüştür. Bu görüşmede Lenin kendisine şunları söylemiştir:

“Kendimiz yoksul olduğumuz halde Türkiye’ye maddî yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır... Ne gibi yardımlarda bulunacağımızı bildirelim; en güçlü bir olasılıkla silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şeyler de veririz...”([142])

1920 Temmuz’unda Moskova’dan yola çıkan Halil Paşa, 100 bin lira değerindeki altınla Ermenilerle mücadele ede ede Nahcivan’a ulaşmıştır. Daha sonra Karaköse’ye geçerek altınları Tümen komutanı Cavit Bey’e vermiştir. Altınlar, 8 Eylül 1920’de Erzurum’a ulaşmıştır.

1920 yılı Eylül ayı içinde Rusya’dan gönderilen deniz motorlarının birisinde bir milyon altın ruble Trabzon’a gelmiş, Doğu Cephesi Komutanlığı’nın Trabzon’daki Tümene verdiği emir üzerine 9 Ekim 1920’de Trabzon’dan hareket eden kamyonlarla Erzurum’a gönderilmişti.

17 Aralık 1920 günü Tuapse’den Trabzon’a gelen bir motorla, önceden Moskova’ya gönderilen Teğmen Bekir tarafından beheri 10 rublelik 150.000 adet yani bir buçuk milyon altın ruble getirilmişti. Teğmen Bekir; bu paradan 100 adedinin Moskova’da bulunan Bekir Sami Bey tarafından ve ayrıca 100 adedinin de Rize mebusu Osman Bey tarafından alınarak Tuapse Konsolosuna verildiğini söylemiştir.

Bunlardan ayrı olarak, Gümrü’de bulunan Rusya Müttefik Cumhuriyetleri Danışma Kurulları Vekili tarafından Erzurum’daki askerî okullar ve sanayi tesisleri için 50.000 altın ruble ve Azerbaycan Danışma Kurulu Cumhuriyeti adına da 100.000 Osmanlı altını bağışlanmıştır.

Rusların özellikle Ermeniler lehine tavır koyup Türk ulusal çıkarlarına ters düşen tutumları olduğu günlerde Türkiye’nin Sovyetlerle ilişkilerinde bir süre gerginlik yaşanmış ve yardımlarda duraklama olmuşsa da, Moskova Antlaşması’nın imzalanmasından sonra alınan prensip kararı gereği Sovyet Rusya’dan yardımlar gelmeye devam etmiştir. 1921 ve 1922 yıllarında da partiler halinde gelen Rus yardımlarını görmekteyiz.

Yayınlanan belgelere göre Sovyetlerden gelen yardımlar, o dönemin para değeriyle ve yıllara göre şöyledir:

1920 yılında 2.316.412 TL
1921 yılında 5.997.600 TL
1922 yılında 2.714.000 TL olmak üzere toplam; 11.028.012 TL’dir. O dönemin, bir Rus altın rublesi, Türk Lirası olarak 59 kuruştur (0.59 TL).

Şimdi gelelim anlatılmayan bir şeyin, ortaya çıkarılmasına! Rusya’dan gelen para yardımlarıyla ilgili olarak; şimdiki Özbekistan Devleti, o zamanki Buhara Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın 1972 yılında yayınlanan açıklamaları, Rus yardımının esas kaynağının neresi olduğunu göstermektedir. 1920 yılında Buhara Cumhuriyeti’nin ilk ve son Cumhurbaşkanı olan Osman Kocaoğlu’nun açıklamasına göre, Sovyet yardımının iç yüzü şöyledir:

“1920 yılında Buhara Cumhuriyeti kurulduktan sonra… Sovyet Rusya büyükleri ve Lenin ile temasta bulunmak üzere Moskova’ya gitmiştim. Bizden bir süre önce Temmuz ayı ortalarında Türkiye’den de Bekir Sami Bey başkanlığında bir kurul ulusal hükümet için yardım konusunu görüşmeye gelmişti. ...kendisiyle görüştüğüm gün, Lenin, önem verdiğini hissettirdiği Türkiye’den söz açarak, ‘Ankara’dan bir kurul geldi acele yardım istiyor; bu hususta sizin fikriniz nedir’ dediler. Hiç tereddüt etmeden: Elbette yardım etmek gerek ve vakit geçirmeden yapılmalıdır, deyişim üzerine bu işe zaten kararlı olduklarını, fakat bazı zorluklarla karşılaştıklarını belirten bir ifadeyle, ‘yardım problemi için bizi düşündüren iki zorluk vardı. Birisi, Türklerin istedikleri altın para bizde azdı’ deyince sözünü kestim, bizde altın para var verebiliriz, dedim. Lenin sevindi. ‘Diğer zorluk, yol problemidir. Çünkü Türklere yalnız para değil, cephane ve savaş gereçleri ve silah da vermemiz gerekiyor.’…Buhara’ya döndüm. Durumu meclise aktardım. Meclis itirazsız 100 milyon altın rublenin gönderilmesini onayladı. Süre kaybetmeden formaliteleri tamamlattım ve rubleleri derhal Ankara’ya yetiştirmek üzere Rus hazinesine teslim ettik.”([143])

Osman Kocaoğlu’nun açıklamasına göre, 100 milyon altın rublenin Buhara tarafından, TBMM Hükümeti’ne teslim edilmek şartıyla Rusya’ya gönderildiği açıkça bellidir. Fakat Ruslar bu parayı Türkiye’ye yollamamışlardır. O zamanki değere göre, birlik ruble bizim paramızla 59 kuruş idi. Bu kura göre yardımın tutarı 59 milyon TL tutmaktadır. Gelen altınların bir bölümünün üstünde Taşkent damgası da vardır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi üç yıl içinde Sovyet Rusya’nın para olarak yaptığı yardım 11.028.012 TL’yi geçmemiştir. Bu durumda, 59 milyon TL’nin 47.971.988 TL’sinin gönderilmediği anlaşılmaktadır. Bu para eksiksiz olarak Türkiye’ye gelmiş olsaydı gerek ordunun gerekse Türk ulusunun ve sanayinin o zamanki yoksul halini düzeltirdi.

