Türkler,
dünyada ilk uygarlığı kuran bir ulus olmanın yanında askeri alandaki üstün
başarılarıyla da tanınan bir ulustur. İşte, bu ulusun 20. Y.Y. tarihindeki
şanlı son çocuğu, büyüdü; ülkeyi kurtarma yükümlülüğünü halkıyla beraber
üstlendi ve başarıya ulaştı. Bu çalışmamızda, Atatürk'ümüzün askeri dehasını ve
yeteneklerini dönemin sosyo-politik ve ekonomik görüşleriyle beraber nasıl
birleştirerek kullandığını ana hatlarıyla öğreneceğiz. Ayrıca, gerekli
gördüğümüz fakat askerlik bilimi ile ilgili olmayan olayları, konuları ve bazı
önemli kişilerin bilinmeyen yönlerini de anlatacağız. ("Kaynaklar ve Belgeler" Bölümü İçerisinde Yararlandığımız Bütün Kaynakları ve Belgeleri Yayınladık)
Askerlik Bilimi ve Stratejisi Açısından ATATÜRK
· Atatürk’ün İlk Askeri Eğitimi
Atatürk,
1893’de kendi isteğiyle Selanik Askeri Rüştiye’sine girdi; parlak bir sınav vermişti.
Askeri rüştiye ile sivil ortaokullar arasında ders programı bakımından hiçbir
ayrılık yoktu. Buradaki öğretmenler askerdi ve yönetim onların elindeydi.
Okulda, sert bir disiplin vardı. Askeri eğitim de daha çok biçimseldi: okulda
askerce sıralar oluşturmak, nizama uymak, selam vermek ve askerce düşünüp
askerce yanıtlar vermek öğretilirdi.
Atatürk,
Selanik Askeri Rüştiye’sini bitirdikten sonra 1896-1899 yıllarında Manastır
Askeri İdadisi’nde okudu. Askeri İdadisini birincilikle bitirdikten sonra 14
Mart 1899’da İstanbul’da Kara Harp Okulu’na girdi. Üç yıllık bir eğitimden
sonra da 1901 yılında Harp Okulu’nu sekizinci olarak bitirdi. O zamanki
usullere göre, Harp Okulu’nu dereceyle bitirenler erkân-ı harbiye
(kurmay) aday sınıflarına ayrılırdı. Atatürk de bunlar arasındaydı.
Aralık 1904’de Harp Akademisi’ni beşincilikle bitirdi.([1])
Rahmetli Tümgeneral Muzaffer Özsoy’un
değerlendirmesiyle: “Bir subay için kıta, potadır. Orada eğitilir, orada
yetişir ve orada dövüle dövüle çelikleşir. Mustafa Kemal’in komuta yetenekleri
çeşitli kıta ve karargâhlarda bizzat yaşadığı deneylerle gelişti. O,
kararlarında şaşmayan, matematiksel değerlendirme yeteneğine sahip bir
kişi oldu.”([2])
· Atatürk’ün Askerlikte Geçtiği
Basamaklar
Trablusgarp Savaşı, çok zayıf
Osmanlı birliklerinin, hiçbir destek almadan, Tobruk ve Derne çevresinde üstün
İtalyan kuvvetlerine karşı taktik çaptaki harekâtını kapsar.([3]) Burada Atatürk, Ethem Paşa’nın
kurmayı olarak görev almış ve rütbesi binbaşılığa yükselmiştir. Balkan
Savaşı’nda da bir kurmay ve plancı olarak bulunmaktadır. Etkin olarak o ana
kadar hiçbir birliğe komuta etmemiştir. Buna rağmen düşünceleri ve kurmay
olarak önerileri, son derece ilgi çekicidir. Örneğin; Tobruk’taki İtalyan ileri
mevzilerine 24 Aralık 1911’de yapılan saldırının planları, Atatürk tarafından
hazırlanmış ve Ethem Paşa’ya kabul ettirilmiştir. Bu saldırı, güçlendirilmiş
bir alan üstünde yerleşmiş güçlü bir düşmana karşı yapılmıştır. Baskın
niteliğinde olan ve İtalyan ileri mevzilerini hedef alan bu saldırının yapılış
biçimi ve son derece zayıf birliklerin, ağır taktik koşullar altında hareket
halinde tutabilmesi dikkat çekicidir. Baskınla İtalyan ileri askeri birlikleri
yok edilmiş ve yardıma gelen bir İtalyan taburu da gerilere atılmıştır.([4])
Atatürk, bir
süre sonra Bolayır Kolordusunun Kurmay Başkanı oldu. Bulgarlar, Yunanlılar ve
Sırplar arasında İkinci Balkan Savaşı başlayınca ordu, Edirne yönünde harekete
geçti. Ordunun bu hareketi, Bolayır’daki tertip edilmiş kolordunun Keşan
üstünden Edirne yönündeki hareketiyle birleşerek Edirne kurtarıldı.
Atatürk’ün
Bolayır’daki incelemeleri, kendisine Gelibolu ve Bolayır ölçüsünün önemini
göstermiştir: “Burası, İstanbul – Akdeniz yolunun gözaltında bulunması ve hem
de Çatalca karşısındaki Bulgar güçlerinin gerisinin vurulması bakımından
stratejik değeri büyük bir kesimdir. Bu düşünce ve görüşler, genel karargâh
tarafından benimsenmiş, Akdeniz Boğazı Mürettep Güçleri ve Bolayır Kolordusu
bölgede görevlendirilmişti. Atatürk, Bolayır Mürettep Kolordusunda bir yıl
kaldıktan sonra 1913’de Sofya Ataşemiliterliği’ne atanmış, Ekim sonlarında da
göreve başlamıştır.
1914’de
Yunanlılara karşı Bulgarlar ile bir askeri anlaşmaya girişme çalışmalarında,
Atatürk önemli roller üstlenmiştir. Bu durum, o zamanki Bulgar Ulusal Savunma
Bakanı General Kleman Boyaciyef’in Atatürk’e gönderdiği 15 Mart 1922 tarihli
mektubunda açıkça anlatılmaktadır:
“Ankara’da
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Ekselans, 1914 yılında, Yunanlılara karşı
Türkiye ile Bulgaristan arasında bir askeri antlaşma yapmak üzere Sofya’ya
geldiğiniz zaman, siyasî ve askerî bakımdan pek önemli olan ve o anda aramızda
doğan dostluğu ümit ederim ki hatırlarsınız.
O vakit bendeniz Harbiye Nazırı bulunuyordum. Siz ve Bulgar Genel
Kurmay Başkanı sözleşmenin metnini düzenlemekle meşgul bulunuyordunuz. Hatta
bazı noktalarda sizinle Genel Kurmay Başkanı arasında çıkan anlaşmazlığı
gidermek için birçok defalar görüşmelerinize katılmak fırsatını bulmuştum.
Hatırlıyorum ki, muhtelif tasarılarda yüksek şahsınızı tutuyordum. Çünkü askerî
teknikteki bilginiz ve tam dehanız sayesinde, kıtalarımızın ortak harekâtı için
gereken prensipleri Ekselansınız daha iyi takdir buyuruyordunuz. Size verilen
görevleri başarı ile bitirerek İstanbul’a hareketiniz sırasında yüksek
şahsınıza gönderdiğim bir mektupla, hakkınızda en iyi dileklerimi ulaştırmakla
birlikte, vatanınızın gelecekteki kaderinde parlak bir yer tutmanız ümidimi de
açıklamıştım.
Bütün dünyanın gözlerinin Ekselanslarına yöneldiği ve bütün İslâm
dünyası, pek büyük ve şaşırtıcı olan kahramanca mücadelelerinizi kutladığı ve
takdir ettiği bu sırada, dileklerimin gerçekleştiğini görmekle pek çok sevindim
ve heyecanlandım. Başarılarınızdan dolayı Ekselansınızı candan kutlarım ve
kutsal davanızda kesin sonucu almanız, düşmanlarınızı yok etmeniz yolunda Ulu
Tanrı‘nın yardımcı olmasını bir defa daha dilemekteyim. Bu zafer dakikası,
muhakkak gelecek ve beklediğimizden daha çabuk erişecektir. Bu bakımdan size
yararlı olabilmekle ne kadar mutlu olacağımı ve ortak düşmanımızın gelecekteki
yenilgisinde hazır bulunmayı ne kadar istediğimi belki düşünemez ve
anlayamazsınız. Siyasi inançlarımdan dolayı, hükümetim tarafından, hakkımda
yüce divan önünde takibat yapılmakta bulunulduğundan Avusturya’da Baden şehrine
sığınmak zorunda kaldım. Siyasi olayları burada izliyorum. Elde edeceğiniz
başarılar sayesinde zulüm görmüş bütün ulusların zorla alınmış haklarının geri
verileceği zamanın geleceğini ümit ediyorum. Galibiyet tacıyla taçlanacak olan
kahraman ordunuz, böylece yalnız vatanınıza değil, ortak düşmanlarımızın her
gün artan zulümleri altında inlemekte olan bütün Doğu’ya, barış ve kurtuluş
nimetlerini geri vermiş ve temin etmiş olacaktır.“([5])
Bu mektup,
Atatürk’ün Bulgar Harbiye Nazırı üstünde yaptığı büyük etkiyi ve o zaman
işbaşında bulunan Bulgar siyasal ve askeri yönetiminin, onun yönlendirmeleri
doğrultusunda anlaşmaya yanaştığını göstermektedir.
·
Birinci
Dünya Savaşı: Atatürk’ün Savaş karşısındaki Düşünceleri ve Katkıları
Emperyalist
devletler, Türk topraklarını hızlı bir şekilde paylaşıma girişmişlerdi. Ülkede,
orduyu kalkındırma çabalarından ve bununla ilgili iyileştirme kurulunun
işbaşına getirilmesinden beri henüz bir yıl geçmiş; ardından da Birinci Dünya
Savaşı patlamıştır. Daha önce Türkiye, ayaklanmalar, Türk-İtalyan ve Balkan
Savaşlarıyla altı yıl kadar zorlu bir uğraş dönemi geçirmişti. Bunların hemen
ardından Türkiye’nin genel bir savaşın içinde kendisini hazırlıksız bulması,
geleceği bakımından son derece tehlikeliydi. Bu nedenle de, Osmanlı devletinin
politik ve askeri varlığı, ittifak içinde büyük bir savaşın kuşkulu sonuçlarına
bırakılamazdı. Ama bırakıldı; 2 Ağustos 1914’de Almanya ile savunucu ve
saldırgan bir anlaşma yapıldı. Anlaşmayı hükümette ancak dört kişi biliyordu.
Bu sırada Marn Savaşı kaybedilmişti. Alman politikası Balkanlar’da ve Doğu’da
yeni müttefikler arıyordu. Buradan müttefiklik kavramı Almanlar açısından
şuydu; kendilerine ateşe atlayacak, askeri destek verecek ve kendi yüklerini
hafifletecek devletler arıyordu.
Atatürk ise,
gerçekçi bir görüşle savaşa girilmesine taraftar değildi. Atatürk’e göre savaş,
savunma savaşı değilse bir cinayetti.([6]) Atatürk’ün benimsediğimiz
diğer bir başka görüşlerinden bir bölümü de sömürgecilik, zulüm ve buna benzer
hareketler insanlığa yakışmayan davranışlardı. İlerleyen yıllarda Atatürk,
kapitalizmi ve onun çocuğu emperyalizmi düşman ilan edecekti.([7])
Atatürk’ün, Falih Rıfkı Atay’a ve Mahmut Soydan’a anlattığı hayatına
dair anılarında Birinci Dünya Savaşı ile ilgili görüşleri şöyleydi:
“Ben,
Birinci Dünya Savaşı’nın müttefiklerimiz için iyi bir sonuç vereceğine
güvenmiyordum. Fakat savaş başladıktan sonra bulunduğum cephelerde savaşı
başarıya ulaştırmaya çalıştım. Öteki cephelerde ise, sanki tersine bir yarışma
vardı.
Başkomutan
vekili Enver Paşa Sarıkamış’ta bir ordu yok etmişti (90.000 Türk askeri
savaşamadan öldü). O ve arkadaşları ordunun yabancı komutanların eline
bırakılması ile Türk Ulusunu uygunsuz duruma sokmuşlardı. Ordunun kayıtsız
şartsız, bütün sırları ile Alman asker kuruluna verilmesi ve yönetimine
bırakılmasından çok üzgündüm. Bu açıdan Alman asker kurulunu eleştirmek yerine
asıl eleştiriye layık olanların bizim devlet reisimiz ve devlet adamlarımız
olduğunu düşünüyordum. Bu durumu öğrendiğim zaman, sesimin erişebileceği makamlara
kadar itirazlarda bulunmayı kendime görev saymıştım. İtirazlarıma kimse cevap
vermedi. Büyük bir hata içinde bulunduklarını söylemeye devam ettim...”([8])-([9])-([10])
· Mustafa Kemal Çanakkale’de
Atatürk,
Aralık 1914’de dönemin başkomutan vekili Enver Paşa’ya bir mektup yolladı:
“Yurdun savunmasına
ait etkin görevlerden daha önemli ve ulu bir görev olamaz. Arkadaşlarım savaş
cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben, Sofya’da Ataşemiliterlik yapamam!
Eğer birinci sınıf subay olma yeterliliğinden yoksunsam, düşünceniz bu ise,
lütfen açıkça söyleyiniz!”([11])
Bu mektuptan
sonra Atatürk, var olmayan 19. Tümenin başına getirildi. Atatürk,
süratle var olmayan tümenini Tekirdağ’da kurdu. Sonra bu tümen,
Çanakkale’de Liman Von Sanders’in komutasındaki 5. Ordunun kurulmasıyla yedek
ordu olarak Maydos bölgesine konumlandırıldı.
Yarımadanın
nasıl bir ana düşünce içinde savunulacağı ve buna göre alınacak önlemlerin
neler olacağı konusunda Türk ve Alman komutanlar arasında temelde büyük görüş
ayrılıkları vardı. Mareşal L. V. Sanders, kıyının gözetmeyle tutulmasını; asıl
çıkarmadan sonra gerilerde tutulacak yedeklerin karşı saldırısıyla düşmanın yok
edilmesini istiyordu. Atatürk ise; bu görüşe karşıydı. Kendisi Bolayır’da
Mürettep Kuvvetler Komutanlığı Hareket Şubesi müdürüyken bu durumu incelemiş,
düşmanın Seddülbahir ve Kocatepe kıyılarına asker çıkarmasını olanaklı, bu kıyı
parçalarının düşman çıkarmasına kıyıda engel olacak gibi savunulmasını gerekli
görmüştü.([12])
31 Mart 1915
günü Mareşal Sanders, 3. Kolordu komutanı Esat’la Eceabat’a gelerek bölgede bir
inceleme yaptıktan sonra Çanakkale Savaşı’nın geleceğini tehlikeye sokacak
kararlar almıştı:
·
9. Tümen,
büyük bölümüyle kıyıdan geriye alınmış, kıyı zayıf güçlerin gözetlemesine
bırakılmıştı.
·
19. Tümen,
Maydos’ta yedek ordu olacaktı. Bu tümen, ordu emri olmadan kullanılmayacaktı.
·
Saroz ve
Anadolu kıyılarında ikişer tümen bulundurulacaktı. Böylece, çok önemli olan
çıkarmanın beklendiği yarım güneyinde sadece bir tümen, 9. Tümen bırakılmıştı.([13])
·
Çıkarma
(Birinci Aşama)
25 Nisan
1915 sabahı müttefik çıkartması başladı. Buna göre, 8. Kolordu, Seddülbahir
(yarımadanın ucuna), Anzak Kolordusu da Arıburnu kıyılarına çıkarma yapıyordu.
Anadolu kıyılarına, buradaki tümenleri bağlamak amacıyla destekleyici bir
Fransız alayı çıkartılmış; Saroz ve Beşika kıyılarına da gösteriş (sahte)
saldırılar yapılmıştı. Bu durumda Mareşal Sanders, eski görüşlerinin etkisi
altında henüz bir karara varamamıştı. O, Saroz ve Anadolu kıyıları üstündeki
aldatma hareketlerine takılıp kalmış; yedek orduları zamanında harekete geçirememişti.
Oysa Kumkale’ye çıkarılan takviyeli Fransız alayı geriye çekilmiş ve Saroz
ağzına yapılan gösteri hareketleri çok kısa sürmüştü.
Çıkarma,
Atatürk’ün değerlendirmelerine tıpa tıp uyuyordu. 25 Nisan sabahı saat 05.00’e
kadar, Arıburnu’na 4000 kişi çıkmıştı.([14]) Burada bir Türk bölüğü
bulunuyordu; taburun öteki bölükleri de yanlarda kıyı şeridinde dağılmışlardı.
Arıburnu’nu tutan taburun bağlı olduğu 27. Piyade alayı Maydos’taydı. Alay,
Arıburnu’ndaki taburu destekleme amacıyla harekete geçmişti. Atatürk’ün tümeni
ise, Maydos – Bigalı çevresinde hala yedek ordu olarak duruyordu. Durum, son
derece sıkıntılıydı. Conkbayırı ve Kocaçimen’in düşmanın eline düşmesi,
Çanakkale Savaşı’nın geleceğini belirleyecekti. Artık, sorumlulukları
yüklenebilen, bilgili ve atak bir yöneticiye gerek vardı.
Atatürk, bir
süvari ve bir dağ bataryasıyla destekli 57. Alay’ını Kocaçimen – Conkbayırı
yönünde harekete geçirdi. Bu alayın, baskın biçimindeki saldırısı, 27. Alay ile
desteklenerek, düşman perişan halde kıyıya atıldı. 19. Tümen’in öteki iki alayı
da, Atatürk’ün emriyle güneyden hızla kıyı başının güney kanadına sürülmüştü.
Cephe ve yanlardan yapılan şiddetli saldırılarla düşman sersemletilmiş ve
kıyıya yakın sırtlarda birkaç düşman bölüğü ancak kalabilmişti. Bu arada,
önemli bir düşman grubu da, kıyıya yapıştırılarak büyük bir tehlike içinde
bırakılmıştı. Düşmanın, Seddülbahir çıkarması da, 26. Piyade alayı 1. Taburun
kendisinden on kat daha fazla güçlü olan güçlere karşı yaklaşık, 24 saat
dayanması sayesinde çıkarma, derin boyutlar almadan önlenmişti. Bu tabur,
hafifçe geriye alınarak 25. Ve 26. Alaylarla desteklendi. General Esat da
Gelibolu’dan gelerek Arıburnu ve Seddülbahir cephelerinin komutasını aldı.
Liman Von Sanders’in hatasını güçlükle de olsa kapatan Türk ordusu ve Atatürk,
Çanakkale Savaşı’nın geleceğini değiştirmişti.([15]) Ne kadar üzücüdür ki; düşmanı
geri püskürtmek için Atatürk’ün size ölmeyi emrediyorum dediği 57.
Alayımız kendini feda etti. Sadece 57. Alay değil, vatanları uğrunda canlarını
feda eden nice dedelerimiz, ninelerimiz, vatan topraklarını kanlarıyla
suladılar; ruhları şad olsun.
Atatürk, 28
Mart 1918’de -ve birkaç gün süren- Ruşen Eşref’e emperyalistlerin ilk
çıkarmasına karşı gerçekleşen olayları anlatmıştır. Fakat çıkarma günü 12 Nisan
diye kaydedilmiştir. Ruşen Eşref’in görüşmesi ve yazdığı olayların doğruluğu
ispatlandığından dolayı bu konu üzerinde durmadık. Ancak, 12 Nisan
tarihlendirmesi büyük olasılıkla, Ruşen Eşref’in yanlış yazımından dolayı böyle
belgelere geçmiştir. Ayrıca, konuşmaların tamamını buraya koymuyoruz. Belgeler
elimizdedir; tam detaylı okumanız açısından sizin araştırmacı ruhunuza
güveniyoruz; bizden istediğiniz belgeyi alabilirsiniz. Ve birkaç bölümü
anlatıyoruz:
“…Bu esnada
Conkbayırı'nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözlemleme ve sağlama
göreviyle oralarda bulunan bir müfreze askerlerinin Conkbayırı'na doğru
koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu karşılıklı konuşmayı aynen
okuyacağım! Bizzat bu askerlerin önüne çıkarak:
- Niçin
kaçıyorsunuz? Dedim.