Bilindiği gibi 1920’de Buhara, Sovyetler tarafından işgal edilip Bağımsız Buhara Hanlığı, Sovyetler içinde özerk bir cumhuriyete dönüştürülmüştü. Uluslararası ilişkilerde tamamen Sovyetlere bağlı olan Buhara Cumhuriyeti ancak yönetim ve malî konularda, yani içişlerinde serbestti. Durum böyle olunca, Buhara’dan gönderilecek yardımların Moskova kanalıyla gelmesinden başka doğru bir yol olamazdı. Öte yandan Moskova’nın bilgisi dışında gizli yollardan gönderilmesi ise zamanın şartları, yol güvenliği ve paranın çokluğu gibi nedenlerden dolayı neredeyse olanaksızdı. Konuya başka bir açıdan bakacak olursak, yeni bir düzene geçmiş, iç ve dış problemleri oldukça çok olan ve paraya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bir dönemde olan Rusya’nın, kendi hazinesinden bu kadar yüklü bir parayı gönderebileceği de pek usa (akla) yatkın gelmemektedir. Uzun lafın kısası, Sovyetler, Anadolu’ya gönderdikleri paradan arta kalanını kendi ihtiyaçları için kullanmıştır. Hâlbuki o paralar bütünüyle bizim paralarımızdı. Özbek Türkleri olan kardeşlerimiz, zor günlerimizde bizi yalnız bırakmamışlardır.

Gelelim şimdi bizlere anlatılmayan başka bir olaya daha… Hepimiz, Kurtuluş Savaşı’nın ne kadar büyük yokluklarla yapıldığını ve sonucunda da kazanıldığını biliyoruz. Böylesi ölüm kalım savaşı verdiğimiz bir dönemdeyken bile Türk ulusu, insanlığından hiç vaz geçmemiş; Türkiye sınırları dışında yaşayan dost bildiği insanlara yiyecek yardımı yapmıştır.  Atatürk, 3 Eylül 1921 tarihinde Moskova Elçiliğine gönderdiği yazıda, zahire depolarındaki tekâlif-i milliye kapsamında el konulan yüzde kırk hububattan, Karadeniz kıyılarında bulunan açlığı hafifletmek için Rus halkına armağan vermeye karar verdiklerini bildirmiştir. 10 Eylül’de bu konuya açıklık getirilerek Samsun sancağının bütün buğday ürününün aç kalanlara yardım için Rusya’ya gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Ayrıca Kırım’da açlık sıkıntısı çekenlerin de Türkiye’ye sığındığı, bu çerçevede Samsun’a 1575 Kırımlının geldiği ve Samsun’da bu iş için kurulmuş bir komitenin bunlara yardım ettiği de kaynaklara yansımıştır.

Silah, Cephane ve Malzeme Yardımları: Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri, bir yandan Türk ordusunu dağıtırken diğer yandan da orduya ait silah ve cephaneye el koymuşlardı. Toplayamadıkları silahların önemli parçalarını kendi bölgelerine taşıtıp, geri kalanları yok etmişlerdi.

Anadolu’ya dağılmış bulunan birlikler içinde en düzgün ve malzeme bakımından en iyi durumda olanı Erzurum’da bulunan 15. Kolordu idi ve bu kolordu Ermeni saldırılarına karşı bulunuyordu. Atatürk’ün Samsun’a çıktığı sırada Anadolu’da bütün güç 35 bin savaşçı kadardı.
Orduya olanak sağlamak için İtilaf Devletleri’nin işgali altında bulunan yerlerden özellikle İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve cephane kaçırmak için çeşitli örgütler kurulmuştu. Bu örgütler büyük hizmetler yapmışlardı. Tekâlif-i Milliye Emirleri ile de Anadolu’nun kaynakları ordunun emrine verilmişti. Eski tren ve ray parçaları eritilerek kılıç, süngü, tüfek süngüsü, top kamaları yapılıyordu. Çapları büyük mermiler, patlama tehlikesine rağmen inceltiliyordu. Böylece iç kaynakların tüm sınırı zorlanmıştı. Bu zor şartlar içinde ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için dış kaynak arayışına gidilmiş ve Sovyetler Birliği’nden silah, cephane ve malzeme yardımı alınmıştı.

Atatürk, Rusya’dan gelen Sovyet diplomat Aralov’a şunları söylemiştir:

“Biz Türkler, sizin ağır durumunuzu hesaba katmıyor değiliz. Rusya’nın kendisi de şu anda zengin değildir. Bunun için, bize neler verip neler veremeyeceğinizi düpedüz ve açıkça söylemenizi rica ederim. Bundan dostluğumuza hiçbir zarar gelmeyeceğine emin olabilirsiniz! Biz yine de Sovyetler Birliği’ne saygı göstermekte kusur etmeyeceğiz. Aramızdaki dostluk, yalnız sizin maddî yardımınıza değil, manevî yardımınıza da dayanmaktadır. Sovyetler  Birliği’nin, durumumuzun en ağır olduğu bir sırada yardımımıza koştuğunu, bizi desteklediğini hatırımızdan çıkarmıyoruz.”([144])
18 Eylül 1921 tarihi ile 14 Haziran 1922 tarihi arasındaki sürede Rusya’dan gelen silah, cephane ve gereç toplam sayısı şu şekildedir:
43.374 adet piyade tüfeği
56.042 sandık çeşitli piyade mermisi
18 sandık Rus piyade mermi fabrikası aletleri
318 adet ağır ve hafif makineli tüfek
81 adet top
13 adet Rus bomba topu
159.043 atım çeşitli top mermisi
40 sandık Fransız el bombası
83 sandık İngiliz el bombası
200 adet Rus el bombası
60 adet süvari kılıcı
10 sandık dumansız barut
48 sandık Rus piyade mermi kovanı
8 sandık Rus piyade mermi kapsülü
104 sandık Rus piyade mermi çekirdeği