- Efendim
düşman! Dediler.
- Nerede?
- İşte, diye
261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten
düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemali serbestiyle
ileriye doğru yürüyordu.
Şimdi durumu
düşünün: Ben güçlerimi bırakmıştım, askerler on dakika dinlensin diye. Düşman
da bu tepeye
gelmiş...
Demek ki; düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim
bulunduğum yere gelse
güçlerim pek
kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir mantıklı
sorgulama mıdır, yoksa
olağan
durumun hareketiyle midir, bilmiyorum.
Kaçan
askerlere:
- Düşmandan
kaçılmaz dedim.
- Cephanemiz
kalmadı, dediler.
- Cephaneniz
yoksa süngünüz var dedim.
Ve bağırarak
bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım…” Başka bir bölümden alıntı yaparsak:
“…57'nci alay,
verdiğim
emir üzerine şiddetle uyuyordu. 27'nci alay kumandanından emrimin alınıp
alınmadığına dair bir haber
gelmedi.
Bununla beraber gerek bizzat benim, gerek yanımdaki subaylardan gözetleme için
ileri
gönderdiklerimin
neticesinde bu alayın da saldırmakta ve ilerlemekte olduğunu anladım.
- Pekiyi
Paşa Hazretleri, böyle bu kadar şiddetle atılan düşmanı bu kadar hızlı bir geri
çekilmeye zorlayan
etkenler
nedir?
- Evet, bu
soruyu sormakta hakkınız var. Açıklayayım: Şimdi saat on bir buçuktan sonra
durum bence şu idi:
Düşmanın karaya çıkmış olan gücü, sekiz taburdan fazlaydı. Şimdi bu sekiz
taburluk güç, kendisiyle
uygun
olmayan gayet geniş bir cephe üzerinde 261’e kadar kuzeyden ve Kemalyeri'nin
bulunduğu sırtların batı
yamaçlarına
kadar doğudan ilerleyebilmişti. Fakat bu uzun cephe hattı, zorlu birtakım
derelerle kesik bulunuyordu.
Bu sebeple
düşman kendi cephesinin hemen her noktasında zayıftı. Conkbayırı kuzeyinde
konuşlandırılan 19.
fırkanın
seri dağ bataryası Arıburnu çıkarma noktasını ateş altına aldığı için düşmanın
çıkarmaya devam ettiği
kıtanın
çıkarması, hem güçlüğe hem de gecikmeye uğradı. 57'nci alayın Conkbayırı ve
Suyatağı hattından 261
istikametinde
ve dar cephe ile yoğun olarak düşmanın pek nazik ve önemli olan sol koluna
yüklenmesi, iki
taburdan
oluşan 27'nci alayın da Merkeztepe yönünde geniş cephe ile düşmana atılması,
düşmanı geri çekilmeye
zorlamıştır.
Fakat bence
bu taktiksel durumdan daha önemli olan bir etken vardır ki; o da, herkes
öldürmek ve ölmek için
düşmana
atılmıştı.
Bu öyle sıradan bir saldırı değil, herkesin başarılı olmak veya ölmek azmiyle
harekete istekli olduğu bir
saldırıdır.
Hatta ben, kumandanlara sözle verdiğim emirlere şunu ilave etmişimdir:
Size ben saldırmayı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar
geçecek zaman zarfında
Çanakkale Savaşı’nı hangi koşullar üstünde yapıldığını anlamak için yine
Atatürk’ün Ruşen Eşref’e
anlattığı 3
Ağustos 1915’deki bir olayı okuyalım:
“…Kireçtepe çarpışma meydanında yeterli ölçüde güçlerin hızlı toplanması
gerekliliği belirmişti. Onun
için
yararlanması olanaklı birlikleri çağırmak amacıyla öğleye kadar 12 tabur
topladık. Toplanan güçler sürekli
savaş
alanına yürüyorlardı. En sonunda, ordumdan gerekli olanlarla beraber bizzat ben
de savaş alanına yaklaşmak
gereğini
duydum. Bulunduğum yerden savaş alanına giden tek bir yol vardı. Bu yol,
kesintisiz sahil yakınından
geçiyor,
düşmanın sahile yaklaşmış olan iki torpidosu tarafından durmadan ateş altında
tutuluyordu. Bu sebeple
ileri
hareket eden bütün askeri birliklerin durmuş olduğunu gördüm. Attan indim,
kolun başına ve zorunlu durma
noktasına
geldim. Doğrusu oradan ileri geçmek ölümle kesinlikle karşı karşıya gelmek
demektir. Hâlbuki bugün
bu askeri
birliklerin ileri geçmesi gerekirdi. Öncelikle ben yalnız olarak koşar adımla
geçtim. Arkamdan ve
birbirinden
aralıklarla ordu komutanı ve yardımcılarım geçtiler. Ondan sonra, toplanmış
birlik komutanlarına
‘geçeceksiniz’
dedim. Parça parça koşmak suretiyle istenilen birlikler geçirildi.
Bu savaşın sonucunda düşman hareketi etkisizleştirildi; öncekinden daha egemen
bir durum alındı.
Yaver Cevat Bey, o gün arkadaşlarına o tehlike içinde hizmet veren bir askeri
anlattı; Kimsenin geçemediği
ateşin
içinden bütün dikkati ve inancıyla yürüyerek ilerdeki arkadaşlarına yiyecek ve
güç taşıyan o özverili genci Paşa,
yaverinin
göğsündeki nişanla hemen orada ödüllendirmiş…”([18])
Birinci aşamayı bitirmeden önce 27 ve 28 Temmuz günlerinde gerçekleşen olaylara
değinirsek; Atatürk
hızlı
hareket edebilmek, düşmanı yenmek için kendisini düşman ateşinin altına
atmaktan çekinmemiş; hızlı ve uslu
(akıllı)
kararları sonucunda düşmanı yine yenmiştir. Fakat yaptığı saldırıları Ruşen
Eşref’e anlatırken göğsüne
isabet eden
şarapnel parçasını anlatmaktan kaçınmış; bunun üzerine Atatürk’ün yardımcısı
Abbas Gürer, bu olayı
Ruşen
Eşref’e anlatmıştır. Kısa bir bölümü sizlerle paylaşıyoruz; geri kalanını da
sizin araştırmacı ruhunuza
bırakıyoruz:
“…Yüzbaşı Cevat Abbas Gürer Bey, paşanın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir
sesle:
- Bu
şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa'nın göğsünü okşamıştır! Dedi.
- Nasıl?
Dedim.
Paşa tespihi
ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzlar şıkırtı yaparak,
göğsünün sol tarafındaki
nişan
kurdeleleri sırası ve ipek kordonu kabarıklığıyla şöyle anlatıyordu:
-
Bulunduğumuz yer bütünüyle saldırıların arasıydı. Paşa da ilerleyen
birliklerimizi seyrederken göğsüne bir şeyin
gayet güçle
çarptığını duymuştur.
- Evet, sağ
tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan subay Nuri Conker
Bey: ‘efendim,
vuruldunuz’
dedi. Ben böyle bir söz duyulursa askerimizin manevi gücünün üzerinde yapacağı
etkiyi düşündüm.
Elimle
subayın ağzını kapadım.
‘Sus’
dedim...”([19])
·
İkinci Aşama
6-7 Ağustos
(1915) çıkarmalarının sonucunda General Hamilton’un sade planıyla Arıburnu
kuzeyinden saldırılarak,
Türk kuzey
grubu kuşatılacak ve Maydos yönünde her iki grubun gerisi kesilecekti. Böylece,
dört taburlu ve dört
bataryalı
İngiliz kolordusu bir müfreze üstüne yüklenecekti. Türk yedekleri, 50 km
uzaklıkta Saroz ve Anadolu kıyılarında
bulundukları
için bunların karışması ya gecikecek ya da hiç olmayacaktı. İngiliz planı
böyleyken yeni bir saldırıya karşı
Mareşal
Sanders, 25 Nisan çıkartmasındaki hatasından ders çıkartmamış bir şekilde yine
Türk ordusunun geleceğini
ilgilendiren
hatalarına devam ediyordu:
- Güney
grubu, iki kolordu Seddülbahir cephesinde
- Kuzey
grubu, üç tümenli Arıburnu cephesinde. Her iki grup da düşmanla mevzi
çarpışmaları yapıyordu.
- Saroz
grubu, üç tümenli Saroz kıyılarında
- Asya
grubu, üç tümenli Kumkale – Yeniköy – Beşika bölgesinde yerleştirilmişti.
Bu duruma
göre, Sanders yine Saroz ve Anadolu kıyılarına gereğinden fazla güç
yerleştirmişti. Buna karşın Arıburnu kesiti
bir
müfrezeyle, kuzey ve güney grupları arasındaki boşluk da bir tümenle
örtülmüştü.
6/7 Ağustos gecesinden itibaren çıkarma başladı. Bölgenin kayalık ve geçilmesi
güç olması, İngiliz
komutanlarının
yeteneksizliği, özellikle buradaki Türk birliklerinin olağanüstü kahramanlığı,
planın hızla uygulanmasını
engelledi.
Saldırının ağırlık merkezi, yine Kocaçimen ve Conkbayırı tepeleriydi. Atatürk,
cephesindeki ağır baskıya
rağmen
elindeki küçük yedeği Conkbayırı’na gönderdi. Daha sonra da yetişen güçlerle
düşman bu iki tepenin
yamaçlarında
tutuldu. 8 Ağustos akşamına kadar, 7. Ve 12. Tümenler olan Saroz grubu,
Anafartalar doğusundaki
tepelere,
çıkartmadan 1-2 gün sonra yanaşmıştı. Bu grubun komutası Atatürk’e verildi. 8
Ağustos’ta Conkbayırı’nı tutan
İngilizler,
9 Ağustos günü de Anafartalar bölgesinde saldırıya başladı. Atatürk’ün karşı
saldırısıyla buradaki İngiliz birlikleri
Anafartalar
düzlüğüne atıldı. Şimdi her iki taraf da Conkbayırı’nı destekliyor ve boğaz
boğaza çok kanlı çarpışmalar
yapıyordu.
Bu sırada güney grubundan çekilen 8. Tümen de Conkbayırı’na yetişmişti. 10
Ağustos günü çok erken
saatlerde 8.
Tümenin katılmasıyla başlayan yeni saldırıyı bizzat Atatürk bu alandan
yönetmişti. Düşman Conkbayırı’ndan
atılmış; bu
bölgede 25 bin ölü vermişti. Yeni desteklerle yapılan 13 ve 31 Ağustos
saldırıları da, İngilizlere hiçbir sonuç
getirmemişti.([20])
8 Ağustos’ta gerçekleşen olayları Atatürk, Ruşen Eşref’e şöyle anlatmıştı:
“…O gün, yani 8 Ağustos'ta sabahtan beri düşmanın bir taraftan diğer tarafa
asker göndermekte ve gemilerden
bazı
birlikler çıkarmakta olduğu görülüyordu. Bununla beraber cephede dinginlik
vardı. Öğleden önce Küçük Anafartalar
batısında
bulunan birlikler yanına gittim; düzende bazı değişiklikler yaptım. Karargâha
dönüşümde durumu daha şüpheli
görüyordum.
Onun için, yedekte bulundurduğum fırkalara derhal silah başı etmelerini
telefonla emrettim. Bu esnadaydı ki;
gittikçe
artan top sesleriyle beraber düşmanın saldırıya geçtiği anlaşıldı. Bu saldırı,
Küçük Anafarta köyünün batısında
bulunan
fırkalarımıza, Yusufçuk tepesi, İsmailoğlu tepesi ve Azmak ile Kayacık ağılı
arasındaki alana karşıydı. Saldırılan
cepheye
gönderilebilecek güçler Turşun köyü kuzeybatısındaki 9. Fırka ile Sivli köyü
yakınında bulunan
6. 8. ve 4.
Fırkaların yedek güçleriydi. 9. Fırka öncelikle kışkırtıldı. 7. Fırkayı Sülicek
ve İsmailoğlu tepesi bölgelerinde
desteklemesini,
diğer bir fırkanın Küçük Anafarta üzerine yürümesini ve diğer fırkalara
düşmanın topçuları ile saldırmakta
olduğu
yönleri ateş altına almalarını, özetle bütün cephede gereken önlemlerin alınmasını
emrettim. Ancak, düşmanın
saldırdığı
cepheye gönderdiğim yedek güçleri varması için zaman geçecekti. O zamanı
kazanmak gerekiyordu. Elimde bir
süvari
tugayı da vardı. Bu süvari birliğinin varlığı bende şöyle bir anı uyandırdı:
Fransızlar, Seddülbahir cephesinde piyadelerinin saldırı hatları önünde bir
süvari birliğini, yayılmış olduğu halde
bizim
hattımıza saldırtmışlardı. Bu Fransız süvarilerinin ateş karşısında korkmadan
ölüme koşmaları hoşuma gitmişti. Bu
hareketi
gerçekten alaturka vari([21]) bulmuştum. Piyadenin önünde bir
perde yapıyorlar ve ötesi yok işte, ölüme kucak
açıyorlar,
arkalarındaki piyadeyi korumak için kendilerini feda ediyorlardı. Bu ne
betimlenecek cesaret ve fedakârlık levhasıdır!
Bu nedenle,
çabucak bizim süvari alayı kumandanı beyi yanıma çağırdım. İsmailoğlu tepesine
saldıran düşmanı aynı usulde bir
hareketle
durdurulmasını kendisine emrettim. Pek değerli bir süvari kumandanı olan bu
arkadaşımız bütün temiz cesaretini bu
nedenle
gösterdi. Bana istediğim zamanı kazandırdı. Düşmanın deniz ve kara topçuları
İsmailoğlu tepesi ile Azmak deresinin
kuzey ve
güneyindeki mevzilerimizi şiddetle bombardıman ediyordu. Henüz tamamlanmamış
siperlerimiz barınılmaz bir hale
geliyordu.
Özellikle, Yusufçuk tepesine birçok düşman bataryaları ateşlerini
toplamışlardı. Düşman bütün cephe üzerine piyadesiyle
de
saldırıyordu Topçularımızın, piyadelerimizin dayanıklılıkla yaptıkları ateş
sayesinde bütün bu cephelerdeki düşmanın ilk saldırısı
kayıplarla
püskürtüldü. Öğleden sonra 4 ile 4.50 sularında tahminen bir fırka kadar düşman
gücünün birbirini izleyen birkaç kademe
olan
Laletepe'den ilerlemekte olduğu görüldü. Bu düşman güçleri Mestantepe ve
Kayacıkağılı'na doğru yanaşıncaya kadar pek çok
kayıp verdi.
Ve birçok defa durmaya zorunda kaldı. Bazı bölümü dağınık bir hale geldi. Fakat
herhalde ilk saldırıyı yapan düşman
birlikleri
desteklendi. Ve ikinci defa olarak tekrar saldırdı. Bu defa da Yusufçuk
tepesine karşı olan saldırı uzaklaştırıldı. Yalnız bir
jandarma
bölüğümüzün geriye çekilmesi üzerine orası çabucak desteklenerek bir süngü
saldırısıyla düşman o noktadan da atıldı.
Düşman saat
6’dan sonraya doğru saldırısını üstün güçlerle ve İngiliz askeri soylularından
oluşan ikinci süvari yaya fırkası ile üçüncü
defa olarak
tekrar Yusufçuk tepesine girdi. Tarafımızdan birinci hatlar desteklenerek
yaptığımız saldırıyla düşmanı o tepeden attık.
Egemenlik
bizde kaldı. Düşmanın Azmak güneyinde yaptığı saldırılar da püskürtüldü. Bu
suretle 8 Ağustos'ta düşmanın en az biri taze
olmak üzere üç
fırka ile yaptığı saldırı sonucunda on beş yirmi bin kadar kaybı oldu...”([22])
Burada,
Atatürk’ün taktiksel düşünüşünün ve yeterliliğinin dışında düşmanına duyduğu
saygısında ve hayranlığında durmak istiyoruz;
Fransızların, Seddülbahir cephesindeki süvari birliklerinin bizim alanlarımıza
doğru ölümüne saldırmaları, Atatürk’ü çok etkilemiş
ve hayran
kalmıştır. Böyle bir hayranlığı ve saygıyı ancak savaşta olmasına rağmen kin
duymayan bir insan tarafından hissedilebilir.
Buna insan
sevgisi denir. Atatürk’ün şu sözleri bizlere her şeyi özetliyor:
“Ben, savaşlarda dahi düşmanın üzerinde bir kin duymam; yalnız askerlik
kurallarının uygulanmasını düşünürüm.“([23])
Ayrıca Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı yapıtında Atatürk’ün düşmanları hakkında
şu sözünü not defterine eklediğini belirtiyor:
“Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır. Onlar beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler!”([24])
·
Taktiksel
Düşünceler
Konuya rahmetli Tümgeneral Muzaffer Özsoy’un çözümlemeleriyle başlamak doğru
olacaktır:
Alman mareşali Sanders’in Çanakkale’de aldığı önlemler, sağlıklı bir askeri
düşünceyi güçlendirmiyordu. Kıyı ve geniş akarsu
gibi güçlü
engeller gerisinde savunmada, birliklere verilecek geniş cephanelerin
tutulmasında, düşman ateşinden korunmak ve manevra
yapmak üzere
kıyının zayıf tutulması ve asıl güçlerin geride toplu bulundurulması kuralı,
taktikte bazı koşulların var olmasına bağlıdır.
Haberleşme
ve ulaştırma araçları kısıtlı olan dar bir hareket alanında, çok üstün topçu
ateşi altında manevraya dayanan bu tür bir
savunmanın
başarıya ulaşması beklenemezdi. Özellikle, boğaza egemen Alçıtepe ile Kocaçimen
tepesinin çıkarma kıyısından uzaklıkları
dörder km
idi; boğazın iç kesimi de yine aynı uzaklıktaydı. Üstelik yedek birlikler, esas
çıkarma yerlerinden çok uzakta, Anadolu ve
Saroz
kıyılarında bulunuyordu. Çanakkale’de dar arazi koridorları üstünde taktik
koşullar el vermediği için ordu komutanının düşünceleri
uygulanamadı.
Atlantik’te de müttefik hava üstünlüğü, Alman zırhlı yedeklerini kıyıya vuruş
için yanaştırmadı.
Yarımadanın güneyi, bir müttefik çıkarmasına gerekli tüm koşullara sahipti; en
kolay, en güvenli çıkarma buraya yapılabilirdi. Bu
çıkarma,
Anafartalar ve Arıburnu kıyılarına yapılacak ikinci bir çıkarmayla
birleştirilebilirse, savaş büyük bir olasılıkla bitebilirdi. Türk savunması
bakımından
da en tehlikeli harekât tarzları bunlardı. O halde, yarımada üstünde kesin
sonuç bu iki bölgede toplanıyordu. Buna göre, Kumkale
ve Saroz
kıyılarına büyük güçleri bağlamak son derece hayalci bir değerlendirmeydi. Bu
değerlendirme ise, Çanakkale savunmasını çok
tehlikeli
bir çizgide açık bırakıyordu. İşte Atatürk’ün dehası, yönlendirme ve yönetim
yeteneği burada görüldü.([25]) Özsoy’un çözümlemesine
ara vererek
konuya özet getirecek Atatürk’ün iki önemli görüşüne değinmeliyiz:
“Savaşta, güçten daha da önemli olan bir şey varsa, o da gücü amacına uygun bir
şekilde yönlendirmek ve yönetmektir.”([26])
Atatürk’ün bu sözüne bağlı olan başka bir sözünde de:
“Çarpışma için, her şeyden önce düşünebilen ve kendi kendine iş görmeye alışmış
amirler gerekir.”([27])
Evet, Atatürk’ün bu iki sözü de gerçekten Çanakkale Savaşı’ndaki hareketlerini
özetliyor. Alman mareşalin hesaplarının yanlış olduğunu bilen,
bununla
beraber Sanders’in Türk ordusunun sahip olduğu gücü yanlış doğrultular üzerinde
kullanmaya çalışmasına karşı Atatürk, gerekli gördüğü her
yerde kendi
başına büyük sorumluluklar alıp başarıya ulaştırmıştır. Alman mareşalin bu
bitmeyen hataları Filistin Cephesi’nde de devam edecektir.