  • Mustafa Suphi Olayı
Bir de Mustafa Suphi olayı var... Aslında Mustafa Suphi olayı üstünde ayrı bir çalışma yapılması gerekir; ama zaman sıkıntısı yüzünden birkaç kısa paragraflar ile Bolşevik önderlerinin desteklediği Mustafa Suphi’yi anlatalım:

Mustafa Suphi, Türkiye Komünist Teşkilatı’nın kuruluşundan itibaren, Türkiye’ye gelerek, işçi ve köylüyü teşkilatlandırıp halkı isyana özendirme amacındaydı. Yani Lenin’in Rusya’da yaptığını o Türkiye’de gerçekleştirmek istiyordu. Nitekim Moskova Büyükelçisi olarak atanan Ali Fuat Paşa, Mustafa Suphi ile görüşmüş ve izlenimlerini şöyle belirtmiştir:

“Mustafa Suphi şöhret ve tutku peşinde koşan zeki, kurnaz ve azim sahibi” bir insandır. “…Bir gün gelip Türkiye’nin Lenin veyahut Stalin’i olması olasılığını hatırından geçirdiği kesindir. Dışardaki ittihatçıların ülkeye girmemeleri ve içerde ittihat ve Terakki Fırkasının her ne surette olursa olsun umut vermemesi hakkındaki Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncelerine bütünüyle katılıyordu… Memleketimize III. Enternasyonal’in hakiki bir komünist elçisi gibi girmek istediği ilk bakışta anlaşılıyordu.”([145])

Mustafa Suphi ve arkadaşları Türkiye’de bir Sovyet hükümeti kurmayı düşünmüşlerdir. Bunun için de serbestçe propaganda yapma ve örgütlenmeleri gerekmekteydi. Ancak Anadolu’da TBMM Hükümeti ve bunun başkanı Mustafa Kemal Paşa vardı. Onun izini olmadan bunun gerçekleşmesi olanaksızdı. Mustafa Suphi’nin bu gerçeği bilmemesi düşünülemez. Ancak TBMM ile Sovyet Rusya arasında kurulacak ilişkilerde yetkili olan Mustafa Suphi, Sovyet yardımı karşılığında Türkiye’de rahatça propaganda ve teşkilatlanma yapabileceğini düşündü.

Mustafa Suphi’nin Ali Fuat Cebesoy’la Kars’ta görüştüğü sıralarda, O’nun Ankara’ya gelmemesi hükümetçe kararlaştırılmış bulunuyordu. Bu karar hemen Kazım Karabekir Paşa’ya bildirilmişti. Bundan sonra da Erzurum halkı Mustafa Suphi ve kuruluna karşı örgütlenerek müthiş bir şekilde Mustafa Suphileri eleştirmiş, linç etmek istemişlerdir. Kazım Karabekir, Mustafa Suphilerin korunmasını üstlenmiş ve Trabzon’da Yahya Kemal’in eline teslim edildikten sonra Türkiye’den sınır dışı edilmişlerdir. Trabzon’dan bir tekneyle yurt dışına çıkartılırken arkalarından da Yahya Kemal’in silahlı adamları tarafından başka bir tekne yola çıkarak Mustafa Suphilerin peşine düşmüşlerdir. Açık denizde Mustafa Suphileri yakalayan silahlı adamlar, onları katletmişlerdir. Tekneden denize atılmışlardır. Canlı mı yoksa öldürüldükten sonra mı denize atıldıkları bilinmiyor. Yahya Kemal olarak bilinen kişinin, büyük bir İttihatçı yanlısı olduğu söylenmektedir. Enver Paşa ile ilişkileri olduğu da söylenmektedir. Mustafa Suphi ile Enver Paşa arasında büyük sorunlar vardı. Biz, şunu söylüyoruz: bu cinayetin kimler tarafından işlendiği kesinlik kazanmamıştır. Kimi taraflar da bu cinayeti, Atatürk’e yıkmaya ya da onun bilgisi dâhilinde yapıldığını söylemeye çalışmışlardır. Ama bu sözler ve suçlamalar, gerçeklerle taban tabana zıttır. Sadece bir tane ağaç kesildi diye oturup ağlayan bir insana karşı bu derece konuşulması saçmalıktır. Ama tabii ki; biz yine bilimsel kişiliğimizden vaz geçemeden bu işin neden Atatürk ile alakası olmadığını ortaya koyacağız. Bu konuyu kapamadan önce birazdan söyleyeceğimiz şu sözleri her konu için aklınızdan çıkarmamanız gerekir:

Eğer Atatürk, gerçekten Mustafa Suphi'yi yok edilmesi gerekecek kadar büyük bir engel olarak görseydi, onu siyasi suçlu olarak tutuklatır ve yargılardı. Yasal ve Türk töresine uygun olan yöntem de buydu. Atatürk kendisi haklıyken, neden terör yöntemiyle Mustafa Suphi’yi öldürerek haksız duruma düşsün?  Atatürk'ün yolu terör yönteminin yolu değildir ve kesinlikle olmamıştır. Atatürk, Kurtuluş savaşı koşullarında bile yaptırım gerektiren hiç bir olayı yargılamadan yaptırım uygulamamıştır. Savaş koşullarında bile Türkiye'de çekirdek bir yargı düzeni vardır ve günümüzdeki yargıdan çok daha doğru, gerçekçi ve yansız kararlar vermiştir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Atatürk, hiçbir kimseyi, özellikle de ölümünü gerektiren bir durumda yargılamadan öldürtmezdi!  Büyük insanlar, neden büyüktür? Çünkü tarih önünde kendi toplumuna ve insanlığa veremeyecekleri hesapları yoktur!  İnsanlığın onaylamadığı terör yöntemini hiçbir zaman kullanmazlar ve kullananları da kınarlar, desteklemezler!

  • SONUÇ
Sovyet Rusya, Atatürk’ün ve Türk ulusunun gücünü kabullenene kadar kendi politikalarına uygun hareket etmiştir. En güçlüyü destekleme amacında oldukları görülür. Zaten Sakarya’dan sonra Atatürk’ü bütünüyle tanımaları da bunu kanıtlar.

Türk – Bolşevik antlaşmaları, komünist düşünceleri benimsenmeden başarılmıştır. Kimi taraflar, Atatürk’ün Sovyetlere sığındığını belirtir ama gerçekler böyle değildir. Atatürk, çok güzel bir şekilde tavrını tüm emperyalistlere koyduğu gibi, Sovyetlere de koymuştur.

Atatürk’ün Sovyetlerle olan ilişkilerinde yaranma gibi bir amacı olmamıştır. Atatürk, hayalci değildi. Öyle olsaydı Kafkasların Bolşevik egemenliğine girmesini istemezdi. Atatürk, Sovyetlerin Anadolu üstündeki amaçlarını kırarak Sovyet – Türkiye ittifakını kurmuştur. Ve bunu da büyük bir ustalıkla başarmıştır.

Atatürk, komünizm dâhil Türk ulusuyla örtüşmeyen görüşler ve akımlar karşısında nasıl durulması gerektiğini şöyle açıklamıştır:

“…Efendiler, iki türlü önlem olabilirdi. Birisi doğrudan doğruya komünizm diyenin kafasını kırmak; diğeri Rusya'dan gelen her adamı derhâl denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş ise sınırın dışına atmak gibi zorlayıcı, şiddetli, kırıcı önlem kullanmak. Bu önlemleri almak, iki noktadan yararsız görülmüştür. Birincisi, iyi ilişkilerde bulunmayı gerekli saydığınız Rusya Cumhuriyeti tümüyle komünisttir. Eğer böyle zorlayıcı önlem uygularsak, o hâlde kayıtsız koşulsuz Ruslarla ilişkide bulunmamak gerekir. Oysa biz, birçok siyasal düşünce ile birçok neden ve etkenden dolayı Ruslarla temas ve ilişkide bulunmak ve görüşmek istedik ve istiyoruz ve isteyeceğiz. O hâlde uygulayacağımız önlemlerde dostluğunu istediğimiz bir ulusun, bir hükümetin ilkelerini aşağılamamak zorundayız. İşte bunun içindir ki; zorlayıcı önlem kullanmak istemedik. İkinci bir noktadan da zorlayıcı önlem kullanmayı yararlı görmedik. Bildiğiniz gibi düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmaya güçle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka, herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir düşüncesini güç zoru ile reddederseniz; o ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bundan dolayı, düşünce akımları şiddet ve güçle reddedilemez. Tersine desteklenir. Buna karşı en etkili çare; düşünce akımına karşı düşünceyi oluşturmak, düşünceye düşünce ile karşılık vermektir. Bundan dolayı; komünizmin ülke için, ulusumuz için, dinimiz için, kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çare görülmüştür…”([146])

Bu yüzden de Anadolu’da bir komünist partisi kurdurmuştur. Atatürk, komünizm ilkelerinin Anadolu’da yaşayamayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden anlatması gerektiği her yerde, bu konuya değinmiştir. Gerçekten de Türk ulusu için komünizm, oldukça ters bir düşüncedir. 1920’li yıllara baktığımızda Türkiye’de sanayileşme yoktu, işçi sayısı yirmi bini geçmezdi. Toprak deseniz, köylüye bile ait değildi. Bu yüzden de halkın sömürülmesi yoktu. Bütün topraklar, padişaha aitti. Ayrıca bu konunun bir de tarihsel kökleri vardır. Atatürk, Türk tarihini, Türk toplumunun töresini, yaşayış biçimini ve düşünsel boyutunu çok iyi biliyordu. Tarihi, bilimsel bir şekilde ele aldığı için kurulacak yeni Türk devleti de yine köklerinden gelecekti. Türk toplumunda, hiçbir zaman Karl Marx’ın ön gördüğü gibi bir sömürü düzeni olmamıştır. Bu anlayış, Türk toplumunun zıttı bir anlayıştır. İşte bu gerçekler doğrultusunda Atatürk, komünizmin Anadolu’da yeşermesine izin vermemiştir. Ama hiçbir zaman Sovyetler Birliği ile ittifak kurmaktan da çekinmemiştir. Atatürk’ün kurduğu ittifakların en önemli özelliklerinden biri; ittifak kurulan devletlerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim biçimine saygı duyması gerektiğidir. Böylelikle İç ve dış işlerde, T.C. bağımsızdır. Şeffaflık, Atatürk için çok önemli bir ilkeydi. Ancak, dış işlerde özel bir durum varsa Atatürk, ittifakta bulunduğu devletlerle ortak hareket etmeyi amaçlar. Örneğin Atatürk, devletlerarası konferanslarda, eğer Sovyetler Birliği davet edilmemişse Sovyetlerin de davet edilmesini ister. Aksi takdirde T.C. konferanslara katılmaz. Aynı tutumu Atatürk döneminde, Sovyetler Birliği de izlemiştir.

Atatürk, Büyük Genel Saldırıyı yönetirken yanında, Türkiye’de bulunan Sovyet yetkilileri ve yüksek rütbeli subayları da vardı. Türk ordusunun genel karşı saldırısını ve Atatürk’ün savaşı nasıl yönettiğini gözlüyorlardı, manen destek veriyorlardı.