Sonunda da
komutayı Atatürk’e bırakıp kaçacaktır.([28])
Tümgeneral Özsoy’un çözümlemelerine kaldığımız yerden devam edelim:
“O (Atatürk), bir tümenle çarpışmanın akışını değiştiren geleceğin adamı
olmuştu. Bu konuda, Moorehead şöyle yazar:
‘M. Kemal’in savaş güdümünde gösterdiği
şaşırtıcı başarılar takımı, bu tarihten başlar. Ne Liman Von Sanders’in ne de
başkasının göremediğini o, görmüş; Gelibolu yarımadasına ancak Conkbayırı ve
Kocaçimen’den egemen olunabileceğini o, anlamıştı. Müttefik devletler burayı
ele geçirselerdi bütün boğaza
egemen olurlar ve 20 kilometrelik bir çevreyi istedikleri gibi top ateşine
alabilirlerdi. Küçük rütbeli (yarbay) ama dahi bir Türk subayının orada
bulunması müttefikler
için savaşın en büyük talihsizliklerinden biri oldu.’
M. Kemal’in
Çanakkale’deki harekât ana düşüncesinin sürekli saldırı noktasında toplandığı
kolayca gözlenebilir. Her fırsatta saldırı, güç dengesi (sorununa fazla takılmadan)([29]) eldeki ve toparlanabilen her birlikle karşı
saldırı… Bu uygulama, taktik manevralarda saldırıyı belirli koşullara bağlar.
Burada, bu koşulların göz önüne alınmaması, durumun Çanakkale savunması
açısından tehlikeli ve
beklenmedik çıkışlar yapması ve her iki taraf için hedeflerin etkin bir hareket
ve güç yoğunlaştırmasına gereksinim göstermesindendi.
Atatürk’ün,
Kocaçimen ve Conkbayırı’ndaki karşı saldırıları düşman ilerlemelerini
durdurucu, geciktirici ve şaşırtıcı niteliktedir. Bu saldırılar, hızlı bir
zaman kesiti içinde, değişik yönlerden, düşmanın en duyarlı yerlerine, birbiri gerisinden
yapılan darbeler dizisi biçiminde olmuştur. Bu darbelerin her biri, geriden
gelen desteklere ya da yapılacak yeni darbelere düşman düzenindeki değişiklikler yüzünden zayıf
noktalar açıyordu.
Atatürk’ün bu yöntemi, sonradan İkinci Dünya Savaşı’nda da Cean dirseğindeki
Alman savunmasında geniş çapta uygulanmıştır. Küçük karma zırhlı timler,
müttefik
hava
egemenliği altında ve bir arı atılımı biçiminde değişik yönlerden müttefik yarma
uçlarına karşı bir vuruş birleşmesi halinde başarıyla kullanılmıştır.
Atatürk’ün ordu yedeğini kullanması da başlı başına bir üstünlük([30]) sorunudur. Taktikte,
ordu yedeğinin kullanılması bazı aşamalara bağlıdır. Kara harekât çerçevesinde
bunu saptamak
kolaydır. Çıkarmalarda en önemli sorun, gerçek çıkarma yerini saptamaktır.
Beklemek ya da süratli hareket etmek; her ikisi de bazen sakıncalı olabilir. Bu
harekât türünde genellikle değerlendirme, soyut olgulara dayanır. Alman
Başkomutanlığı da Haziran 1944’de böyle hareket etmiştir. Çıkarma da esas
sorun, yedeğin yerinde ve zamanında kullanılmasıdır. Atatürk, Çanakkale’de büyük sorumluluk
altında bunu yapabilmiştir. İlk düşman çıkarmaları karşısında durumu hızlıca
anlamış, Kocaçimen’in buradaki kesin rolünü sezerek kararını azimle
uygulayabilmiştir. Bu, bir
komutanın kuşku tanımayan yüksek irade yeteneğini, bilgisini ve
kendine olan güveni gösterir. Atatürk, tüm yaşamında yüreklilikle
tedbirliliği birleştirebilen ender bir komutandı. Savaş tarihinde küçük rütbeli bir komutanın bu tür
kararlar verebildiği hemen hiç görülmemiştir.
Atatürk, daha Çanakkale savaşları sırasındayken hedef, saldırı, güç artırımı ve
hareket serbestliğinin elde bulundurulması, baskın ve güvenlik ilkelerini her
zaman yerinde kullanmıştır. Anafartalar Komutanlığında sürekli komutası altındaki
tümenlerin sayısı dokuzdu. Çanakkale’yi üç kez, yalnızca kendi azmi ve
komutanlık üstünlüğüyle kurtarmıştı. Üstün komutan, burada hem dehasının ışığını yaktı hem de
yurdunun ve ordusunun onurunu kurtardı.([31])
Tabii ki de Atatürk’ün azmi ve komutanlık üstünlüğüyle Çanakkale’yi kazandık.
Ancak: ''Atatürk’ün bu derece üstün nitelikteki emirlerini yerine getirebilecek
Türk ordusundan başka bir ulusun
ordusu var mıydı?'' sorusunu Özsoy’un çözümlemelerine ekleriz. Bu sorunun
cevabını siz dinleyicilerimize bırakıyoruz ve Çanakkale Savaşı konusunu
kapatıyoruz.
·
Atatürk,
Kafkasya, Doğu ve Filistin Cephelerinde
Atatürk, bundan sonra Kafkasya, Doğu ve Filistin Cephelerinde görev alacaktır.
O güne kadar, Türk cephelerinde harekât amaçları, yönlendirme ve yönetimin
temel operatif([32]) hedefleri, savaşın genel ilke ve koşullarına
hiçbir zaman uydurulmamıştı.
Askeri politika, Mustafa Kemal’in sonradan 3 Ekim 1917’de verdiği raporda
açıklayacağı gibi, ulusal çıkarları benimseyen bir içerikle ele
alınamamıştı. Strateji, Alman askeri politikasının gösterdiği doğrultuda, belirli
bölgelere saplanıp kalmak suretiyle büyük müttefik güçlerini ikincil harekât
alanlarında uğraştıran kısır ve yıkıcı bir sisteme bağlamıştı.
Galiçya’da, Romanya ve Makedonya cephelerinde Türk kuvvetlerinin bulunuşu bundandı.
Hükümetin dış politikası ve genel stratejisi hesaplarını Alman zaferine göre
yapılmıştı. Manevra alanları, bu ana düşünce çevresinde ve doğrultusunda bir
hizmet ve bütünleme anlayışına yapıştırılmış olarak, kör ve dar yönlere
saptırılıyordu. Bunun dışında belirecek durumlar göz önüne bile alınmamış;
ulusal strateji çok yönlü, güçlü köklere oturtulmamıştı. Savaşın portresini
değiştirmeye zorlayan
genel ögelere bağlı olarak dış politika, hızla eyleme geçirilmemiş ve buna göre
yeni uyum biçimleri, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin çeşitli hedefleriyle
birleştirilmemiştir.
Atatürk, olumsuz koşullarla sürekli boğuşan ve onları yenen bir komutan
olmuştur. Örnek olarak, Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün Doğu cephesindeki bir
hareketini şöyle anlatır:
“Ben, komutanı bulunduğum 14. Tümenle Çapakçur boğazını çok üstün Rus güçlerine
karşı savunurken, tümenin önemli bir bölümünü kaybettiğim sırada, Muş’taki 8.
Tümenini alarak yardıma koşmuş olan 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa,
yandan ve bütün şiddetiyle saldırıya geçmiş; beni düştüğüm zor ve tehlikeli
durumdan kurtarmıştır. Böylece Çapakçur boğazının savunması başarıyla ve şanla
sonuçlanmıştı.
Bu başarı günlerinin birinde, Çapakçur dağlarının en yüksek bir noktasında
buluştuğumuz akşam O, savaş meydanlarında kolağalığından, generalliğe ben de
albaylığa yükselmiş bulunuyordum. Şimdi O, bir üst rütbede ve benim âmirim,
kumandanım mevkiinde idi. Astlarım ve emir subaylarım ile beraber kendisiyle
buluştum. Üç adım kala ayaklarımı sertçe birbirine vurarak selâm durdum, aynı
ağır başlılıkla ve ciddiyetle selâmımı aldı.
— Hoş
geldiniz, Ali Fuat Beyefendi, dedi. Sonra birden bana doğru yürüdü.
— Fuat
kardeşim, diye boynuma sarıldı; kucaklaştık. Durumu kısaca anlattı:
— İkinci
Ordu Kumandanının seni iki piyade alayı ile desteksiz, yalnız bırakmış olmakla
boğazın stratejik değerini anlamadığını gördüm. Yardım için Ordu Kumandanına
teklif ettim ve onun emrini beklemeden derhal harekete geçtim. Tanrı’ya
şükürler olsun, seni kurtardım.
Çapakçur’un meşe ve çam ormanlarıyla bezenmiş, o yüksek tepeleri üzerinde o
akşamı hâlâ hatırlar ve heyecanla ürperirim.“([33])
Atatürk, 1916 yılı sonlarına doğru 2. Ordu Komutanlığına atandı. İlk işi,
gelecek kışın (1916/1917) sertliğini düşünmek ve orduyu korumak oldu. Bu
nedenle, ilerde örtme birlikleri bırakarak ordunun büyük bölümünü havası daha
ılımlı, ulaştırma olanakları daha iyi, yiyecek desteği bakımından daha
elverişli olan Bitlis – Muş – Genç – Karakoçan bölgesine geri çekmeye karar
verdi. Bu karar, gerek 3. Ordu gerekse Başkomutan tarafından itirazlara
uğradıysa da O, kararını uygulamada direndi. Beklenildiği gibi, 1916/1917 kışı
çok sert geçti. Ruslar yüksek yerlerde bulundukları için büyük kayıplar
verdiler; çok büyük ikmal güçlükleri çektiler. 2. Ordunun geri çekilmesi ve köy
ordugâhları içinde kışı geçirmesi, bu orduyu birçok yıkımdan kurtarmıştı.
Atatürk’ü bu cephede en kritik bir zamanda harekete geçiren yine üstünlüktür.
Bir komutanın en büyük yeteneklerinden biri seziş ötekisi de inisiyatif, yani
üstünlüktür. Her ikisi de Bitlis ve Muş çerçevesindeki çarpışmalarda yeteriyle
görülür. Atatürk’ün bu inisiyatifi, 2. Orduyu yığınak aşamasında parça parça
yenilmekten kurtarmıştır. Taktik çerçevede de olsa, bir geri çekilmeyi
saldırıya dayalı bir harekâtla bütünleştirmek çok zordur. Her iki manevra
türünün yapılış biçimleri başka başkadır. Dağlık kesimde çekiliş ve savunma,
genellikle geniş cepheler üstünde yapılır. Yayılmış güçleri bir saldırı için
belli yörelerde toplamak ve harekete geçirmek, kısaca yeni bir tertibe sokmak,
güçlü ulaşım araçlarına ve yüksek bir disipline gereksinme gösterir.
Atatürk’ün çelik istenci bunu gerçekleştirmiş ve Çapakçur bunalımını yıldırım
hızıyla çözmüştür.([34])
Atatürk’ün Kafkas Cephesi Komutanlığındayken yaşadığı bazı olayları öğrenmek,
onun ne derece bir ulussever olduğunu ve böylesi zor durumlardayken insanlığını
yitirmeyen, ulusu için her türlü özveride bulunan bir komutan olduğunu
gösterecektir:
“Silvan Kâzım Karabekir İlkokulu eski müdürü Mehmet Çelik, 1972’de 79 yaşındaki
babası Kasım Çelik’ten naklen Mustafa Kemal Paşa’nın Silvan’daki yaşantısıyla
ilgili şu bilgileri vermiştir:
‘Mustafa Kemal Paşa, haftada bazen on günde bir, bizim manifatura mağazasına
gelir, oturur; Sadık (Üstün) Bey’le tavla oynardı. Bir gün Rusların Muş’un
Şinik ve bazı kuzey köylerini işgal ettikleri ve köylülere işkence yaptıkları
haberi geldi. Paşa, hemen cepheye gitti, bu köyleri işgalden kurtardı ve bir
miktar Rus askeri esir alarak Silvan’a döndü.”, “Mustafa Kemal Paşa beraberinde
iki yetim kız getirmişti. Bu kızlar 9-10 yaşlarında olup, Paşa’nın emriyle
halen Zekeriya Öztekin’e ait olan evde yaşlı, kimsesiz bir kadınla oturuyorlardı.
Kendilerine Katar Komutanı (Levazım Müdürü) Şevki Bey bakar, geçimlerini
sağlardı. Bu kızların adları Nigar ve İkbal idi.” “Bir gün Paşa’nın Levazım
Müdürü Şevki Bey, bizim bahçeden iki kavak ağacı kestirdi. Ben engel olmak
istedim. Beni azarladı ve bir tokat attı. Sabahın erken saatleriydi. Ben de
gidip Paşa’nın evinin kapısını çaldım. Kapıyı açan Paşa, ne istediğimi sordu.
Durumu anlattım. Paşa çok üzüldü ve: ‘Bir dakika bekle’ diyerek içeri girdi.
Dönüşünde iki altın getirerek: ‘Al çocuğum, bunlar senin kesilen kavaklarının
parası’ dedi. Sonradan duyduğuma göre, Şevki Bey’i de epey azarlamış. Ben o
zaman henüz pek gençtim. Paşa’nın bu davranışına hayran kalmıştım. Paşa, halkı
seven, adaleti seven bir kişiydi.’
Hazrolu Seyfeddin Budak’tan alınan iki hatıra: ‘Mustafa Kemal Paşa 16.
Kolordu Komutanı olarak Silvan’a geldiği günden itibaren onu meşgul eden önemli
işlerden biri de ordunun yiyecek ve geçinme durumu idi. Paşa, ailemizden en çok
Mehmet Bey’le muhabere eder, Hazro’ya geldikçe ona misafir olurdu. Bir gün yine
karargâh subaylarıyla birlikte Hazro’ya geldi ve Mehmet (Budak) Bey’e misafir
oldu. O gün, öğle yemeğinde çok çeşitli ve nefis yemeklerle ağırlanan Paşa,
sofraya davet edildiği zaman: ‘Asker cephede aç iken ben bu nefis yemekleri
yiyemem’ diyerek sofraya oturmaz. Mehmet Bey hemen ortaya atılır: ‘Paşam,
askerin bir aylık ekmek ihtiyacını temini üzerime alıyorum. Siz yeter ki bizi
bu şereften mahrum etmeyin’ deyince hep birlikte yemeğe otururlar. Hemen o gün
Mehmet Bey 800 kile (bir kile buğday 300 kilodur), Hatip Bey 400 kile, durumu
müsait olan halktan da 500 kile buğday toplanarak Levazım Müdürü Şevki Bey’in
emrine verilir. Mehmet ve Hatip Beyler bölgeyi dolaşarak kolordunun ekmek
ihtiyacının bir aylığını temin ederler.’, ‘Yine bir gün Paşa, Mehmet Bey’le
sohbeti sırasında sorar: ‘Yine bir gün bu taraflara gelirsem Hazro dağları beni
saklar mı?’ Mehmet Bey şu cevabı verir: ‘Biz de, Hazro dağları da hepimiz sana
feda, emrindeyiz Paşam.’ Mehmet Bey bu hâtırasını anlatırken, hep şöyle derdi:
‘Düşünüyorum, gerçekten Paşa buraya gelseydi verdiğimiz sözü tutabilecek
miydik?’
1981 yılında 75 yaşında bulunan Silvanlı Fatma Nine’den derlenen bir hatıra:
Mustafa Kemal Paşa Silvan’a geldiği zaman ben 10-12 yaşlarında idim. Paşa’nın
çadırı Sadık (Üstün) Bey’in konağının önünde idi. Paşa ile Sadık Bey kan
kardeşi olmuşlardı. Birbirlerini çok sevdiklerinden Paşa, Sadık Bey’in oğlu
Recep’in de kirvesi olmuştu. Biz çocuklar, her gün Paşa’nın çadırının önünde
toplanır, kendisini görmek için saatlerce beklerdik. Paşa, çadırından
çıktığında bizleri okşar, şeker verir, yoksullara elbise dağıtırdı. Bir gün,
Hazro’lu Mehmet Bey, bizim eve geldi. Mustafa Kemal Paşa’nın bana gönderdiği
elbiseyi ve yüzüğü verdikten sonra, büyük anneme: ‘Mustafa Kemal Paşa bu kızı
evlâtlık almak istiyor’ deyince, büyük annem, hem sevindi hem üzüldü.
Ağlayarak: ‘Bu kız, yedi şehidin hatırasıdır. Babam, amcalarım, dedem hep şehit
oldular, bir bu kız kaldı, nasıl vereyim?’ cevabını verdi. Böylece bu büyük
şansı yitirmiş oldum. Hâlâ o büyük insanın nurlu yüzü gözümün önünde durur.
Evlâtlığı olmamanın ezikliği var içimde.’
Kulplu Hakkı Tel’in anlattıkları: Babam Sabri, Mustafa Kemal Paşa’nın
milis güçlerinde binbaşı idi. Kulp’taki büyük evimizi hastane için boşaltarak
Paşa’nın emrine verdi. Paşa, Şin yaylasında çadırını bir ceviz ağacının altına
kurdurmuştu. Temmuz ayında Ruslar saldırıya geçtiler; 8’inci Fırka çok kayıp
verdi. Darakuluk’ta yapılan bu savaşta Alay Kumandanı Recai Bey şehit oldu.
Mersinli Binbaşı Turgut Bey bacağından yaralandı. Hastane olarak kullanılan
evimize getirildi; tedavi sırasında o da öldü. 8’inci Fırka Kumandanı Rıfat
Bey’le Anduk dağına çıkıldı. Rus saldırısını durdurmak için tedbirler
düşünüldü.”
Kulp’lu Hacı Süleyman Uğur, şu tamamlayıcı bilgiyi veriyor: Rusların
ilerlemek istedikleri üç yol vardı: Bitlis yolu, Kulp yolu ve Çapakçur (Bingöl)
yolu. Bunların en önemlisi Kulp yolu idi. Buradan geçerlerse Diyarbakır’a
varırlardı. Kordik Rusların, Kozma dağı bizim güçlerin elinde idi. Şin
yaylasında Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları toplandılar. Rusları vadi içine
çekmek için geri çekilmeyi plânladılar. Ruslar Pomak’a gelmeden ateş
edilmemesine, böylece tamamen pusuya düşmelerinin sağlanmasına karar verdiler.
Yedi aşiret Rus güçlerine karşı cephe aldı. 14 yaşından yukarı herkes silâh
altına alındı. Aşiretin, daha doğrusu milis güçlerinin başında, Konuklu Şeyh
Muhammed Emin bulunuyordu. 8’inci Fırka ile Kulplular ve milis güçleri, Ruslara
karşı kahramanca çarpıştılar ve Rusları yendiler.”([35])
İşte aynı ulu komutan ve ulusu, Kafkaslarda gösterdiği özveriyi, ülkesini
savunma arzusunu aynı şekilde Filistin Cephesi’nde de göstermiştir. Filistin
Cephesinde gösterdiği geri çekilme harekâtını 58 günde tamamlamıştır. Bu, geri
çekilme esnasında Atatürk, sıtma hastalığı ve böbrek sancılarıyla da
boğuşuyordu. Buna rağmen ordularını ve halkını kurtarmaktan kaçmadı. Kaçmadı
diyoruz çünkü Liman Von Sanders dâhil Türk paşalarının birçoğu savaşı bırakıp
Türkiye’ye kaçmışlardır.([36])
Atatürk’ün Halep’in kuzeyinde kurduğu direniş hattında yaklaşık 2500 piyade,
150 atlı birlik ve 8 topu vardı. Filistin’de daha muharebe başlamadan önce Osmanlı
devletinin 40 bin kişilik bir ordusu, İngilizlerin ise; Osmanlı ordusunun en az
4 katı kadar birlikleri vardı. 26 Ekim 1918’de Atatürk ve ordusu, Şerif Faysal
komutasındaki Arap birlikleriyle beraber İngiliz Generali Allenby’nin ordularını
Halep’in Kuzeyinde bugünkü Ulusal Ant sınırlarında durdurdu.
Atatürk, Filistin Cephesine ikinci kez atanmadan önce o dönem veliaht olan 6.
Mehmet Vahdettin ile birlikte Almanya İmparatorunu ziyarete giden bir kurulda
görevli olmuştur. Çanakkale ve Kafkas Cephelerindeki üstün başarılarıyla
bilinen Atatürk, görüşlerini hiç çekinmeden belirtmiştir. Atatürk’ün manevi
kızı Prof. Dr. Afet İnan şöyle anlatmıştır:
“…Mareşal Hindenburg ve General Lüdendorf'la görüşmüştür. Oradaki genel durumu
da yakından görme fırsatını bulan General Mustafa Kemal, müttefik devletler
için geleceğin yenilgi olacağını açıkça söylemekten çekinmemiştir…”([37])
Atatürk dışında herkes Almanya’nın savaşı nasıl kazanacağını belirtirken
Atatürk, gerçekçi ve askerlik görevini yapan üstün bir kişilik ile doğruları
söylemiştir. Almanya gezisinden yaklaşık on ay sonra Almanlar, savaşı
kaybetmiştir. Şimdi, bu Almanya gezisine gidelim ve Atatürk’ün kaleme aldığı
bir anısını okuyalım:
“…Veliaht tarafından bazı ziyaretler yapılması gerekti. Örneğin, Hindenburg’u
sonra Ludendorff‟u ziyaret ettik. Ben ve Naci (Paşa), veliaht ile
beraberdik.
Hindenburg ’un ufacık bürosundaydık. Mareşal masasının başında sol ilerisindeki
koltukta Vahdeddin, onun yanında da Almanca bilen Naci Paşa oturuyordu. Ben
Hindenburg‘un sağındaki sandalyedeydim. Veliaht ve Hindenburg birbirleriyle
görüşüyorlardı. Kısa ve tören gibi olan böyle bir görüşmede çok önemli şeyler
konuşulmak gelenek olmamakla birlikte Hindenburg, Veliaht ve onun aracıyla
bütün Türk ulusuna avunucu sözler söylüyor, Veliaht da bu sözlere teşekkür
ediyordu.
Ben, Hinderburg’un sözlerini kibar ve misafirperver olduğu için ancak nezaket
olarak söylediğini sanıyordum. Yoksa sözlerin anlamı, karamsar nitelikteydi.
Konuşmaya katılmayı uygun görmedim. Ludendorff da Vahdeddin’i büyük nezaket ve
dikkatle kabul etti. O da, Mareşalin temas ettiği konular üzerinde avunucu
açıklamalar yaptı. Özellikle o günlerde, Kuzey-Batı cephesinde Müttefik
orduları üzerine başlattıkları parlak saldırıdan bahsetti. Bu saldırıyı
biliyorduk; fakat bu saldırıyla alınabilecek neticeyi Ludendorff’un ağzından
duymak için sabırsızlanıyordum. Gördüm ki; konuşmanın hedefi bu değildir. Alman
ordularının saldırmakta olduğunu söylemekle Alman ulusu ve müttefiklerinin
maneviyatını yükseltebilecek güvence vermekten ibarettir. Şüphemi gidermek için
Generale kısa bir soru sordum:
— En nihayet
saldırı güçleri hangi hatta kadar gidebilecektir?
Veliahttın
alt kademesinde bulunan bir subayın damdan düşer gibi sorduğu bu soruya karşı
Ludendorff
nezaket içinde sürdürdüğü demecini kesti; biraz düşündü yüzüme baktı ve dedi
ki:
— Biz,
saldırıyoruz; sonucunu olaylar gösterecektir. Cevap verdim:
— Yapılmakta
olan saldırı sonucunun ne olabileceğini anlamak için olayları beklemeye gerek
olmadığını sanıyorum. Çünkü yapılan saldırı en nihayet “parsiyel”([38]) bir saldırıydı.
Ludendorff,
tekrar yüzüme baktı; ne demek istediğimi çok iyi anladı. Cevap vermeyerek
sustu. Konuşma burada kaldı ziyarete son verildi…”([39])
Atatürk’ün, Almanya gezisi anılarında ilginç olaylar vardır. Örneğin Atatürk,
her ne olursa olsun ulusun geleceğini düşündüğü için, veliaht Vahdettin’e
önerilerde bulunmuştur. Geleceğin padişahını belli bir hedefe iterek,
Vahdeddin’i ulusun genel çıkarlarını düşünmeye zorlamıştır. Veliaht Vahdettin,
Almanya gezisi sırasında yer yer Atatürk’e sorular sorarak ne yapması
gerektiğini anlamaya çalışmış ve Atatürk’ten öğütler almıştır.([40]) Ne kadar ilginçtir ki;
Atatürk’ten aldığı öğütleri, İstanbul’a geri dönünce unutmuş; sanki Atatürk’ü
hiç dinlememiş gibi davranarak ulusu daha da güç durumlara sokmuştur. Biz, bu
gezideki Atatürk’ün kaleme aldığı bir anıyı sizlerle paylaştık. Geri kalan
bölümleri isteyen arkadaşlar, bizlere ulaşarak belgeleri alabilirler.
Bunun dışında da Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’ndaki son Cephesi olan Filistin
Cephesi ile ilgi doğru bilgileri öğrenmek için en başta Mustafa Yıldırım’ın
yazdığı; 58 Gün Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına adlı
kitabın alınıp kesinlikle okunması gerekir. Ayrıca, Atatürk Araştırma Merkezi
Başkanlığının yayınladığı 1. Dünya Savaşı Sonunda Halep Sokak Muharebeleri
ve Mustafa Kemal Paşa, Dr. Cemal Kemal’in Osmanlı'nın Filistin
Cephesi'ndeki Son Muharebesi ve Sinan Meydan’ın Karşı Devrimin Tarihçi
Tetikçileri ve 19 Mayıs Gerçeği adlı makaleleri de okunabilir.
Ulusal
Mücadele’de Atatürk
Mondros ateşkesi ve devamındaki Sevr anlaşmalarının imzalanabilmesi için
Osmanlı’nın emperyalist güçler tarafından işgal edilmesi gerekiyordu. Ancak
Türk ordusu, ilk önce Çanakkale’den İngiliz ve Fransız gemilerini geçirmemiş;
sonra emperyalistler, Çanakkale’den çıkarma yaparak Türkiye topraklarını
karadan işgal etmeyi hedeflemişlerdir. Yine Türk ordusu buna izin vermemiştir
ve Çanakkale, emperyalistler için mezar olmuştur. Doğu cephelerinde de Ruslar
ilerleyememiştir. Daha sonra Lenin, Troçki ve Stalin’in önderliğinde
Bolşevikler, Ekim 1917’de devrim yaparak Rusya yönetimine son vermişlerdir.
Bunun sonucunda Lenin, Rus Çarlığının diğer emperyalist devletler ile
imzaladığı Osmanlı topraklarının paylaşımını gösteren Sykes Picot anlaşmasını
kamuoyuna duyurmuştur. Sonra da bu anlaşmayı yırtarak 1. Dünya Savaşı’ndan Rus
halkını çekmiştir. Durum böyle olunca Kafkasya ve Anadolu’nun doğusunda da
Osmanlı’yı işgal edebilecek herhangi bir güç yoktu. Sina, Filistin, Irak, Hicaz
ve Yemen cephelerinde Osmanlı ordusu, bu cepheleri kaybetse de şu an ki;
sınırlarımızda yani Halep’in kuzeyinde kurulan bir direniş hattıyla buralar
savunulmuş; İngiliz ve Arap birlikleri durdurulmuştur. Emperyalistlerin
birincil amacı, Anadolu’yu işgal etmekti. Bu konuda başarılı olamadılar. Çünkü
her cephede karşılarına Mustafa Kemal ATATÜRK çıktı. Atatürk, biliyordu ki;
Mondros’un imzalanabilmesi için Anadolu topraklarının işgal edilmesi
gerekiyordu. Ancak böyle bir şey yoktu. Durum böyle olduğu için Atatürk,
Vahdettin’e bulduğu her fırsatta telgraflar çekerek mütarekeyi imzalamamak için
mümkün olduğu sürece oyalamalarını söylüyordu. Halep kuzeyindeki kurulan
direniş hattını Atatürk, bütün Toroslara yaymıştı; bu direniş hattından hiçbir
düşman askerinin geçemeyeceğini Atatürk, çok iyi biliyordu. Bu hattı geçmek
için denemelerde bulunuldu ama ulu halkımız buna izin vermedi. Halkımız
diyoruz. Çünkü elde avuçta asker kalmamıştı; bunun üzerine de Atatürk, halkı
örgütleyerek bir direniş hattı kurmuştu. İşte bu yüzden Atatürk, Mütarekeyi
geciktirmesini Vahdettin’e söylese de Vahdettin, İngiliz baskılarına
dayanamamış; vatanın işgalini onaylayan mütarekeyi imzalamıştır.([41])-([42])-([43]) Vatan toprakları işgal
altında değilken savaşın kaybedildiğini belgeleyen mütarekeyi imzalamanın ne
olduğu sorusunu siz, dinleyicilerimize bırakıyoruz. Bu soruya cevap verirken,
Vahdettin’in kafasına İngiliz silahının çevrilmediğini bir an olsun kafanızdan
çıkarmamanız gerekir. Öyle ya! O zaman daha Topraklar işgal altında değil!
Bu kısa girişimizden sonra Ulusal Mücadele Dönemine geçebiliriz:
·
Ulusal
Mücadele’nin Yönetimi ve Üç Ana Aşaması
Türk ulusunun iç ve dış düşmanlarına karşı başlattığı ve Atatürk’ün
önderliğinde ulusal egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir
Türkiye devleti kurmak amacıyla aşama aşama sürdürdüğü savaşları, zaferleri,
barışı ve Türkiye’nin kuruluşunu kapsayan tarihsel kesite, Ulusal Mücadele
Dönemi denir. Bu dönem, Atatürk’ün 1. Dünya Savaşı’nda katıldığı son cephe
olan Filistin Cephesi ile 29 Ekim 1923 arasında kalan olayların, hareketlerin,
ilişkilerin ve mücadelelerin tümünü içine alır. Ulusal savaş dönemi birbirini
izleyen ve bütünleştiren çeşitli siyasal ve askeri aşamalardan oluşur. Askeri
mücadele bakımından bu aşamalar:
·
Oyalama
·
Taktiksel
Savunma
·
Genel karşı
saldırı
Aşamalarıdır.([44])
Genel taktiksel plan da şöyleydi:
Savaşı yetersiz ulaştırma şebekesiyle sürdürmek zorunda olan ve iç hat
durumunda bulunan Türkiye, Sovyetler ile temas kurmak amacıyla elde bulunan
hazır güçlerle Doğuda saldırırken, öteki cephelerde yapılabileceklerle
yetinerek ayaklanmaları bastıracak; sonra ordu beklenen hazırlık ölçüsü
sağlanıncaya kadar taktiksel savunmada kalacaktı. Bu da, yer yer gerilla savaş
taktiklerinin de kullanılması anlamına geliyordu. Daha sonra da Batıda genel
karşı saldırıyla savaş sona erdirilecekti.([45])
·
Oyalama
Aşaması (15 Mayıs 1919 – 6 Ocak 1921)
Bu dönem, Türkiye’nin siyasal tarihinde Direnme Aşaması olarak da
tanınan bölümün geniş bir parçasını oluşturur. Oyalama aşaması, Yunan
birliklerinin İzmir’e ayak bastıkları 15 Mayıs 1919’da başlayarak Birinci İnönü
Meydan Muharebesi’nin başlangıç tarihi olan 6 Ocak 1921’e kadar sürer. Bu
eylem, daha çok ulusal güç ve örgütlere dayanan bir silahlı mücadeledir. Ordu
kurma çalışmalarının henüz yeterli düzeye gelmediği bir dönemde, eldeki
güçlerin bütün bir düşmanı bütünüyle Türkiye topraklarından atmasına yetecek
bir güçte olmadığı için, askeri alanda kesin başarılar kazanma olasılığından
yoksun bir durumdaydı. Bu da Türkiye’nin, iç ve dış politikasında gereği kadar
olumlu sonuçlar alınmasını önlüyordu. Elverişsiz durumdan yararlanan
Yunanlılar, yeni gelişmelere meydan vermemeyi amaçlayan bir politikanın ilk
aşamaları içinde Anadolu’ya yayılmak ve ileri harekâtı hızla sürdürmek
kararında görünüyorlardı. Türk ulusu, ilk kıvılcımı 58 günde gerçekleştirilen
geri çekilme harekâtı sonucunda Halep’in kuzeyinde kurulan sivil - ordu
karışımı bir direniş hattı kurarak yakmıştır. Mondros mütarekesi imzalanmasının
hemen sonrasında Türk ulusu, bir bütün olarak direnmeye başlamıştır. Bu dönem,
düşman işgallerine karşı ulusun varlığını korumak ve düşman işgallerini
durdurmak için giriştiği yerel eylemleri kapsar. Düzensiz güçlerle karşı
koymalar, yerel kurtuluş yolları arayan kuruluşların oluşması, aydınların ve
siyasal partilerin bir ulusal düşünce çerçevesinde birleşmeleri, bu aşamanın
önemli olaylarıdır. Direnme aşaması, Kasım 1918’den 22 Haziran 1919 Amasya
Genelgesine kadar sürer. Bu genelgeden sonra da aynı özellikteki mücadele ve
direnme hareketleri, bu kez Atatürk’ün açtığı yeni bir düşünce ve bilinçlenmeye
yöneliktir.
Oyalama aşamasında, geniş çapta gerilla savaşları uygulanmıştır. Gerilla
hareketleri; başlangıç döneminde bireysel çapta yapılmış ve girişimler yalnızca
Yunan ve Fransız ileri hareketlerinin durdurulması ve bazı kentlerin
kurtarılması biçiminde olmuştur. Daha sonra bu hareketler, bir planın
çerçevesinde ve merkeze bağlı olarak, askeri durumun gereklerine göre
yönetilmiştir.([46])
·
Taktiksel
Savunma Aşaması (6 Ocak 1921 – 13 Eylül 1921)
Bu aşama, İnönü Savaşlarıyla başlar, Sakarya Meydan Çarpışmasıyla son bulur. Bu
bölümde amaç, askeri ve siyasal alanlarda geniş çapta zaman kazanmaktır. Bu
aşamanın en önemli olaylarından biri Sakarya Meydan Çarpışmasıdır. Bu
çarpışmada, Yunan ordusunun Anadolu’yu ele geçirme istekleri yok edilerek,
saldırıya dönük hareket nitelikleri kırılmış; sonunda da Yunanlılar savunmaya
zorlanarak üstünlük ve hareket serbestliği Türk güçlerinin eline geçmiştir.
Böylece Kurtuluş Savaşı mücadelesinde ilk defa böylesi bir güneş, Sakarya’da
doğmuştu. Daha sonra bu güneş, adım adım Batı’ya ilerleyerek 9 Eylül’de İzmir
kıyılarında, Türkiye üstündeki karanlığı yok ederek Anadolu’yu bağımsızlık ve
özgürlüğün parlak ışıkları altına almıştır.
Sakarya Meydan Çarpışması ile Orta ve Doğu Anadolu’nun kapıları Yunan ordusuna
kapatılmıştır. Bu savaş, Türk Kurtuluş hareketinde siyasal ve askeri bir dönüm
noktasıdır. Ulusun geleceği burada sağlam bir zemin üstüne oturtulmuştur. Türk
askeri harekâtı, Atatürk’ün ellerinde yeni bir manevra ve vuruş aşamasına yine
burada geçmiştir. Kurtuluş taktiği, uluslararası düzeyde politikaya, geniş ve
gerçekçi yönetim olanaklarını da yine bu büyük meydan çarpışmasıyla vermiştir.
Bu aşama, dış politika ilişkilerinin Ulusal Ant sınırları üstünde
gerçekleştirdiği bir dönemdir. Sakarya zaferinin Türk Kurtuluş hareketindeki
yeri büyüktür. Her zaman büyük olarak kalacaktır. Bilindiği gibi, Sakarya
gerisine çekiliş, Eskişehir ve Kütahya çarpışmalarından sonra olmuştur.
Yunanlılar, Kütahya-Eskişehir Muharebelerini kazandıktan sonra, Yunanlıların bu
başarılarından bahseden İngiliz Başbakanı Lloyd George: "Milli Türk
Kuvvetlerini yenmiş bulunan Yunanistan'ın Sevr Antlaşması esaslarıyla
yetinemeyeceği"([47]) şeklinde ileri sürdüğü büyük
sözlerle Yunanistan'ı barışa değil, saldırıya teşvik etmiştir.
Yunanlıların
bu düşünce ve saldırıları karşısında Atatürk, 5 Ağustos 1921'de TBMM Hükümeti
tarafından kabul edilen 144 sayılı kanunla ve geniş yetkilerle üç ay süre ile
Türk ordusunun sorumluluğunu üstüne alarak Başkomutanlık görevine
getirilmiştir. Atatürk, bu yetkilere dayanarak 7-8 Ağustos 1921’de, Tekâlif-i
Milliye Emirlerini yayınlayarak orduyu personel, silah ve araç - gereç
bakımından güçlendirmeye çalışmıştır. Harekât yapılan bölgenin arazi yapısı; Kuzey
Anadolu kenar dağları; batıda İç Anadolu batı eşiği; güneyde Batı ve Orta
Toroslar, doğuda Kızılırmak’la çevrelenmiştir. Harekât bölgesinde Sakarya
Nehrinin kolları ile Ankara Çayı ve Ilıcaözü deresinin açmış olduğu vadi ve
çöküntüler, yapılacak harekâtın cinsini belirlemede önemli rol oynamıştır.