Son olarak; Moskova Antlaşmasından önce Ankara Hükümeti’ni tanıyan ilk devlet Afganistan devleti olmuştur. Moskova Antlaşmasını imzalayan kurul, 1 Mart 1921’de Afganistan ile ciddi bir antlaşma yapmıştır. Böylelikle Afganistan ile karşılıklı ve içten dostluklar kurulmuştur.([147])

Özer YAVUZASLAN, DAÜ – Atatürkçü Düşünce Kulübü



_________________________
[1] Atatürk’ün Askerliği s.1-2-3, Emekli Kurmay Albay Yrd. Doç Dr. Mustafa Tarakçı
[2] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.90, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[3] Trablusgarp Konu Anlatımı, Özer Yavuzaslan, DAÜ – Atatürkçü Düşünce Kulübü
[4] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.90-91-92, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[5] Atatürk’e Mektuplar s.5, Dr. Mehmet Öner, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 10, Cilt IV, Kasım 1987
[6] Atatürk'ün Ordu ve Askerlik ile İlgili Sözleri s.9, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 128
[7] Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi Haikimiyeti Milliye Yazıları s.79 – s.81 arası, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş 2. Basım, İstanbul Nisan 2004: “En büyük düşman, düşmanların düşmanı, ne falan ne de filan millettir; bilakis bu, adeta dünya çapında bir saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan ‘kapitalizm’ afeti ve onun çocuğu olan ‘emperyalizmdir’…
[9] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.92 – s.93, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[10] Atatürk Konuşuyor s.1, Falih Rıfkı ATAY - İsmet BOZDAĞ, Tekin Yayın Dağıtım, 1998
[12] Uluğ İğdemir, M. Kemal, Arıburnu Muharebeleri Raporu s. 6 – Ankara, TTK, 1968
[13] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.93 – s.94, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[14] Görüntüleri görmek için videoya bakınız: Anzakların Gelibolu Çıkarması
[15] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.94 – s.95, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[16] Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat s.5 – s.14 arası, Ruşen Eşref Ünaydın, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Mart 1999
[18] Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat s.32, Ruşen Eşref Ünaydın, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Mart 1999
[19] Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat s.25 – s.31 arası, Ruşen Eşref Ünaydın, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Mart 1999
[20] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.95 – s.96, Dr. Nejat F. EczacıbaGı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[21] Alaturka: Türk işi, Türk töresi
[22] Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat s.32-33, Ruşen Eşref Ünaydın, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Mart 1999
[23] Atatürk’e Göre Atatürk s.10, Atatürk Araştırma Merkezi
[24] Çankaya s.219, Falih Rıfkı Atay
[25] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.96 – s.97, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[26] Mustafa Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları s.22, Prof. Dr. A. Afet İnan, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Nisan 1999
[27] Atatürk’ün Askerlikle İlgili Çeviri Kitapları s.12, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Ağustos 1998
[28] Atatürk ve Filistin Cephesi Konu Anlatımı s.2, Özer Yavuzaslan, DAÜ-Atatürkçü Düşünce Kulübü
[29] Parantez içini biz ekledik. Orijinalinde “bakmadan” yazmaktadır. Yaptığımız araştırmalar sonucunda Atatürk’ün, durumları çok dikkatli bir şekilde incelediğini ve başarının olanaklı gördüğü her yerde karşı saldırı yapmıştır. Çanakkale’deki başarılarının içinde: hızlı davranmak da vardır. Bu yüzden güç dengelerinin eşit olmamasına rağmen hızlı davranılırsa başarıya erişebileceğini biliyordu. Nitekim böyle olmuştur.
[30] Atatürk’ün, Nuri Conker’in yazdığı Zabit ve Kumandan’a güzel söyleyişiyle cevap verdiği Zabit ve Kumandan ile Hasbihal adlı yapıtının “İnisiyatif” (üstünlük) bölümünde Atatürk’ün bu durumu nasıl yorumladığını öğrenebilirsiniz s.14 – s.17 arası
[31] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.97 – s.99 arası, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[32] Operatif: Bir savaşı yönetme sanatı
[33] M. K. Atatürk'ün Diyarbakır'daki Kafkas Cephesi Komutanlığı s.6 – s.7, Şevket Beysanoğlu, Atatürk Araştırma Merkezi
[34] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.99 – s.100 - s.101, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[35] M. K. Atatürk'ün Diyarbakır'daki Kafkas Cephesi Komutanlığı s.7 – s.8 – s.9, Şevket Beysanoğlu, Atatürk Araştırma Merkezi
[36] Atatürk ve Filistin Cephesi Konu Anlatımı, Özer Yavuzaslan, DAÜ-Atatürkçü Düşünce Kulübü
[37] Mustafa Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları s.16, Prof. Dr. A. Afet İnan, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Nisan 1999
[38] Parsiyel: Bütününü kapsamayan, tam olmayan anlamlarına gelir
[39] Alman Cephelerini Ziyaret s.3 – s.4, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992
[40] Alman Cephelerini Ziyaret, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992
[41] 58 GÜN Mustafa Kemal İle Filistin’den Anayurdun Dağlarına, Mustafa Yıldırım, Ulus Dağı Yayınları, Ankara, 2009, 3. Baskı, ISBN No: 9756047038
[42] 1. Dünya Savaşı Sonunda Halep Sokak Muharebeleri ve Mustafa Kemal Paşa, Yrd. Doç. Dr. S. Hatipoğlu, Atatürk Araştırma Merkezi
[43] Osmanlı’nın Filistin Cephesi’ndeki Son Muharebesi, Dr. Cemal Kemal, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, s.45, Bahar 2010, s. 37-69
[44] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.103, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[45] Celal Erikan, Komutan Atatürk s.355, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları – (2. Baskı), 1972
[46] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.104, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[47] Sakarya Meydan Muharebesi s.1 (23 Ağustos-13 Eylül 1921), Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanlığı
[48] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.105, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı) – s.106, Sakarya Meydan Muharebesi s.6 (23 Ağustos-13 Eylül 1921), Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanlığı
[49] Ş. Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt II s.510, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1966 (2. Baskı) – Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları s. 147
[50] NUTUK Cilt II s.184 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[51] Hat: Sınır – Satıh: Yüzey, alan anlamlarına gelir
[52] Sakarya Meydan Muharebesi s.1 (23 Ağustos-13 Eylül 1921), Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanlığı
[53] Sakarya Meydan Muharebesi s.9 (23 Ağustos-13 Eylül 1921), Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanlığı
[54] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.109, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[55] Türk Tarihinin En Büyük Zaferi- Sakarya Meydan Muharebesi s.4, Dr. M.Galip Baysan
[56] Türk Tarihinin En Büyük Zaferi- Sakarya Meydan Muharebesi s.4, Dr. M.Galip Baysan
[57] Çankaya s.122, Falih Rıfkı Atay
[58] Çankaya s.122, Falih Rıfkı Atay
[59] Türk Tarihinin En Büyük Zaferi- Sakarya Meydan Muharebesi s.5, Dr. M.Galip Baysan
[60] Büyük NUTUK s.303, K. Atatürk: http://www.isteataturk.com/haber/4954/buyuk-nutuk-soylev
[61] Hububat: buğday, ekinler; dâneler, tahıl anlamlarına gelir
[62] Hâkimiyeti Milliye gazetesinin başyazılarından derlenen Gizlenen ATATÜRK Belgeseli Bağdat Yayınları
[64] Milli Mücadele Sırasında Günlük Hayat s.7, Prof. Dr. Mehmet Evsile, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi
[65] M. Kemal Atatürk'ün Yaşamına Dair Anılar s.9, Atatürk Araştırma Merkezi
[66] M. Kemal Atatürk'ün Yaşamına Dair Anılar s.9, Atatürk Araştırma Merkezi
[67] Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri s.252 – s.253 (pdf sayfa sistemiyle s.260 – s.261), Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, TTK Basımevi, 1991
[68] Çankaya s.106, Falih Rıfkı Atay
[69] Günümüzün Yeni Olguları Ve Saflaşma s.12, Mehmet Ulusoy
[70] Bolşevikler Ve Atatürk s.6, Kuzey Fırat
[71] Milli Mücadele Döneminde Kütahya Ve Birinci Mecliste Kütahya Milletvekilleri Siyasi Görüşleri Ve Hizmetleri s.200 (pdf sayfa düzeni ile), Sevinç Sezengöz, T.C. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Kütahya, 2006
[72] Bolşevikler Ve Atatürk s.6, Kuzey Fırat
[73] Bolşevikler Ve Atatürk s.7, Kuzey Fırat
[74]Panturanizm: Tüm Ural-Altay kavimlerinin birliğini savunan bir siyasi görüş
[75] NUTUK Cilt I, II, III - Kemal ATATÜRK, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.105 ve s.109 arası, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı s.15-16, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
İstiklal Harbinin Ana Hatları, İsmet GÖRGÜLÜ, TTK
Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
Dr. M.Galip Baysan, Türk Tarihinin En Büyük Zaferi: Sakarya Meydan Muharebesi
Kuzey Fırat, Bolşevikler Ve Atatürk
Sakarya Meydan Muharebesi, Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı
Gazi Paşa, Attila İlhan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 10. Baskı, Ekim 2011, ISBN 978-975-458-673-2
Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Hulusi Turgut, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları (12. Baskı)
Hâkimiyeti Milliye gazetesinin başyazılarından derlenen Gizlenen ATATÜRK Belgeseli Bağdat Yayınları
Araştırmacı tarihçi Turgut Özakman’ın senaryosundan TRT Ankara Televizyonun yayınladığı KURTULUŞ adlı belgesel
Sinan Meydan, Karşı Devrimin Tarihçi Tetikçileri ve 19 Mayıs Gerçeği
Büyük NUTUK s.241 ve s.244 arası: http://www.isteataturk.com/haber/4954/buyuk-nutuk-soylev
Kurtuluş Savaşında İstanbul ve Anadolu'daki Türk ve Düşman Gizli Faaliyetleri, Necdet Ekinci
Lenin Döneminde Türk Rus İlişkileri, Özlem Çolak, Yüksel Lisans Tezi, T.C. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Hayri Çapraz, Isparta 2010
[76] NUTUK Cilt I s.13 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[77] İstibdat: Keyfî idare sistemi… Zulüm ve tahakküm İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak; çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek… Kimseyi tanımadan kendi dediğini ve keyfi emirlerini kuvvet ve cebir kullanmak suretiyle yaptırmaya çalışmak. Allah'ı ve adaletini unutarak dinsizdarane bir zulümle hüküm ve idare etmek anlamlarına gelmektedir.
[78] Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selânik Şubesini Kurarken s.1, Atatürk Araştırma Merkezi
[79] Gizlenen Atatürk Belgeseli, 1. Bölüm, 00:08:32 – 00:09:10 süreleri arası, Bağdat Yayınları
[80] NUTUK Cilt I s.87 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[81] NUTUK Cilt I s.95-96 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[82] Siyasi Partiler s.11, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı
[84] Milli Mücadele'de Manda Sorunu s.7, Doç. Dr. Oğuz Aytepe, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi s.24, Kasım 1999-2003 s. 475-4
[85] Mektubun orijinal halini görmek için bakınız: ABD'ne yollanan Mektup
[86] Sivas Kongresi - Mustafa Kemal Kongre Başkanı s.2, Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, İzmir, 1986, s.175-184
[87] Monroe Doktrini: Avrupa sorunlarından uzak durmayı temel alan bir politika, düşünce biçimidir.
[88] Kafkas Seddi Projesi ve Türkiye s.9 – s.10, Dr. Mehmet Seyfettin Erol, Yrd. Doç. Dr. Abdürrahim Fahimi Aydın, Karadeniz Araştırmaları, sayı 7 (Güz 2005), s.19-35
[89] Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında s.551-552-553 (pdf sayfa düzeninde), 5. Basım
[90] NUTUK - Kemal ATATÜRK, Cilt I s.122, s.401, Sivas Kongresi ve Manda konusu ile ilgili bölümler, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri s.73 - s.252, Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, TTK Basımevi, 1991
Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları, Derleyen Hulusi Turgut, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları 12. Baskı
Falih Rıfkı Atay, Çankaya s. 77, Mart 1968
Prof. Dr. Çetin Yetkin, Karşı Devrim 1945-1950, s.5-6
Amerikan Mandasını İsteyenler, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırmaları Merkezi Başkanlığı
Bilge Orhunlu, Kurtuluş Savaşımızın Başlangıcındaki Amerikan Mandası Taraftarları ve Sonrası s.9-10-11, 1995 Yeni Hayat
Kenan Özkan, Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türkiye ABD İlişkileri (1918 - 1923) s.109 - s.125 - s.134 – s.219, Eylül 2006
Ahmet Emin Yalman Dönemi ve Gazetecilik 1918-1938, Asuman Tezcan, Yüksek Lisans Tezi T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı, Ankara 2007