Sakarya Meydan Çarpışması Türk Ordusu için bir yokluk ve yoksulluk savaşı
olmuştur. Kütahya-Eskişehir Çarpışmalarından sonra, insan gücünün %70’ini,
silah gücünün de %10’unu - %20’sini kaybetmiş olan Batı Cephesi Komutanlığı
birliklerine, 18 Temmuz 1921 tarihinde Sakarya Nehrinin gerisine çekilme emri
verilmiştir.. Eskişehir doğusu Seyitgazi hattında Batı cephesinin güney kanat
açığından ilerleyen bir Yunan kolunun yan ve gerilerde etkili olması, aynı anda
merkezdeki birliklerle güneydeki birlikler arasındaki boşluğa doğru da bir
Yunan kolordusunun ilerlemesi, güçlü bir tehlike meydana getirmişti. Bunun
üstüne 18 Temmuz 1921’de Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhını ziyaret eden
Atatürk, ordunun Eskişehir kuzey ve güneyinde toplandıktan sonra Sakarya
gerisine alınması direktifini vermiştir. Fakat bu karara rağmen Batı Cephesi
komutanı İsmet İnönü Paşa, 19 ve 21 Temmuz 1921’deki karşı saldırılar ile Yunan
ordusunu püskürtmeye çalışmışsa da çok daha kötü sonuçları doğurarak Batı
cephesi birlikleriyle beraber 25 Temmuz 1921 akşamına kadar Sakarya doğusuna
çekilmiştir. Geri çekilişle, Batı ve Orta Anadolu’yu birleştiren taktiksel
omurga olarak nitelenen Eskişehir – Kütahya – Afyon yöreleri bir üçgen
halinde Yunanlılara bırakıldığından, Türk Kurtuluş Savaşı da en tehlikeli
döneme girmişti.
Yunan ordusu, saldırı planına göre Türk Batı cephesini Uzunbey – Haymana
doğrultusundan yarmak ve güney kanadından kuşatmak amacıyla 22 Ağustos 1922’de
yukarı Sakarya ile Ilıca deresi eğrisi içinde üç kolorduyla toplanmıştı. Buna
karşı, Türk güçleri de Batı cephesinde, Sakarya doğusunda kuzeyden güneye doğru
Mürettep Kolordu, 12. Grup, 3. Grup, 2. Ve 3. atlı birlikleriyle yerleşmiş
bulunuyordu. 5. Grup güney kanat açığında, 1. Grup da Haymana bölgesinde yedek
olarak tutuluyordu. Türkiye’de, dönemin çok önemli ve en büyük bir meydan
çarpışmasını verecek orduların güçleri şöyleydi:
Türk Güçleri: 5.401 subay, 96.326 er, 825 makineli tüfek, 54.572
tüfek, 1.309 kılıç, 196 top, 2 uçak, bir miktar binek ve yük otomobilidir.
Yunan Güçleri: Toplamları 9 tümen tutan birinci, ikinci ve üçüncü
kolordular, ordu komutanlığı emrinde dördüncü ve on birinci piyade tümenleri,
bağımsız piyade tümeni, atlı tugayı, dokuzuncu, on sekizinci, kırk yedinci ve
kırk dokuzuncu bağımsız piyade alayları, orduya bağlı birlikler. Anadolu’daki
Yunan güçlerinden Sakarya Meydan Çarpışmasına katılanlar: 3.780 subay, 120.000
er, 2.768 makineli tüfek, 57.000 tüfek, 1.350 kılıç, 386 top, 3 tonluk 600
kamyon, 1 tonluk 240 kamyon ve 18 uçaktır.([48])
Sakarya Meydan Çarpışması Türk ulusu için bir ölüm kalım savaşı olmuştur. Batı
cephesi, 22 Ağustos’ta Çayırhan’dan Başköprü’ye kadar Sakarya doğusunda ve bu
hattın uzantısı olarak Ilıca deresi, Timürözü deresi kuzeyinde Yıldıztepe’den
Mangal dağına kadar uzanan kesimi tutmuş; yedeklerini de sol kanat gerisine
kaydırmaya başlamıştı. Bu durumuyla Türk ordusu derinliğine yerleşmişti. Güçlü
yedekleriyle düşman kuşatmasını önleyebiliyordu. 23 Ağustos 1921’de Yunan
birlikleri saldırıya başladı. Bu saldırı, 7. Tümen ve bir alayla
Beylikköprü’den geçerek yapılmış; geri kalan birinci, ikinci, üçüncü kolordular
ve bir atlı tugayı yardımıyla da güçlü bir asıl saldırı grubu olarak Cihanbeyli
arasından Türk güçlerinin güney yanına yönelmişti. Atatürk, düşmanın bu
hareketini beklediğinden dolayı, savunmanın ağırlık noktasını güneyde
toplamıştı. Çarpışmalar, Türk birliklerinin açık yanını bulmak için
Yunanlıların doğuya kayması, Türklerin de bu kaymayı önleyici hareketleriyle
gelişti. Artık cephe ters yönde, kuzey – güney çizgisinde biçimlenmişti. 50
kilometrelik bir cephe üstünde yapılan bu açık kanat aramaları, Yunan güçlerini
dağıtmıştı. Yunan kuşatma kanadının incelen dirsek kesimine bir karşı saldırı,
Atatürk tarafından tam zamanında hazırlanmış, ancak Mangal dağını zamansız
bırakan bir tümen komutanı yüzünden bu saldırı yapılamamıştır.
Yunan saldırıları, 22 gün geceli gündüzlü süren bir çarpışma aşaması içinde
küçük girmeler ve ilerlemeler dışında hiçbir başarı kazanamamıştı. Düşman, Türk
güçlerini 23-30 Ağustos günleri arasında bütün zorlamalarına rağmen kuşatıp yok
edemeyince güçlerinin büyük bölümüyle Türk cephesini, merkezden Haymana
istikametinde yarmak istemiştir. 4 Eylül’de Başkomutan Papolos, saldırıyı
sürdürmenin tehlikeli olduğunu, sorunun Sakarya batısına çekilmekle
çözümleneceğini bildirmişti. Yunan güçleri, 6 Eylül’e kadar Türk cephesinin
merkezini yarmak için uğraşmış fakat etten bir Türk duvarına çarpmıştır. Başkomutan
Papolos, 8 Eylül’de de seri bir ateşkes sağlanmasını Yunanistan Savunma
Bakanlığı’na bildirmişti. Bundan sonra da Yunan güçleri, bulunduğu hatlarda
savunarak kalmaya karar vermiş ancak büyük kayıplar veren Yunan saldırısının
duraklaması, daha sonra da çekilme belirtileri göstermesi, 10 Eylül’de Türk
ordusunun, Yunan kuzey kanadına Duatepe’den Beylikköprü yönünde bir vuruşu
hızla uygulanmasını yoğunlaştırdı. Bu vuruş, Yunan çekilmesini Sakarya
gerisinde çabuklaştırdı ve Yunan birliklerinin Eskişehir – Afyon üstüne
atılmasına yardımcı oldu. Yunan güçleri için yapılacak tek şey kalmıştır!
Kaçmak, Onlar da öyle yapmıştır. Böylece Sakarya Meydan Çarpışması, 12/13 Eylül
gecesinde yapılan büyük Yunan çekilmesi sonucu Türk zaferiyle sonuçlandı.
Eskişehir çarpışmalarından sonra Sakarya gerisine çekiliş, olumlu ve cüretli
bir karardır. 100 kilometrelik bir derinlik üstünde yapılan bu çekilişle iki
taktiksel amaç güdülmüştü:
-
Cepheyi
olanaklar çerçevesinde yeterince daraltmak
-
Kaybedilen
hareket serbestliğini yeniden elde etmektir
Çekiliş, Sakarya’da Türk ordusunu uygun bir taktiksel duruma getirmiş; ikmal
hatları uzatılan Yunan güçlerinin derin harekât eksenleri üstünde tutularak
dengesi bozulmuştur. Bu denge değişikliği daha sonra özellikle çarpışma
alanında düşman taktiksel harekâtını engellemek ve onu taktik alanda çarpışmaya
zorlamak amacıyla daha da genişletilmiştir. Böylelikle Sakarya Zaferi'yle
üstünlük Türk ordusuna geçmiştir. Sakarya çarpışmaları, Türk ordusunun moralini
ne kadar yükseltmiş ise, Yunan ordusunun moralini de o derece kırmıştır.
Önce Sakarya
doğusu, sonra da Afyon-Eskişehir hattına kadar olan vatan parçası Yunanlılardan
temizlenmiştir. Sakarya Meydan Çarpışması sonucu askeri harekât, yön
değiştirmiştir. Sakarya çarpışması sonuna kadar taktiksel savunma yapılırken,
Sakarya'dan sonra taktiksel saldırıya dönmüştür. Çarpışma sonunda Yunan ordusu
taktiksel saldırı yapma gücünü yitirmiştir. Sakarya Zaferi, Büyük Saldırı (26
Ağustos 1922) ve Başkomutanlık Muharebesi (30 Ağustos 1922) için gerekli olan hazırlıkların
yapılmasına zaman kazandırmıştır. Sakarya Meydan Çarpışması sonunda Türk
ordusunun kaybı; 5713 ölü, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere
toplam 49.289'dur. Yunan ordusunun kaybı ise; 3758 ölü, 18.955 yaralı, 354
kayıp olmak üzere toplam 23.007'dir. Sakarya Meydan Çarpışmasında çok fazla
subay kaybı olduğu için bu Çarpışmaya “Subay Çarpışması” adı da verilmiştir.
Atatürk’te bu çarpışma için “Sakarya Melhame-i Kübra’sı” yani kan gölü, kan
deryası demiştir.
Görüldüğü gibi, yakın tarihin en güç kararlarından birisi, Sakarya
çekilmesidir. Bu karar, Atatürk’ün askeri dehasını bir kez daha göstermiştir.
100 kilometrelik bir derinlik içinde yapılan bu geri manevrayla büyük bir
toprak parçası düşmana çarpışmadan bırakılmıştır. Oysa o zamanki iç politika
koşulları buna uygun değildi. Meclis’te bile “Ordu nereye gidiyor? Millet
nereye götürülüyor? Bu hareketlerin elbet sorumlusu vardır! O nerededir?”([49]) gibi sesler çıkmaya
başlamıştı. Bu sesleri çıkaranların önde gelenleri: Mersinli Cemal Paşa, Çolak
Selahattin ve Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasını savunan Kara Vasıf gibi
muhalif askeri ileri gelenlerdi. İnönü savaşlarındaki başarılardan sonra bu tür
bir hareketle toplum umutsuzluğa girebilir, güvencesi sarsılabilir; en kötüsü
de manen çökebilirdi. Ama Atatürk, bir karar adamıydı. O, her şeyi inceden
inceye hesaplamıştı. Taktiksel ilkeler çerçevesinde içeriye çektiği Yunan
ordusunu Atatürk, Sakarya’da saldırının amaç noktasında yakalamak istiyordu. O
zaman düşman ordusu tüm saldırı olanaklarını yitirecek ve bir daha da harekete
geçemeyecekti. Düşmanın gittikçe uzayan ikmal hatlarına bağlanması, taktikte
bir zafiyet hastalığı meydana getirecekti. Atatürk’ün mecliste söylediği şu
sözler anlamlıdır:
“Efendiler, zavallı ulusumuzu esir etmek isteyen düşmanları, kesinlikle
yeneceğimize güvenim ve bağlılığım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu
dakikada bu tam inancı, Yüce Kurulunuza karşı, bütün ulusa karşı ve bütün
dünyaya karşı ilân ederim.”([50])
Atatürk, çekilme manevrasıyla 35 günlük bir zaman kazanmış; arttırabildiği tüm
güçleri, Sakarya’da bir meydan çarpışmasının uygun koşulları içinde toplamıştı.
Buna karşın, düşman da Sakarya’da saldırının amaç noktasına getirilmişti. Artık
bundan sonra kesin darbe Türkiye’nin hareket gücü altında vurulabilecekti.
Atatürk’ün manevra kavramı, saldırıya dönük harekât yapısında toplanmaktadır.
O, savunmayı geçici askeri yapı içinde değerlendirmiştir. Atatürk, savunmanın
etkin temellere dayanmasını ve saldırıya yönelik bir güdüm içinde tutulmasını
öngörmüştür. Sakarya’da Atatürk’ün uyguladığı yöntem, geniş cephe yöntemidir.
Güç çoğunluğu, düşmanın en olası saldırı eksenleri üstünde toplanmış; buralarda
direnerek güçlendirilmiştir. Bir savunma kapsamı içinde uygulanan bu yeni
yöntemle asıl çarpışma hatları, derinlikler içinde birbiri gerisinden
geçirtilerek bir tür savunma bölgeleri oluşturulmuş ve buralarda taktik
savunması yapılmıştır. Buna göre her birlik tutmakta olduğu hattan değil,
bulunduğu hatlar ya da bulunduğu noktalardan sorumlu tutulmuştur. Atatürk bu
taktiği, “hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır!” ([51]) komutuyla
somutlaştırmıştır. Düşmanın üstün güç ve silahlarla yaptığı saldırılarda
Sakarya mevziinde yer yer çekilmeler olmuştur. Çarpışmalar o kadar kanlı
oluyordu ki; bazı alaylar mevcutlarının büyük bölümünü ve subaylarını
kaybediyordu. İşte bu sıralarda Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi
birliklerine şu meşhur emrini yayınladı: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa
vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile
ıslanmadıkça terk olunamaz...”([52]) Gerçekten de geri çekilmek
zorunda kalan bir birlik, ilk tutunabildiği yerde duruyor, yeniden boğuşuyor ve
mevzii savunmak çabası içinde son nefesini veriyordu. Açılan her gediği
kapatmak için 70 kilometreyi bulan zorla gerçekleştirilen yürüyüşlerle birlik
kaydırmaları yapılıyor; her gelen birlik ertesi sabah çelikten bir kale halinde
düşman karşısına çıkıyor, vuruşuyor, şehit oluyor, fakat vatan savunuluyordu.
Her savaş, az ya da çok büyük bir alan içinde olur. Güçlerin bu alan içinde
hareket serbestliğine sahip olmaları zorunludur. Bu karşılıklı güçlerin
birbirlerini hırpalamaları için az ya da çok bir zaman gerekir. Burada,
yönlendirme ve yönetme açısından alan, güç ve zaman ögelerinin aralarındaki
ilişkiler gösterilmek istenmiştir. Kuşkusuz, bunların içinde en önemli rolü,
alan oynar.
Sakarya Meydan Çarpışması ile ilgili Atatürk’ün ağzından şu sözleri dinlemek,
savaşın genel kurgusunu anlatmaya yeterli olacaktır:
“... 12 Ağustos 1921 günü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle
birlikte Polatlı’ya cephe karargâhına gittim.
Düşman
ordusunun cephemize yüklenerek sol kanadımızdan kuşatacağı yargısına varmıştık.
Bu görüşe dayanarak tam bir cesaretle gerekli önlemleri aldırdım ve
hazırlıkları yaptırdım. Olaylar görüşümüzü doğruladı. Düşman ordusu, 23 Ağustos
1921'de ciddi olarak cephemize doğru ilerlemeye başladı ve saldırıya geçti.
Birçok kanlı, bunalımlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün
grupları, savunma sınırımızın birçok parçalarını kırdılar. Bu ilerleyen düşman
birliklerinin karşısına güçlerimizi yetiştirdik. Meydan çarpışması yüz
kilometrelik cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız, Ankara'nın elli kilometre
güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun yönü batıya iken güneye döndü. Arkası
Ankara'ya iken kuzeye çevrildi. Cephenin yönü değiştirilmiş oldu. Bunda hiçbir
sakınca görmedik. Savunma sınırlarımız bölüm bölüm kırılıyordu. Fakat kırılan
her bölümün yerine en yakın bir yerde hemen yeni bir savunma sınırı
kuruluyordu. Savunma sınırına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun
büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği teorisini çürütmek için
memleket savunmasını başka türlü anlatmayı ve bu anlatımımda direnerek şiddet göstermeyi
yararlı ve etkili buldum. Dedim ki: Savunma sınırı yoktur, savunma alanı
vardır. O alan, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla
ıslanmadıkça bırakılamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden
atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden
düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur
olduğunu gören birlikler ona bağlı olamaz. Bulunduğu yerde sonuna kadar
dayanmaya ve karşı koymaya zorunludur.”([53])
Birinci Dünya Savaşı’nda mevzi savaşları, alan sorununa yeni bir görüş açısı ve
görüş biçimi getirmişti. Hareket yapabilmek için serbest alan kavramı
yitirilmiştir. Bu nedenle de en geniş biçimiyle alan, taktikte büyük bir anlam
ve önem kazandı. Savunmanın güçlülük kazandığı bu dönemde sistem, birbiri
gerisinde oluşan sınırlar üstünde yoğunlaşıyordu. Alan çarpışması, kesin
biçimini daha almamıştı. Yine bu dönemde geniş cephelerde savunma tekniği de
bilinmiyordu. Atatürk, sınırlar sisteminden oluşan bu savunma düzenini yıkarak
yerine bugünün çağdaş savunma anlayışına uyan alan savunmasını getirmiştir. Bu
savunma taktiğiyle, büyük derinliklerle beslenen, adım adım çarpışma tekniği
başlamıştır. Bu teknik, aynı zamanda esnek savunmayı da taktik alanda gündeme
getiriyordu. Sistemin büyük derinliklere bağlanması, uygulamada savaş
yönetimiyle ilgili iki yarar sağlıyordu:
-
Hareket
serbestliğini kaldırdığı için saldıran güçler derinliklerde boğuluyordu ve
saldırının kırılması amacına hizmet ediyordu. Böylelikle düşmanın, yeni taktik
ağırlık noktası kurmasını güçleştiriyordu.
-
Ortaya çıkan
cephelerin genişletilmemesi, düşmanın yapmak istediği çökertmeyi sürekli
engelliyordu. Bu durum, çağdaş zırhlı birlik harekâtında genişlik ve gedik
taktikleri adı altında yeni bir yarma modelinin doğmasına neden olmuştur.
Sakarya’daki esnek savunma, savaş yönetimi açısından taktiğin yer değiştirmesi
biçiminden çıkmıştır. Sakarya savaşları, gerçek bir meydan çarpışması
niteliğini taşır. Bu çarpışmalar, baştan sona kadar 100 kilometrelik cephe
üstünde ve bazen 20 kilometreyi aşan bir derinlikte karşılıklı güçlerin hareket
yoğunlaştırmasıyla geçmiştir.
Yunan komutanları, Sakarya’da sağlamlaştırılmış bir mevkiiyle karşılaştıkları
sanısına kapılmışlardır. Bunu, yazdıkları anılarda da sık sık dile
getirmişlerdir. Örneğin; General Strakos, anılarında şunları öne sürebilmişti:
“Muharebenin bu kadar geniş ölçüde ve uzun sürebilmesi için acaba o mevkiler
nasıl sağlamlaştırılmıştı? Ve Türkler bu mevkilerin savunması için ne kadar güç
yerleştirmişlerdi? Yunan ordusunun öldürücü güçleri onları dağıtıp
yenilgilerinin itirafına neden yeterli olmamıştı?”([54])
Oysa Sakarya sırtlarına Türk birlikleri buralara çekilmeden önce tek kazma bile
vurulmamıştı. Bu bölgede, sağlamlaştırılmış hiçbir nokta yoktu.
Atatürk’ün bulduğu ve ilk kez Sakarya’da uygulandığı bu yüksek askeri
ilkeler, daha sonra bir çağdaş taktik kuralı olarak İkinci Dünya Savaşı’nda
Sovyetler Birliği’nce geniş ölçüde kullanılmıştır.
Ayrıca, Sakarya Meydan Çarpışmasıyla ilgili bazı anıları paylaşmak, bu
çarpışmanın nasıl yapıldığını daha iyi anlamamızda yardımcı olacaktır:
“Biz bu
kavgaya Başkomutanın şu parolası ile girdik: Hiçbir kıta, üst kumandanından
emir almadıkça geriye çekilmeyecektir. Kanatları çevrilse,
her
tarafından sarılsa dahi, emirsiz mevziini terk eden bir birliğin kumandanı, üst
komutanı tarafından derhal infaz edilecektir.”([55])
“Muharebenin
en sıkıntılı günlerinden biriydi. Birçok cephede top, tüfek, cephane
kalmamıştı. Başkumandanlığa devamlı olarak ‘yokluk’ haberleri geliyordu. Büyük
ölçüde yiyecek sıkıntısı çekmeye başladık. Birliklerimize haftalar boyunca bir
sıcak yemek verme olanağı bulamamıştık. Çoğu kıtalarda kavrulmuş buğday veya
mısır verebiliyorduk. Başkumandan kafasında bu yokluklara karşı çareyi bulmuş
olmanın rahatlığı ile bizleri topladı. Yüksekçe bir yerdeydi, elini yumruk
yaparak konuştu:
-
Arkadaşlar, Düşmanı önce tepelerde bir iki kurşun ile oyalayacaksınız. Onların
tepeye çıkıp gelmesini, yorulmasını bekleyeceksiniz. Tepe noktasının arkasına
yerleştirdiğimiz birliklere süngü taktırarak bu yorulmuş, dili çıkmış düşmana
saldıracak, yok edeceksiniz. Kıtalarımızın da önünde olacaksınız. İşte size
cephane yokluğunu telafi ettirecek yol. Bu vatan üzerinde yaşayan insan
oldukça, hiçbir yokluk için feda edilmeyecektir.”([56])
“Düşman,
savaş sırasında sınırlarımızda tehlikeli bir gedik açmış, genişletiyordu. Bu
gedik hemen kapatılmalı, düşman süngü akını ile geri atılmalıydı. Yedek
güçlerimizin kalmadığı cevabını verdiler. Yalnız Giresunlu Topal Osman Ağanın
çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu. Paşa: ”süngüleri yoksa bellerinde
bıçakları vardır. Düşman üzerine atılacaklar ve onları eski yerlerine
kovalayacaklardır” dedi. Bu kahraman çocuklar, eğri bıçakları ile Yunanlıları
eski yerlerine kadar sürmüşlerdir.”([57])
“Bir
defasında Fevzi Paşanın ne yaptığını sordu:
- Kuran
okuyor, efendim dediler
- Çağırın!
Geldiğinde
ise Fevzi Paşa şunları söyledi: ‘Efendim bir komutan yedekleri ile dövüşür. Bir
tek nefer yedeğim yok. Yedeğimiz senin saygınlığından ibaret. Onun korunması
için Kuran okumaktan başka ne yapabilirim?’”([58])
“Güçlü
Akıncı Gruplarımız düşman gerilerinde, bu saldırı gücünü durmadan ve başarılı
bir şekilde taciz etmekteydi. Buna karşılık Yunanlılar, Osmanlı Sarayı ve onun
Sadrazamı Damat Ferit’le el ele vererek cephemizi arkadan vurma
çabasındaydılar. Çerkez Ethem ve kardeşlerini Haymana’dan Konya-Ankara
istikametine sokarak cephe gerisinde kargaşalık çıkaracaklarını öğrenmiştik.
Yunanlılar, İnönü Çarpışması sonunda Çerkez Ethem’i bir koz olarak kullanmak
için kabul etmişlerdi. İşte şimdi bu düşüncelerini uygulama alanına koymak
istiyorlardı. Fakat aldığımız önlemler bir şey yapmalarına olanak vermedi.
Konya, Çumra ve Bozkır çevresinde İstanbul Hükümetinin kışkırtmasıyla Delibaş
adlı bir sergerde, Padişah ve Halife adına, vaktiyle Anzavur’un yaptığı
hainlikleri tekrarlamak yoluna girmişti. En sıkışık anda cephede Yunanlılarla
uğraşırken, cephe gerisinde de Padişahın, ulusun tutsaklığını hedef tutan hareketlerini
söndürmekle uğraşıyorduk. Halk uyanmıştı, ihanetin kokusunu soyuna has
sağduyusu ile anlıyor, onuru ve namusu için didinen Ulusal Hükümetin
saflarından ayrılmıyordu. Bu sıkıntı ve ölüm kalım günlerinde bile İstanbul’un
“Alemdar”, “Peyami Sabah” gibi gazeteleri Delibaş ayaklanması ile Yunan
ilerleyişini Ankara’nın düşüşü olarak alkışlıyorlardı. Ancak kadın, erkek,
çoluk, çocuk Türk Halkı bu son Türk devletini korumak için canını dişine takmış
ve Anadolu’da egemenliğin sonunu getirmeyi önleyecek bir savaşa başlamıştı.”([59])
Sakarya Meydan Çarpışması öncesinde ve sonrasında yaşanan olayları göz önünde
tutarak,
olayların
bir de siyasi boyutunu ele alalım; ilk önce Atatürk’ün büyük Nutuk’unda yer
verdiği bu konuyla
ilgili
yazısını okuyalım:
“Ordu’yu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusu ile
aramızda büyük
mesafe
bırakarak çekilmek gerekir ki; Orduyu derleyip, toplayıp güçlendirebilelim.
Bunun için Sakarya
doğusuna
kadar çekinilmeliydi. Düşman hiç durmadan ilerlerse hareket üssünden
uzaklaşacak ve yeniden
destek
örgütleri kurmak zorunda kalacak, her durumda beklemediği bir zorlukla
karşılaşacaktı.Buna
karşılık,
bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli koşullar içinde bulunacaktı. Bu
çekilişimizin en
büyük
sakıncası: Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok toprağımızı düşmana
bırakmaktan dolayı
kamuoyunda
oluşabilecek iç sarsıntılardır. Ama az zamanda elde edebileceğimiz başarılı
sonuçlarla bu
sakıncalar
kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Askerliğin gereğini duraksamadan uygulamalı,
başka türden
sakıncalara
hep birlikte karşı koymalıydık.”([60])
Ankara’ya dönen
Atatürk’ün ne bilgi vereceğini herkes merakla bekliyordu. Aslında meclis aynı
amaç ve aynı ülkü uğruna mücadele eden türdeş bir topluluk değildi. Mecliste
her ne kadar sadece iki küme var olduğu görünüyorsa da, aslında amaçları ve
ülküleri ayrı ayrı olan dört küme vardı.
Birinci
Küme, İstanbul’a Saltanat ve Hilafete bağlı Saltanat Kümesi idi. Bunlar
ülkenin işgallerden kurtarılması için Atatürk ile çalışmayı, kurtuluştan sonra
yeniden İstanbul’a, Halife Sultana bağlanmayı düşünüyorlardı.
İkinci Küme,
eski İttihatçılardan oluşan ve doğacak ilk fırsatta Atatürk’ü bulunduğu
makamdan indirip Enver Paşa ve kaçak İttihatçıları davet etmeyi düşünen Enver
Paşa Kümesi idi.
Üçüncü Küme,
yurt içi ve yurt dışındaki Bolşeviklerden oluşan Sosyalistler Kümesi
idi. Yunan ilerleyişine karşı Kafkasya’daki Kızıl Orduyu davet etmek ve
Anadolu’da bir Sosyalist Cumhuriyet kurmak istiyorlardı.
Son Küme de
bütünüyle Atatürk’e ve onun tam bağımsızlık ilkelerine bağlı Bağımsızlık
Kümesi idi. Ülkenin kurtuluşunun gelecek için yeterli olmayacağını, bir
daha aynı durumlara düşmemek için ülkede çağdaş yeniliklerin de yapılmasının
gerekli olduğuna inanıyorlardı.
General
Harington’un raporuna göre, Sakarya’da Yunan Ordusu’nun ölümcül yürüyüşünü
durdurmaya çalışan Atatürk ve küçük ordusu, iki ateş arasındaydı. Bu ikinci
ateş, Enver Paşanın Bolşevik güçleriydi. Birinci tehlike batıdan yürürken,
ikincisi doğuda bekliyordu. Bu arada İngilizler ve Sultan, İstanbul’da pusuya
yatmışlar, fırsat kolluyorlardı. Enver Paşa’nın hangi güçlerin başında
Ankara’yı kurtarmaya geleceği belli değildi. Bu güçler yalnız Ruslardan Kurulu
olmayıp Azeriler, Dağıstanlılar, Çerkezler gibi “kardeş birliklerden”
oluşabilirdi. Böylece Enver Paşa, “İkinci Harekât Ordusu” başında yine bir
kurtarıcı olarak ortaya çıkmış olacaktı. Cephe dönüşü Atatürk, Meclis
kürsüsünden yaptığı konuşmada “Cephede durumun düzeldiğini ve telaşa gerek
olmadığını” söylemiş ve konuşmasını “Dört hafta sonra düşmanı yeneceğiz”
sözleri ile tamamlamıştır. Tabii Meclis üyelerinin bu sözlere inandıklarını ve
var olan endişelerin giderildiğini söylemek olanaklı değildi. Kimisi üzgün
gözlerle Atatürk’ü dinlerken, kimisi kızgın kızgın söylendi, kimisi de
dudaklarında alaylı bir gülüşle onu izliyordu. Mecliste çalışmaya başlayan
karşıtlar: “Nasıl olsa arkasında emperyalistlerden oluşan Batı Dünyası’nın
kışkırttığı ve desteği olan Yunan Ordusunu yenmek olanaksız, Mustafa Kemal de
bu işi başaramaz. Hiç olmazsa bu nedenle ondan da kurtuluruz” düşüncesi ile
önce gizli gizli, sonra da açıkça Atatürk’ün Ordunun başına geçmesini
istediler. Atatürk, önce arkadaşlarına danışmak gerektiğini beyan ederek izin
istedi; görüşmelerden sonra da “Başkomutanlığı, ancak üç aylık bir süre için ve
Meclisin bütün yetkileri ile birlikte verirseniz onaylarım” cevabını verdi. Bu
öneri üzerine yapılan uzun ve tartışmalı görüşmelerden sonra 5 Ağustos 1921
günü, salonda bulunan bütün milletvekillerinin oyları ile Başkomutanlığa
atandı. Bunun sonucunda da yukarıda genel olarak anlattığımız gibi Sakarya’da
yapılan meydan çarpışmasını kazandık.
Bu yengi
(zafer), iç politikada bilinen İstanbul-Ankara anlaşmazlığını sona erdirdiği
gibi, pek bilinmeyen Mustafa Kemal – Enver Paşa ve Mustafa Kemal - Lenin
arasındaki ilişkileri de bir düzene koymuştur. Enver Paşa’nın başta Atatürk
olmak üzere Türk ulusunun bu yengisinden sonra Ankara’yı ele geçirme ve
Atatürk’ü alaşağı etme hayalleri artık sona ermiş ve Sovyetler de kendisini
başından savmıştır. Enver Paşa, bunun sonucunda Orta-Asya’ya giderek Türk
halklarını bir araya getirmek için mücadelesine başlamıştır. Fakat
Bolşeviklerle yaptığı bir çarpışmada Tacikistan’da ölmüştür. Enver Paşa, önce
Almanların sonra Bolşeviklerin ve İngilizlerin oyuncağı olmuştur. Olaylara
gerçekçi bakamayışının sonucunda canından olmuştur.
Lenin ve
Kızıl ordu liderleri ise; Anadolu’yu yardım bahanesi ile Bolşevik ihtilali
gerçekleştirme düşüncesinden vazgeçip Ankara ile dostluk kurmayı seçmişlerdir.
16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması bu amaçla, 13 Kasım Kars
Antlaşması ve bütün Kafkas devletlerinin katılımıyla yenilenmiştir. Fransa da
diğer müttefiklerinden ayrılarak 20 Ekim’de imzalanan Ankara Antlaşması ile
Hatay dışında işgal ettiği bütün toprakları bırakmıştır. Sakarya yengisi,
İngiltere'yi de Ankara'yı tanımaya zorlamış ve 23 Ekim 1921 günü Tutsakların
Serbest Bırakılması Antlaşmasını yapmıştır. İtilaf devletleriyle yapılan bu
siyasi antlaşmalar, Sevr Antlaşması’nın geçerliliğini yitirmesi sonucunu
doğurmuştur.
Savaşın
Dünya çapındaki en önemli etkisi; Emperyalist ülkeler, sömürge halkları ve
liderlerinin görüş ve düşüncelerinde oluşmuştur. Herkes şunu anlamıştır ki;
Emperyalizm artık durdurulabilir ve yenilebilirdir. Anadolu’da genç bir general
bunu herkese göstermiştir. Daha sonraki yıllarda bazı devlet kurucu liderlerin
açıkça söylediği gibi, artık “Kemal Paşa onların kahramanı” olmuştur. Yakından
izlediğimiz şekilde Sakarya yengisi yüksek rütbeliler katında bütünüyle
Atatürk’ün olağanüstü karar ve önlemleri ile kazanılmıştır. Üstün taktik ve
taktik bilgi hâkimiyeti ile yenilgiye uğratılmış bir orduyu eline almış,
yetiştirmiş ve zafere götürmüştür. Başarının diğer bir bölümü ise, kahraman
askerlerimize aittir. Sakarya Meydan Çarpışması, tarihte en uzun süren
meydan çarpışmasıdır. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki; Atatürk, 12 Ağustos
1921’de Polatlı’da teftiş yaparken atından düşmesiyle kaburgalarından
bazılarını kırmıştır. Doktorunun kesinlikle hareketsiz dinlenmesi gerektiğini
kendisine söylese de Atatürk, aldırış etmemiştir. Atatürk, Sakarya Meydan
Çarpışmasını kaburgaları kırık bir şekilde yönetmiştir.
Bu bilgiler
ışığında sırada, Kurtuluş Savaşı’mızda bize yardım eden Sovyetler Birliği’nin
ilk tutumlarını ve daha çok ülkemizdeki birtakım küme ve kişilerin bu noktadaki
hareketlerini anlatalım. Ancak, şunu belirtmeliyiz ki; Sovyetlerin kendi
politikaları, o dönemdeki Sovyet halkına karşı herhangi bir düşmanlığın
beslenilmemesi gerekir. Doğal olarak Sovyetler Birliği, kendi çıkarları
doğrultusunda hareket etmiştir. Anadolu’nun durumu netleşince Türkiye – Sovyet
dostluğu zor da olsa kurulmuştur. Diğer önemli bir durum ise; o dönemde doğu
bloğunun sağlama alınması gerekiyordu. Bu yüzden Atatürk, Sovyetler ile dostane
ilişkiler kurmaya çalışmıştır ve kurmuştur da. Cumhuriyet kurulduktan sonra
Türk ulusu ile Sovyet halkı birbirine kaynaştırılmıştır. Sovyetlerden işçiler
gelerek, ülkemizdeki işçilerin hızlıca eğitilmesinde yardımcı olmuşlardır.
İstanbul Taksim’de dostluğun simgesi haline gelen Atatürk’ün diktirdiği
Cumhuriyet Anıtında iki Sovyet generali bulunmaktadır. Saygı kazanmak için
öncelikle bir ulusun kendisine sahip çıkması ve geleceğini kendi eline alması
gerekir. Bu da kendisini ezdirmemek ve dünyaya kendisini kanıtlamakla olur.
Yalnız büyük bir gerçek vardır ki; Atatürk, hiçbir zaman başka ulusların
topraklarını ele geçirmek için sinsi politikalar yapmamıştır. Genel olarak Türk
ulusu, bağışlayan, iyi niyetli bir ulustur. Bu yüzden zorba bir ulus
olmamıştır. Dünya uluslarına örnek olmuştur. Atatürk de böyle bir insandır.
Kurtuluş Savaşı’nın o zor günlerinde bile Sovyetlerin yardımlarına karşılık
Atatürk ve Türk ulusu, Karadeniz’de yetişen hububat([61]) ürününün bir bölümünü
Sovyetlere hibe etmiştir. Hatta Atatürk, bu yardımı Sovyetlere yazdığı bir
mektupta “bir nebze yardım edebildiysek”([62])-([63])-([64]) diyerek belirtir.
Bu konuda
göze ilk çarpan, Meclis içindekiler ile Atatürk’ün Bolşeviklere nasıl
yaklaştığının ayırımıdır. Bolşeviklerin 1919 yıllarında mücadele alanı olarak,
denetimin bütünüyle işgalcilerin elinde olduğu İstanbul’u seçmeleri, daha
başından Bolşeviklerin Türk Ulusal Mücadele’sinin başarılacağına karşı
inançlarının olmadığının göstergesidir. Bolşevik önderlere göre esas mücadele
yeri, işçinin daha yoğun bulunduğu İstanbul ve çevresidir. Ulus mu, İşçiler mi?
Atatürk, bunların tam tersine, İstanbul’un işgal altında olduğunu, mücadelenin
hiçbir zaman buradan başlatılamayacağını söyler. Tek amacı bir an önce
Anadolu’ya geçmek ve mücadeleyi burada vermek, düşmanı burada yenmektir. Eğer
Atatürk, 9. Ordu Müfettişliğini alamasaydı ikinci bir tasarıyı hayata
geçirecekti. Atatürk şöyle demektedir:
“İstanbul’da
çeşitli adlar altında çeşitli programlar ve partiler yapılarak kurtuluş yolları
aranmaktadır. Bunların her birini inceledim. Hiçbiri bir teyit gücüne
dayanmıyordu. Bununla birlikte hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim.
Dayanılacak gücün doğrudan doğruya ulus olacağı inancı bende pek güçlüydü.”
([65]) ve “…Yapılacak şeyin ulusun
içine girmek ve orada çalışmak olduğuna karar verdim…”([66])
Bakalım
Atatürk bu düşüncenin peşindeyken, başkaları nelerin peşindeydi.
Sovyetlerden
Bolşevik Yardımı:
Türkiye’de
Bolşevik aydınların, diğer akımlara göre daha güçlü ve etkin olmasının nedeni
elbette 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi’dir. Bu devrimle Çarlık düzeni
devrilmiş, yerine kurulan sosyalist düzeni çarlık döneminde imzalanan Türkiye
aleyhine tüm anlaşmalardan vazgeçtiğini açıklamıştır. Ekim Devrimi, kurtuluşu
mandada görenlerin imdadına yetişmiştir. 1920’de açılan meclis üyelerinin büyük
çoğunluğunu İttihatçılar oluşturmaktadır. Sovyetler, İttihatçılarla temas
kurmakta gecikmezler. İttihatçılar Atatürk’e göre, Sovyet Rusya’ya çok daha
yakındı. 1920’lerde genç İttihatçılardan kimileri Moskova’ya gider. Sovyet
hükümeti bu gençleri kendi tasarıları doğrultusunda eğitir. Çünkü o yıllarda,
Sovyetlerle ilişkiler oldukça gerilmiştir. Sovyetler, sadece ulusal
mücadelecilerle değil, ulusal mücadelede yer almayan, hatta ulusal mücadelenin
karşında yer alan, eleştiren kesimlerle daha sıkı ilişki kurma politikası
izler. İttihatçılar, bunlardan bir tanesidir. Enver Paşa, Atatürk’e alternatif
olarak Ruslar tarafından desteklenir, mücadelenin başına geçebilmesi için
fırsat yaratılmaya çalışılır. Hatta Rusya Komünist Partisi Politbürosu, Enver
Paşa kümesine para yardımında bulunma kararı alır. Enver Paşa da Anadolu’da
mücadelenin başına geçeceği günlerin hayalini kurmaktadır. Rusya’nın
İttihatçıları desteklemesinin başka bir nedeni de, İttihatçıların
bağlantılarının daha güçlü olmasıdır. Hem yurtiçinde hem yurtdışında…
İttihatçılar, Atatürk’ün sahip olmadığı bağlara sahiptirler. Rusya, bu bağları
ve gücü kullanarak devrimi, Hindistan, Afganistan ve diğer Ortadoğu ülkelerine
yaymaya çalışacaktır.