Doç. Dr. Oğuz Aytepe, Milli Mücadele'de Manda Sorunu s.1 – s.7, Ankara Üniversitesi Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yol Dergisi, s. 24, Kasım 1999-2003
Ergün AYBARS, Sivas Kongresi - Mustafa Kemal Kongre Başkanı s.2-3-4, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, İzmir 1986
Yrd. Doç. Dr. Fatih M. Dervişoğlu, Sivas Kongresi s.5 – s.10–11 – s.24–25–26 – s.29, 2007
Sivas Kongresi I s.1-2, Nurer Uğurlu başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır. Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Eylül 1999
Mütareke Döneminde Amerikan Mandaterliği Tartışmaları s.15 -16 -17, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Necdet Ekinci, Kurtuluş Savaşında İstanbul ve Anadolu'daki Türk ve Düşman Gizli Faaliyetleri s.5
İsmet İnönü İle Bir konuşma s.15-16-17, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Rauf Orbay’ın Hayatı, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Atatürk ve Barış s.2, Dr. Selman Yaşar
Büyük Zafer Hakkında s.2 - Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri s.272, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 1997
Prof. Dr. Afet İnan Vatandaş İçin Medeni Bilgiler ve Atatürk'ün El Yazıları s.38, Çağdaş Yayınları, 3. Baskı
Kafkas Seddi Projesi ve Türkiye, Mehmet S. Erol, Abdürrahim F. Aydın
Okunuşunun 70. Yılını Kutladığımız Büyük Nutuk Nedir s.2, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Kaynakçalı Ermeni Meselesi Kronolojisi (1878-1923) s.195-196-197-198-199 – s.218-219, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın No: 52
Osmanlı Devleti Dönemi Türk - Amerikan İlişkileri (1795 - 1914) s.10 (pdf sayfa düzeni ile), Yavuz Güler, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı 1, 2005
Pontus Meselesi 1912 – 1923 s.8 – s.10-11,  Stefanos Yerasimos (ABD’nin Anadolu topraklarındaki çalışmaları)
Araştırmacı tarihçi Turgut Özakman’ın senaryosundan TRT Ankara Televizyonun yayınladığı CUMHURİYET adlı belgesel
Hâkimiyeti Milliye gazetesinin başyazılarından derlenen Gizlenen ATATÜRK Belgeseli, Bağdat Yayınları
[91] NUTUK Cilt II s.241 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[92] NUTUK Cilt II s.242 – s.243 (pdf sayfa düzeninde), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[93] NUTUK Cilt II s.243 (pdf sayfa düzeninde),  K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[95] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s. 113, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[96] Milliyetçilik, Milli Birlik ve Beraberlik s.2, Atatürk Araştırma Merkezi
[98] NUTUK Cilt II s.245 (pdf sayfa düzeninde),  K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[99] Büyük Zafer Hakkında s.3 – s.8 arası, Atatürk Araştırma Merkezi
[100] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III s.274 – s.279 arası, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 1997
[102] Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları s.156 – s.157, Derleyen Hulusi Turgut, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları 12. Baskı
[103] Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları s.157 – s.158, Derleyen Hulusi Turgut, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları 12. Baskı
[104] 30 Ağustos Zaferi Ve Önemi s.1 – s.2, Ahmet Bekir Palazoğlu
[105] 30 Ağustos Zaferi Ve Önemi s.2, Ahmet Bekir Palazoğlu
[106] Kemal Atatürk, NUTUK Cilt II Genel Karşı Saldırı ile ilgili anlatılan bölümler, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970 – Büyük Nutuk: http://www.isteataturk.com/haber/4954/buyuk-nutuk-soylev
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-III s.271 – s.293 arası, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 1997
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.110 ve s.113 arası, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
Mustafa KEMAL, Fevzi ÇAKMAK, Salih BOZOK, Muzaffer KILIÇ, Cevat Abbas GÜRER 30 Ağustos Hatıraları, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.  Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ağustos 2000
Büyük Taarruz ve Başkomutan Muharebesi (26 Ağustos – 30 Ağustos 1922), Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı
Büyük Zafer Hakkında s.3 – s.7 arası, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Gazi Paşa, Attila İlhan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 10. Baskı, Ekim 2011, ISBN 978-975-458-673-2
Kaynakçalı Atatürk Günlüğü s.299 – s.306 arası (pdf sayfa düzenine göre)
Mustafa Kemal Paşaya Başkumandanlık Verilmesine Ait Kanun Dolayısıyla, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Araştırmacı tarihçi Turgut Özakman’ın senaryosundan TRT Ankara Televizyonun yayınladığı KURTULUŞ adlı belgesel
[107] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.113 – s.114, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[108] Atatürk Epistemolojisi, Doç. Dr. Kutlu Merih: http://www.merih.net/ata/wata/wataturk01.htm
[109] Atatürk’ün Üstün Kişiliği, Bekir Tünay, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
[111] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.114 – s.115, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[112] Mustafa YILDIRIM, Ulus Dağına Düşen Ateş Belge Roman s.314-315-316,  7. Basım, Ulus Dağı Yayınları, Ankara, 2010
[113] Kapitalizmin ekonomik çözümlemesidir. Kapitalist üretim şeklini inceleyen bir kitaptır.
[114] Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri s.51, Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, TTK Basımevi 1991
[115] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.50, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[116] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.52, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[117] Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri s.326, Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, TTK Basımevi 1991
[118] Bolşeviklerin karşıtı, azınlık durumunda kalanlar
[119] Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak
[120] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.61, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[121] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.61, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[122] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.62, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[123] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.62, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[124] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.62, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[125] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.62, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[126] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.63, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[127] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.64, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[128] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.64, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[130] Doktrin: Öğreti anlamına gelir. Yani kendine özgü özellikler taşıyan ve düzenli bir görüşü oluşturan ilke ve dogmaların bütünü...
[131] Komünist Enternasyonal ya da Üçüncü Enternasyonal anlamlarına gelir
[132] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.67, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[133] Milli Mücadele'de Mustafa Suphi Olayı s.7, Yrd. Doç. Dr. Adil Dağıstan, Atatürk Araştırma Merkezi
[133] Osmanlı döneminde Batum, Kars ve Ardahan sancaklarının ortak adıdır.
[134] NUTUK Cilt II s.56 (pdf sayfa düzeni ile),  K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[135] NUTUK Cilt II s.58 (pdf sayfa düzeni ile),  K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[136] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.75, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[137] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.77, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[138] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.82, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[139] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.82, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[140] Medivani hastalanınca yerine gelen elçi
[141] Protokol: Diplomatlar arasında yapılan anlaşma tutanağı
[142] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.86, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[143] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.88, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[144] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.89, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[145] Milli Mücadele'de Mustafa Suphi Olayı s.9, Yrd. Doç. Dr. Adil Dağıstan, Atatürk Araştırma Merkezi
[146] TBMM Gizli Celse Zabıtları 22 Ocak 1922 s.16: http://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/tutanak_sorgu.html
[147] NUTUK Cilt II (Sovyetler ile ilgili bölümler), K. ATATÜRK, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri, Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, TTK Basımevi, 1991
Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları, Derleyen Hulusi Turgut, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları 12. Baskı
Gazi Paşa, Attila İlhan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 10. Baskı, Ekim 2011, ISBN 978-975-458-673-2
Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
Atatürk Dönemi Türk – Afgan İlişkileri, Aydın Can, Ç.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Okutmanı
Atatürk Ve Komünizm, Alaattin Uca,  Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 15, Erzurum 2000
Atatürk’ün Devletçiliği, Prof. Dr. Mehmet Eröz
Atatürk’ün Türk Dünyası İle İlişkileri, Cem Özer, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara 2007
İşte Atatürk Budur, Uğur Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi, 3 Ekim 1980
Kafkas Seddi Projesi ve Türkiye, Mehmet S. Erol, Abdürrahim F. Aydın, Karadeniz Araştırmaları
Kliment Yefromoviç  Voroşilov'un Türkiye'yi Ziyareti ve Türkiye - Sovyet Rusya İlişkilerine Katkısı, Yrd. Doç. Dr. Erdal Aydoğan, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Atatürk Yolu Dergisi, Mayıs 2007
Kurtuluş Savaşı Sırasında Kurulması Düşünülen Rum - Ermeni Konfederasyonu, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Kurtuluş Savaşı’nda Savaş Sanayi, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Lenin Döneminde Türk Rus İlişkileri, Özlem Çolak, Yüksel Lisans Tezi, T.C. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Hayri Çapraz, Isparta 2010
Gizli Celse Zabıtlarına Göre Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinde Dış Politika Konusunda Yapılan Tartışmalar, Prof. Dr. Mehmet Evsile, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Samsun 2010
Milli Mücadele Dönemi Türkiye-İslam Ülkeleri Münasebetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Milli Mücadele Sırasında Günlük Hayat, Prof. Dr. Mehmet Evsile
Milli Mücadele Şahsiyetlerinden Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk), Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Milli Mücadele'de Mustafa Suphi Olayı, Yrd. Doç. Dr. Adil Dağıstan, Atatürk Araştırma Merkezi
Milli Mücadele'de Yusuf Akçura'nın Faaliyetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Moskova Antlaşmasına Giden Yol Milli Mücadele Dönemi TBMM - Bolşevik İlişkileri, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Rusya'nın Barış Dekretinin Kafkas Cephesindeki Olaylara Etkisi, Nurcan Yavuz, Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Araştırma Görevlisi
Stalin Dönemi Türk - Rus İlişkileri (1924 - 1953), Çağatay Benhür, Doktora Tezi, Danışman: Doç. Dr. Osman Akandere, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bilim Dalı, Konya 2008
TBMM Gizli Celse Zabıtları 18 Nisan 1921: http://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/tutanak_sorgu.html
TBMM Gizli Celse Zabıtları 22 Ocak 1922: http://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/tutanak_sorgu.html
Türk Kurtuluş Savaşında Sovyet Rusya'nın Mali ve Askeri Yardımları, Ülkü Çalışkan, Trakya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi, Karadeniz Araştırmaları sayı 9, Bahar 2006
Sevr Ve Lozan’da Ermeni Sorunu, Barçın Kodaman, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Ahmet Halaçoğlu, T.C. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Isparta 2002
Hâkimiyeti Milliye gazetesinin başyazılarından derlenen Gizlenen ATATÜRK Belgeseli, Bağdat Yayınları
Araştırmacı tarihçi Turgut Özakman’ın senaryosundan TRT Ankara Televizyonun yayınladığı KURTULUŞ adlı belgesel