Bolşevik
Olmayan Bolşevikler – İttihatçılar:
Atatürk,
İttihatçıların çalışmalarından oldukça rahatsızdır. İttihatçılar, Meclis’te hem
büyük bir kümeydi hem de Atatürk’e muhaliftiler. Atatürk’ün meclis içerisinde
temel mücadelesi İttihatçılara karşı oluyordu. Sovyetlerin, İttihatçılara bu
derece önem vermesi ve yardımda bulunması, Atatürk’ü rahatsız eden konuların en
başında geliyordu. Atatürk’ün, tıpkı Enver Paşalar gibi Rusya’ya teslim olup
daha fazla yardım alma olanağı vardı. Ancak bu yolu hiçbir zaman aklından
geçirmedi. Tek amacı ulusu, yine ulusun gücüyle tarihte hak ettiği yere
getirmekti. Ulus, ya bu hak ettiği yere gelecek, ya da yok olup gidecekti.
Bunun dışında başka bir yol yoktur. Atatürk’ün bu kararlılığı, zaferleri de
beraberinde getirmiştir. Özellikle, Sakarya yengisinden sonra, Sovyet Rusya’nın
Atatürk’e karşı tutumu değişecek, Sovyet liderleri, Atatürk’ü mücadelenin tek
ve asıl lideri olarak kabul etmek zorunda kalacaklardır.
Anadolu’da
Bolşevik Hayaletin Dolaştığı Yıllar:
Burada bir
konuyu belirtmenin yararı var. Özellikle şu soru hemen hemen herkesin aklına
gelebilir; Bolşevikler birdenbire, onca değişik çevreden insanı nasıl
etkileyebildiler? Gerçekten de 1920’li yıllarda Bolşevizm, çok değişik hatta
birbirleriyle tamamen zıt akımları bir araya getirmiş, birbirlerine düşman
insanları birleştirmiş, bir tek Atatürk’ü etkisi altına alamamıştır.
İttihatçılar, Bolşevik olmamalarına rağmen Atatürk’e karşı büyük Bolşevik
olmuşlardır. İttihatçı olmayan İngiliz hayranları, Alman hayranları bir anda
Rus hayranı olmuşlar ve Sovyet Rusya’ya büyük umut bağlamışlardı. Rauf Orbay,
bir anda Bolşevik oluyor:
“Amerika işe
karışmaz, Avrupalılar da bizi yok etme kararlığından dönmeyecek olurlarsa,
dayanak noktasının ister istemez doğuda arayacağız”([67]) der.
Elbette doğudan
kastı; Sovyet Rusya’dır. O yıllar, en zor geçen yıllardır aynı zamanda.
Sevr Antlaşması imzalanmış, Yunanlılar, Bursa’yı işgal etmişlerdir.
Bolşeviklere bir kurtarıcı gözüyle bakmaya başlanmıştır. Meclis tartışmaları da
çoğunlukla bunun üzerinedir. Kimi milletvekilleri “Bolşevik olalım da,
Bolşevikler gelsin bizi kurtarsın”, “Ne bekliyoruz, niçin komünizmle halka yeni
bir ruh aşılamıyoruz, hangi mal ve servet kaldı ki korkalım?”([68]) demektedir. Herkes kendisine
tutunacak bir yer aramaktadır. Dönemin ünlü ulusçusu Hamdullah Suphi
dahi şöyle demektedir:
“Mademki
Bolşevikler, sınırlarımıza yaklaşıyor ve bizim onları geri çevirmek olanağımız
da yoktur. Özellikle o güç, İngilizler, Rusya’yı istila ettikleri zaman yerinde
vuruşlarla onları topraklarından attılar. Güney Rusya’da tutundurmadılar.
Mademki bu güç hem kendi topraklarını koruyacak, hem başka topraklarda görüşünü
kabul ettirecek bir büyüklüktedir, örgütlüdür ve yavaş yavaş bize
yaklaşmaktadır, o halde Meclisin görevi, olumlu ve olumsuz görüşünü tez elden
belirtmektir. Eğer olumlu bir görüşe sahip isek, eğer öyle bir kanıdaysak
memleketimizi aydınlatalım, gelenden korkmasınlar. İman ediyorum ki;
memleketimizdeki istilacı hain güçleri kovmak için bizim en doğal yardımcımız,
gelen Bolşevik güçleridir.”([69])-([70])-([71])
İşte bu
çırpınışlar içerisinde bir tek Atatürk, Bolşevikler gelsin bizi kurtarsın
düşüncesine karşı çıkar. Atatürk, “Rus güçlerini çağıracak mısınız, böyle bir
şey düşündünüz mü?” sorusuna, “Neden dolayı böyle bir girişim yapalım? Böyle
bir girişime sebep var mıdır? Biz, böyle bir şey düşünmedik ve düşünmek
istemiyoruz”([72]) cevabını vermektedir. Onca
çabaya rağmen Bolşevik müdahalesini Atatürk’e onaylatamazlar.
Komünist
Enternasyonal ve Rusya’nın Türkiye Bolşevikleri:
Türkiye’de
Komünist adıyla ilk parti Atatürk tarafından kurdurtulmuştur. Atatürk, bu şekilde
ulusal mücadeleden vazgeçilmesine neden olacak Bolşevikliğin önüne geçmek
istemektedir. Yoksa Rusya’ya şirin gözükmek, yardım koparmak gibi bir niyeti
yoktur. Zaten bu partinin Komünist Enternasyonal toplantısı için Rusya’ya
gönderdiği delegeler toplantıya kabul edilmezler. Bu toplantılar, Sovyet
Rusya’nın en başta bölgedeki diğer ülkelere yayılabilmesi için yapılması
gerekenleri belirlemek, yine benzer şekilde Sovyet Rusya’nın çıkarlarının, bu
ülkelerde nasıl savunulacağını belirlemek için yapılır. Toplantılarda alınan
kararlar, yapılan konuşmalar, Sovyetlerin resmi görüşleridir. Sovyet Rusya’nın
Türk Devrimi, Atatürk hakkındaki resmi görüşü bu toplantılarda dile getirilir.
Türkiye-Sovyetler ilişkilerinin gergin olduğu 1921 yılında yapılan Komünist Enternasyonal
toplantısında, Atatürk, acımasızca eleştirilir:
“Anadolu
işçi ve köylüleri, bağımsızlıklarını silah yoluyla kazanmak için ayaklandılar.
Bu hareketin başına gene Kemal Paşa ve diğerleri gibi paşalar geçti. Kemal
Paşa’nın eğilimi eski Türk düzeninin rolü ve eğiliminden farklı değildi…
Anadolu işçi ve köylüleri topluca ayaklanacak, Kemal’i devirecek ve onun
cesedini çiğneyerek tüm doğu ile birlikte bağımsızlıkları için savaşacakların
saflarına geçeceklerdir.”([73])
Nedir bu
sözlerin anlamı? Birincisi, Anadolu işçisi ve köylüsü, Atatürk’ten bağımsız
ayaklanmış, Atatürk bu ayaklanmanın başına zorla geçmiştir! Ama işçiler ve
köylüler, zaferden sonra gerekeni yapacaklar ve Atatürk’ü ortadan
kaldıracaklar, enternasyonal cepheye katılacaklardır. Enternasyonal cephe dedikleri,
Sovyet Rusya’nın yayılmacı emellerini gerçekleştirmek için kurduğu yapıdan
başka bir şey değildir. İşte bu derece sığ ve gerçeklerden uzak
değerlendirmeler yapılır bu toplantılarda. Ulusal Mücadele’yi başlatan adam,
mücadeleyi baltalamakla suçlanır.
İslamcı
Bolşevizm:
Yeşil Ordu,
1920 yılında gizli bir dernek olarak kurulur. Dernek, İslam ve Bolşevik öğeleri
birleştirmek ve buna uygun bir düzen kurmayı amaçlar. Bunun yanı sıra Yeşil
Ordu hakkında bir efsane dolaşmaktadır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra, Çarlık
Orduları Kafkaslardan çekilmek zorunda kalmışlardır. Sarıkamış bozgunundan
sonra, Ordularını buralardan çekilmeleri, Pan-Turanist([74]) amaçlar peşinde
koşanların yakaladığı en büyük fırsattır. Müslümanlardan oluşan yeşil bayraklı
bir Ordu, fetihlere başlamıştır ve büyük başarılar kazanmaktadır. Hatta Yeşil
Ordu’nun Türkiye’ye geleceği ve emperyalistleri yurttan atacağı görüşü
ortalarda dolaşır. Elbette bu efsanenin arkasında Enver Paşa ve İttihatçılar
vardır. Bolşevikliklerini bu şekilde gösterirler. Ancak Yeşil Ordu’yu asıl
önemli kılan, Çerkez Ethem güçlerinin derneğe katılmasıdır. Çerkez Ethem’in,
Çapanoğlu ayaklanmasını bastırması o dönem için çok kritik önemde olan bir
başarıdır. Ancak Ethem’in bu yengisi, fırsatı kaçırmayan muhalefet tarafından
Atatürk’e karşı kullanılır. Muhalefete göre, düşmana karşı düzenli orduyla
savaşmak boşunadır. Nitekim Ordu’nun ayaklanmayı bastıramaması bunun en güzel
örneğidir. Atatürk’ün düzenli ordunun güçlendirilmesi yönündeki çabaları,
gereksizdir! Yapılması gereken Çerkez Ethem güçleri gibi güçler oluşturmak,
gerilla taktikleriyle savaşmaktır. Atatürk, bu taktiklerin zaten kullanılıyor
olduğunu söyler, ancak muhalefet durulmaz, hatta Atatürk’e karşı Çerkez Ethem’i
önerenler dahi çıkar. Çerkez Ethem de, Bolşevik söylemlerle Sovyet Rusya’nın
dikkatini çekmeye çalışır. Kimi zaman kendisini Komünist olarak tanımlar.
Ethem’in, Yeşil Ordu’ya katılmasının bir diğer anlamı da Atatürk
muhaliflerinin, Atatürk Ordusu’na karşı bir güce sahip olmasıdır. Atatürk’e
karşı kullanılacak bir askeri güçleri vardır artık. Fakat daha sonra Atatürk’ün
emriyle Yeşil Ordu çalışmalarına son verilmiştir.
Sonuç olarak; Atatürk
Gerçekçi, Türk Bolşevikler Şabloncuydu. Atatürk, Türk ulusunun doğasına uymayan
düşüncelerin ve düzenlerin tutmayacağının farkındadır. Bolşevizm de bunlardan
biridir. Halkçı bir düzen, devletçi bir düzen kurmak dışında da başka bir yol
yoktur. Ancak bu, Bolşeviklik değil; ulusun doğasına uygun, tarihine uygun, örf
ve adetlerine uygun bir sistemdir. Atatürk, bu gerçeklerin farkındadır;
gerçekleşemeyecek boş hayallerin arkasından koşmaz. Ulus da bunun
ayırımındadır; boş hayallerin arkasından değil; gerçeklerin arkasından gitmiştir.([75])
-
Ulusal
Bağımsızlık Mücadelesi Döneminde Önemli Bir Olay
Kurtuluş
Savaşı’nın son bölümlerini anlatmadan önce Birinci Dünya Savaşı’nın son
zamanlarında katılan ve kendi egemenliği altında bir Ermeni Devleti kurmaya
çalışmış Amerika Birleşik Devletlerine, değinmek gerekir. Çünkü ABD, Anadolu’ya
yerleşmek için dönem dönem girişimlerde bulunmuştur. Daha Kurtuluş Savaşı’nın
kazanılıp kazanılmayacağı kesinlik kazanmamışken Atatürk, hiçbir zaman taviz
vermediği tam bağımsız kişiliği ile 3 Ocak 1922’de, ABD’ne diplomatik ama
keskin bir muhtıra vererek ABD’nin Anadolu’ya yardım bahanesi ile
yerleşmesini önlemiştir. Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından sonra gerçekleşen kimi
olaylar içerisinden bazılarını ele almamız gerekir. Bunlardan en önemlileri
kongreler dönemine denk gelen mandacılık olaylarıdır. Ülkenin önemli bazı
aydınları Amerikan Mandacılığını savunarak İstanbul’da mitingler
düzenleniyorlardı. Bazı Paşalar da bu manda olayına destek veriyordu. Bu
hareketler, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tartışılmış; başta Atatürk olmak
üzere ulusal mücadeleciyi savunanlar, Amerikan mandasına karşı çıkarak konuyu
çözmüşlerdir. Fakat bu olaylar nasıl gerçekleşmişti? Atatürk’e kimler karşı
çıkmıştı? Kimler Amerikan mandasını savunuyordu? Birazdan genel olarak bu soruların
cevaplarını vereceğiz. Ayrıca bu konunun belgelerini, konu anlatımı sonunda
referans bölümüne koyacağız.
Öncelikle,
Amerikan mandasını isteyen önemli kişilerin adlarını verelim: Halide Edip
Adıvar, Kara Vasıf, İsmail Fazıl Cebesoy, İsmail Hami Danişment, Refet Bele,
İsmet İnönü, Hüseyin Rauf Orbay ve Bekir Sami Beyler bu isteğin başını
çekenlerdendir.
Atatürk,
Sivas Kongresi’nde yalnızca İstanbul Hükümeti ve İngilizlerin hazırladıkları
tehlikelerle mücadele etmemiştir. Erzurum Kongresi sonrası gittikçe artan Amerikan
Mandası taraftarlarına karşı koymak zorunda kalmıştır. En yakın arkadaşları
ve aydınların büyük bir bölümü bu düşünceye kapılmışlar; O'na, mandayı kabul
edelim diye baskı yapıyorlardı. Kongre için Sivas'a erken gelen İstanbul
delegeleri, diğer delegeleri de etkileyerek Amerikan mandasını isteyen bir
rapor hazırlamışlardır. Bu rapor, Sivas Kongresi gündemine alındı. 8 Eylül 1919
günü Kongre, mandayı tartışmaya başladı. Özellikle İstanbul'dan gelen Kara
Vasıf Bey, İsmail Fazıl Cebesoy Paşa, İsmail Hami Danişment ve Refet Bele,
Kongre salonunu etkileyecek uzun konuşmalar yaparak, Amerikan mandasını
savundular. Kara Vasıf’ın konuşması sırasında delegelerden biri:
"İstanbul'dan
mandayı mı bize armağan getirdiniz?" diye bağırdı. Refet Beyin konuşması,
delegeler üzerinde o kadar etkili olmuştu ki; oylamaya geçilmesi durumunda
manda kararı çıkacağından çekinen Atatürk, toplantıya on dakika ara vermiştir.
Atatürk,
mandayı savunanları karşısına almadan Sivas Kongresi'ni başarı ile yönetmiş ve
mandanın reddedilerek, ulusal bağımsızlık mücadelesi kararının çıkmasını
başarıyla sağlamıştır. Gösterdiği önderlik sabrıyla, kongrenin birlik
beraberlik içinde çalıştığını ve sonuçlandığını dost, düşman herkese
göstermiştir.
Atatürk,
Nutuk’ta Amerikan veya İngiliz mandası isteyenleri şöyle
eleştiriyor:
“Bu iki
türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti'nin bir bütün olarak kalmasını
düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin ayrı ayrı devletlerarasında paylaşılmasından
ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı
yeğleyenlerdir.
Temel ilke,
Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam
bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olunursa olsun,
bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda
kalmaktan öteye gidemez.
Yabancı bir
devletin güdümüne girmeyi istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu,
güçsüzlüğü ve uyuşukluğu açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu
aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir efendi
getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri
çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha
iyidir.
Öyleyse, ya
bağımsızlık, ya ölüm!
İşte gerçek
kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır. Bir an için, bu kararın
uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık.
Peki, efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?”([76])
Peki, efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?”([76])
Atatürk’ün
Samsun’a çıkışından beri bu düşünceye sahip olduğu, bütünüyle biliniyordu. Buna
rağmen gerçekleri inatla görmek istemeyen kişiler ise başka amaçlar peşinde
koşmaktaydılar.
Halide Edip
Adıvar:
Halide Edip
Hanım, Sivas Kongresi zamanlarında İstanbul’daydı. Wilson Prensipleri Örgütü,
Amerikan taraftarlarınca 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından
yaklaşık bir ay sonra, 4 Aralık 1918'de kurulmuştur. ABD Mandası taraftarlığını
savunmak ve yaymak için kurulan bu örgüt, Vakit gazetesi bürosunun üst
katındaki Matbuat Örgütüne ait yerde çalışmaya başlar. Fakat hazırlıkların daha
önceden başlamış olduğu şüphesizdir. Özellikle ertesi gün, hemen Wilson'a bir
yazı gönderilmiş olması, muhtemelen hazırlıkların daha önceden başlamış
olduğunu gösterir. Nitekim örgütün kurucularından Halide Edip de anılarında
örgütün, 1918 yılı Kasım’ında kurulduğunu açıklar. Wilson Prensipleri
Örgütü'nün kurucuları, İçişleri Bakanlığına kuruluş için verilen dilekçeye göre
şu kişilerden oluşuyordu:
Kurucular: Halide
Edip Adıvar Hanım, Dr. Celaleddin Muhtar Özden, Ali Kemal ve Hüseyin Avni
Beyler.
İlk Yönetim
Kurulu Üyeleri: Halide Edip Adıvar Hanım, Refik Halit Karay, Ali
Kemal, Hüseyin ve Kâtip Ragıp Nurettin Beyler.
Çalışma
Kurulu Üyeleri: Ati ve İkdam gazetelerinin başyazarı Celal Nuri
İleri, Akşam gazetesinin başyazarı Necmeddin Sadık Sadak, Zaman gazetesi
başyazarı Cevat, Sabah gazetesi başyazarı Ali Kemal, Yeni gazete başyazarı
Mahmut Sadık, Vatan gazetesinin başyazarı Ahmet Emin Yalman, Yenigün
gazetesinin başyazarı Yunus Nadi Abalıoğlu beyler.
İngiliz
gizli belgelerinde, örgütün Halide Edip ile Rıza Tevfik tarafından kurulduğu ve
Robert Koleji'nin müdürü Dr. Gates tarafından da desteklendiği belirtilir.
Örgütü oluşturanlardan Halide Edip, İstanbul'daki Amerikan Robert Koleji'nin
ilk kadın mezunu olup, Ahmet Emin Yalman ise; yüksek öğrenimini Amerika'da yapmıştır. ABD mandası çıkarına yazılar
yayınlayan Rauf Ahmet de iki yıl Amerika'da bulunmuş bir kişidir. Yıllar sonra
örgütün kurucuları, yazdıkları anılarında bu konuya pek değinmemiş ve geçiştirmeye
çalışmışlardır. Örneğin Halide Edip, Türkün Ateşle İmtihanı adlı
anılarında, örgüt ile ilgili olarak hiç bir ad vermeksizin örgütün İstanbul'da
tanınmış gazeteci ve avukatlardan kurulmuş olduğunu, gazete temsilcilerinin
Vakit Matbaasında toplanarak Wilson'a muhtıra gönderdiklerini, muhtıranın zaten
iktisadi yardım talebi ile uzmanlar getirilmesi suretiyle kalkınmayı sağlamak
niyetinden oluştuğunu açıklar.
4 Aralık
1918'de kurulan örgütün, kurulduktan sonra hemen ertesi günü, 5 Aralık 1918'de
yaptığı ilk iş, ABD Başkanı Wilson'a beş sayfalık İngilizce yazılmış bir
muhtıra sunmak olur. Her ne kadar muhtıra olarak söylense de, bu yazıda
adeta ABD'ne, gel sen bizi yönet şeklinde davet yapılır. Yazıda, türlü
vesilelerle Anadolu'daki soy ve budunlardan (kavim) bahsedilerek, Türkiye'deki
aydınların ve vatanseverlerin kuracağı bir yönetimin zamanla soysuzlaşarak bir
“istibdat([77]) haline geleceği”
belirtilir ve bu nedenle bir süre için yabancı bir yönetimin kılavuzluğuna
gerektiği açıklanır. Son sayfasında da, “bütün uluslara hak tanıyan
prensiplerinden ötürü Başkan Wilson'a derin şükran” sunulur. Soy ve budunlar
nedeniyle kurulacak bir yönetimin soysuzlaşması ve istibdat haline gelmesi ne
demektir? Osmanlı'da hangi soya karşı soysuzlaştırma yapılmıştır? Asıl istibdat
giderek Türk unsurunun üzerine çökmemiş midir? Halide Edip’in bu mektubundan
yaklaşık 12 yıl önce Atatürk, Vatan Ve Hürriyet Cemiyetinin (Yurt ve
Özgürlük Örgütü) Selanik Şubesinin kuruluş toplantısında arkadaşlarına şu
sözleri söylemiştir:
“Padişah,
eğlence ve saltanatına düşkün, her alçaklığı yapabilecek nefret edilen bir
kişidir. Ulus, baskıcı ve istibdat (zorba
yönetim) altında yok oluyor. Özgürlüğün olmadığı bir ülkede ölüm ve yok olma
vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür. Tarih bugün biz evlatlarına
bazı büyük görevler yüklüyor. Ben Suriye’de bir örgüt kurdum. Baskıcı yönetim
ile mücadeleye başladık. Buraya da bu örgütün temelini kurmaya geldim. Şimdilik
gizli çalışmak ve örgütü şekillendirmek zorunludur. Sizden fedakârlıklar
bekliyorum. Kahredici bir baskıcı yönetime karşı ancak devrim ile cevap vermek
ve eskimiş olan çürük yönetimi yıkmak, ulusu egemen kılmak, özetle vatanı
kurtarmak için sizi göreve çağırıyorum.
…
Arkadaşlar! Gerçi bizden önce birçok girişimler yapılmıştır. Fakat onlar başarılı
olamadılar. Çünkü işe örgütsüz başladılar. Bu kuracağımız örgüt ile bir gün
mutlaka ve elbette başarılı olacağız. Yurdu, ulusu kurtaracağız.”([78])-([79])
Buradan da
görüldüğü üzere istibdadın, saltanat tarafından ulusun üstüne çöktüğünü Atatürk
çok daha önceden söylemişti. İstibdat altında kalan ulus kimdir? Tabii ki de;
Türk ulusudur. Ayrıca Halide Edip, bu mektubunda, ulusal bağımsızlık
mücadelesinin başarılamayacağına ve uygar bir biçimde ülkenin
yönetilemeyeceğine inandığını görüyoruz. Aynı zamanda bu mektup, Türk ulusunu
alçak, uygar olmayan, kendi kendine yetemeyen bir ulusmuş gibi tanıtmıştır.
Hâlbuki Türk ulusunun geçmiş tarihi, bunların tam tersini dünyaya ispatlamıştır.
Çanakkale Savaşlarının, Halep’in kuzeyinde gerçekleşmiş ve Doğu Cephesinde
Ruslarla yapılan çarpışmaların kazanılmasıyla da bir daha ispatlanmıştır.
Halide Edip,
King-Crane Komisyonu ile temas halindeydi. Komisyon, Amerikan Cumhurbaşkanı tarafından
özellikle Arap illeriyle ilgili güdüm konusunu araştırmayla görevlendirilmişti.
Bu incelemeyi tamamladıktan sonra da komisyon, Türkiye’nin güdümü,
İstanbul’un yönetimi ve Ermeni güdümü konusu üzerlerine tezler üretmiştir.
Komisyonun ileri sürdüğüne göre, Sivas Kongresinin Amerikan Mandasını istemesi
bekleniyordu. Komisyonun Ağustos sonlarında İstanbul’da bulunması, başkentte
birçok aydının Amerikan Mandası konusunda Sivas Kongresine baskı yapmasına yol
açmıştır. Ayrıca, Milletler Cemiyeti veya Amerikan Mandasının on beş ilâ otuz
yıllık belirli bir ölçü ve sınırlı bir süre ile kabul edilmesinin uygun olduğu
hakkında bir tasarı da, Ahmet İzzet Paşa tarafından yazılmıştır. Kara Vasıf
Beyin mektubu, İsmet (İnönü) Beyin 27 Ağustos 1919 tarihinde Kazım
Karabekir Paşaya yazdığı ve ABD Mandasını savunan mektubuyla anlam olarak aynı
fakat daha ayrıntılı bir mektuptur.
Halide Edip
Hanım’ın Atatürk’e yolladığı 10 Ağustos 1919 tarihli mektubunda Sivas Kongresi
toplanana kadar Amerika'nın Türkiye'deki komisyonunu alıkoyabileceklerini hatta
Sivas'a Amerikalı bir gazeteci gönderebileceklerini yazıyor; savaş ile çözüm
bulunamayacağını ileri sürüyordu. Hâlbuki Atatürk, her zaman barış yanlısı
olmuş; savunma savaşı hariç bütün savaşları bir cinayet olarak nitelemiştir.
1920 yıllarında ise; İtilaf devletlerine yolladığı telgraflarda
emperyalistlerin, savaşmadan Türkiye topraklarını bırakmalarını istemiştir.
İtilaf devletleri, barış düşüncesini Anadolu’yu ele geçirmek için Türk tarafını
oyalamak amacıyla kullanmış; hiçbir zaman içten davranmamıştır. Böylelikle
savaş yolunu seçen; İtilaf devletleri olmuştur.
Ayrıca
Halide Edip Hanım, 21 Ekim 1927 tarihli The Times
gazetesinde bir mektup yayınlamış; Bu mektubunu Abraham Lincoln’un:
“Bir kimse
sonsuza dek, herkes ise bir süre kandırılabilir; fakat herkes sonsuza dek
kandırılamaz.” sözü ile bitirerek âdeta Atatürk’e bir uyarıda bulunurken, 10
Ağustos 1919’da Atatürk’e yazdığı ve Türkiye için Amerikan mandasını, en
zararsız olarak nitelediği mektubunun Nutuk’a belge olarak alındığını
düşünemiyordu.
Kara Vasıf –
Rauf Orbay – Bekir Sami – İsmail Hami ve diğer mandacılar:
Kara Vasıf,
Bekir Sami, Rauf Orbay ve İsmail Hami, Sivas Kongresine
katılanlardandır. Kongre, 4 Eylül 1919'da toplandı. Atatürk, Kongre’nin
açılışına 13.55 sularında gelmişti. Binaya girerlerken Rauf Bey'in sözlerine
Atatürk, şu kısa ve sert yanıtı verdi:
"Bekir
Sami Bey'in evinde verdiğiniz kararı bana tebliğ ediyorsunuz öyle mi?"([80])
Konu daha
sonra anlaşıldı. Bekir Sami Bey'in kaldığı evde Rauf Orbay, Kara Vasıf, İsmail
Hami Beyler ve bazı kimseler toplanarak Atatürk’ün kongrede başkan olmaması
için karar almışlar; Rauf Bey de bu kararı kendi düşüncesiymiş gibi Atatürk’e
açıklamıştı. Fakat bu toplantıdan haberi olan Atatürk, Rauf Bey'e o sert
yanıtını vermişti. İşin ilginç yanı Bekir Sami Bey'in evinde toplanan bu
kimseler manda yanlısıydılar. Atatürk, başkan seçilmezse manda için istedikleri
bir kararı kolayca aldırabilirlerdi. Bu bölümde Atatürk’ün şu sözlerine
değinerek konunun derinliğini vurgulamamız gerekir:
“Efendiler, bütün vatanın ve ulusun büyük bir
felâket içinde olduğunu göz önünde bulundurarak, bir çare ya da çıkış yolu
olduğuna inandığım bir düşünceyi, içinde bulunduğumuz zor durumlara ve
koşullara rağmen maddi - manevi bütün varlığımla rahata ermeye çalışırken benim
yakın arkadaşlarım daha dün İstanbul'dan gelmiş ve bitik durumun iç yüzüne
bayağı saygı duyduğum ihtiyar bir kişinin diliyle, bana kişilikten söz
ediyorlar.”([81])
Manda
konusu, büyük bir taraftar bularak, Sivas Kongresi'nin gündemine girmiştir.
Manda yandaşlığının bu kadar geniş taraftar bulması, Atatürk’ü üzmüştür. Rauf
Bey ve Refet Bey gibi, Amasya Genelgesi'ni imzalamış kimseler bile mandacılığı
destekliyorlardı. İstanbul'dan gelen Kara vasıf Bey, bu konuda oldukça
etkiliydi; Sivas'a bir Amerikalı gazeteci getirmişlerdi. Sonunda Amerikan
Kongresi'ne bir mektup yazılarak Manda istenmesini öneren Rauf Bey'in bulduğu
çözüm kabul edildi ve bir mektup yazıldı.
Atatürk’ün
Nutuk’ta da belirttiği gibi Rauf Bey, İtilaf devletlerinin topraklarımızın
nerelerini paylaşacağını anlatıyordu. Bu yüzden ona göre, en iyi yol ABD
mandası olmaktı. Yani ulusal kurtuluşun olanaksız olduğunu, bu mücadelenin
hayalcilikten başka bir şey olmadığını vurgulayarak; başka bir emperyalistin
boyunduruğu altına girmeyi kabul ediyordu. Bu gibi düşünceler ancak, ulusal
duygulardan yoksun insanların düşünebileceği şeylerdir.
Manda
meselesini gündeme getirenler, kendilerini ılımlı görenlerdi. İstanbul’da bu
işin önde geleni ise, Müşir Ahmet İzzet Paşa idi. Bu konuda bir rapor
hazırlamış ve Kurmay Binbaşı Saffet Arıkan Bey, eliyle Kâzım Karabekir’e
göndermişti. Bu yolla konu Sivas Kongresi gündemine getirilmek istenmiştir.
Yine Saffet Bey, bu raporla beraber İsmet İnönü’nün de bir mektubunu Kâzım
Karabekir’e getirmiştir.
Kâzım
Karabekir, Saffet Bey’e Manda konusunda ne düşünüyorsunuz diyerek;
İstanbul’un ve kendisinin düşüncesini öğrenmek istemiştir. Saffet Bey de
“Amerikan mandasından başka çare olmadığını, İstanbul’da aklı başında, namuslu
kişilerin bu düşüncede olduğunu, padişah, hükûmet ve bazı çıkar düşkünlerinin
İngiliz mandası istediğini, memleketin Mısır Hıdivliği seviyesine düşmesine
razı olduklarını” söylemiştir.
Ahmet İzzet
Paşa da, Kâzım
Karabekir’e gönderdiği raporunda Sivas Kongresi’nde, Amerikan Mandaterliğinin
istenmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Kâzım Karabekir Paşa da aldığı bu
haberleri, Atatürk’e aktarırken 21 Temmuz 1919 tarihinde İstanbul’dan alınan
bilgilere göre, Türkiye’nin Amerikan Mandaterliğini kabul ettiğini, Ermenistan
fikrinin olanaksızlığının Amerika tarafından kabul edildiğini bildirmiştir.
Ali Fuat
Paşa 15 Ağustos 1919 tarihli telgrafında; Ahmet İzzet Paşa ile görüştüğünü, bu
görüşmede Ahmet İzzet Paşanın:
“Amerikan
kurullarının düşüncesine göre, Anadolu’daki Kuvayı Milliye, Amerikan mandasını isterse,
Amerika Birleşik Devletleri tarafından onaylanabileceğini, kendisinin de
Amerikan mandasının istenmesinden yana olduğunu” söylemiştir.
Amerikan
mandasını isteyenler arasında sıkça bu konuyu gazetesine taşıyan biri de, Türk
basın delegesi Rauf Ahmet Bey’dir. O görüşlerini iki noktada
toplamıştır:
Birincisi;
İstanbul merkez olmak üzere, Edirne’yi de içine alan Anadolu’dan oluşan bir
devletin kurulması.
İkincisi;
“Kurulacak bu devletin herhangi bir felakete uğramasını engellemek için,
Amerikan korumasının sağlanmasıdır.” demiştir.
Vakit
Gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman; “Türkiye bağımsız olarak kendi başına yaşayamaz,
kesinlikle güçlü bir ülkenin kontrolü gerekir.” diyerek Amerika manda isteğine
destek vermiştir.
Bekir Sami
Bey de, 25
Temmuz 1919 tarihinde Amasya’dan Üçüncü Ordu Müfettişliği kanalı ile Atatürk’e
gönderdiği telgrafında:
“…Bağımsızlığın
gerekli ve istenildiğini, ancak tam bağımsızlığın zor olduğunu, birkaç
vilâyetle sınırlı kalacak bağımsızlıktan ise, mandater tam bir ülkenin daha iyi
olacağını bildirerek, bu ülkenin Amerika olduğunu, bütün ulusun bu görüşünü
Wilson’a, Senato’ya ve Amerikan Kongresi’ne bildirmesi gerektiğinden…”
bahsetmiştir. Atatürk, bu telgrafı okurken Mahzar Müfit Kansu ve Rauf Orbay
yanındadır. Mazhar Müfit, Mustafa Kemal’in tepkisini şöyle dile getirir:
“Mustafa
Kemal Paşanın sigarayı arka arkaya yaktığını, sinirlendiğini ve ne garip, Bekir
Sami Bey de Amerikan Mandasının kabulünde taraf olduğunu ve öğüt vermekten
başka çare bulamıyor…” Ve devamında da Atatürk’ün şöyle dediğini söyler:
“Oh ne ala,
savaşmak yerine Mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız, bu ne
vurdumduymazlık, ne körlük ve hatta ne budalalık. İstanbul’dakilerden biri de
çıkıp, Ya bağımsızlık Ya ölüm! Diyemiyor.”
Hüseyin Rauf
Orbay, Mondros Mütarekesini imzalayan baş delegelerdendir. Sivas Kongresi’nde
Amerikan mandasını desteklemiştir. Manda isteğinin kabul edilmemesinden sonra
bile Rauf Orbay, bütün olarak ulusal bağımsızlığa destek verdi diyemeyiz. Daha
önce de söylediğimiz gibi Rauf Bey, bu sefer de Sovyetlerden yardım alınmasıyla
ilgili sözler söylemiştir. Hiçbiri Atatürk’ün düşündüğü ve uygulamak istediği
bağımsızlık mücadelesiyle uyuşmuyordu. Cumhuriyet kurulduktan belli bir süre
sonra da Rauf Orbay, başka bir partinin kurulmasına yardım etmiştir. En sonunda
da Atatürk’ün öldürülmesi hedeflenen İzmir Suikast’ine karıştığı gerekçesiyle
hakkında tutuklama emri çıkmıştır. Ancak o sıralarda Türkiye’de olmadığı için
İstiklal Mahkemesinin huzurunda yargılanamamıştır. Yurt dışında olan Rauf
Orbay, uzun bir süre de Türkiye Cumhuriyeti’ne girememiştir.
Kara Vasıf da çok farlı bir tutum
sergilememiştir. Öyle ki; merkezi İstanbul’da olan ve Bolşeviklerle iletişime
geçen Karakol Örgütü’nde bulunmuştur.
Karakol
örgütü, eski İttihatçılardan oluşan bir örgüttür. Bu örgüt, Sovyetler ile
birtakım gizli anlaşmalar yapıyordu. Bu da Atatürk’ün canını sıkıyordu. Ulusal
mücadele zamanında, İngilizler dışında Sovyetler Birliği de İstanbul’a
temsilciler göndererek Ankara’yı dışlamaya çalışıyordu. Bu tutumlarının sebebi
daha önce de söylediğimiz gibi bir Bolşevik İhtilalini gerçekleştirmek
istediklerinden doğuyordu. Mustafa Suphi önderliğinde, Anadolu'da ve
İstanbul’da birbirinden habersiz Bolşevik fırkalarının kurulması
Atatürk’ün Karakol Örgütü’ne karşı harekete geçmesine neden oldu. 3 Mart 1920
günü Atatürk, 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir’e gizli şifre ile bir
telgraf çekti. Bu telgrafta; Baha Sait Bey’in, Bolşevikler ile yaptığı
anlaşmalardan ve Kara Vasıf’ın bu örgüt altında yürüttüğü programlardan
bahsediyordu. Şimdi ilginç olan konu şudur: Sivas Kongresi zamanlarında ABD
mandası isteğini, Kongre’de en ateşli bir biçimde savunanlardan biri de Vasıf
Bey idi. Emperyalistlerin vurguladığı mandacılık anlayışına karşı çıkılan
kararın resmileşmesinden sonra, Kara Vasıf’ın yeni gündemi Sovyetler ile
antlaşma yapmak... Bu antlaşmalar, Heyeti Temsiliye’nin([82])-([83]) öngördüğü biçimdeki
görüşmelerden, uzlaşmalardan çok uzak. Fakat Kara Vasıf bunu anlamamış ki;
Bakü’de bulunan Baha Sait Bey’le birlikte Sovyetler ile antlaşma yapmaya
çalışmıştır. Bu antlaşma peşinde koşanlar; Uşak Kongresi Kurulu ve Karakol
Örgütü’yle birlikte, Albay İlyaçef’dir. Bunları öğrenen Atatürk, Rauf Orbay’a
da belirttiği gibi, Kazım Karabekir’e de belirterek; bu eylemlerden
vazgeçilmezse Kara Vasıf ve yandaşlarıyla ilişkilerinin koparılacağını
belirtmektedir. Bunun dışında Atatürk, Kazım Karabekir’den Baha Sait Bey’e bir
mektup yollamasını isteyerek; ülkemizi temsil edecek hiçbir resmi yetkiye sahip
olmadığını belirtmesini istemiştir.
TBMM’nin
kurulmasından sonra ulusal mücadelenin çıkarlarına zıt hareketler sergileyen
örgütleri TBMM, hiçbir zaman tanımamıştır. Ayrıca TBMM, bu örgütleri büyük bir
titizlikle izlemiştir. Yeri ve zamanı geldiğinde de bu örgütler etkisiz hale
getirilmiştir.
İsmet İnönü de Amerikan Mandasını İstiyor:
İsmet İnönü de Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin
başlarında, Amerikan Mandası taraftarlarındandı. Bu nedenle, İsmet İnönü’yü bu
konunun dışında tutmak olanaksız ve anlamsızdır.
İsmet İnönü,
Kongreler zamanında İstanbul’daydı. O dönemlerde, Atatürk’ün Nutuk’ta da
belirttiği gibi, Yunanlılar saldırıya hazırlanıyorlardı; buna karşı ulusal
mücadelenin de usa (akla) uygun adımlar ile bütün güçleri seferber ederek Yunan
saldırılarına karşı koymak gerekiyordu. Atatürk, İsmet İnönü’yü gerekli
hazırlıkları yapması için İstanbul’a yollamıştır. Ancak İsmet İnönü, Sivas
Kongresi’nin başlamasından önce Kazım Karabekir’e yazdığı iki mektubunda da
Amerikan mandası taraftarı olduğunu ilkinde kapalı, ikinci mektubunda da açıkça
dile getirmiştir. Ve bunu, tek kurtuluş yolu olarak göstermektedir. Bu durumdan
da anlaşılıyor ki; İsmet İnönü de ulusal bağımsızlık mücadelesine bütünüyle
inanmıyordu.
Manda olayı
kapandıktan sonra İsmet İnönü, ulusal mücadeleye destek vermiştir. Cumhuriyet
kurulduktan sonra da zaman zaman Atatürk’le önemli konularda ters düşmüşlerdir.
Atatürk’ün ölümüne yaklaşık bir sene kalan dönemlerde sürtüşmeleri sıklaşmış ve
giderek aralarındaki bağların kopmasına neden olmuştur. İsmet İnönü, bakanların
da bulunduğu bir sofrada Atatürk’e yaptığı büyük bir saygısızlık sonucunda
Atatürk, İsmet İnönü’yü başbakanlık görevinden almıştır. İlk olarak 45 günlük
izinli ayrılan İsmet İnönü, daha sonra yaptığı başka bir saygısızlıkla
Atatürk’ün ölümüne kadar süresiz başbakanlık görevinden alınmıştır. Yalnız bir
noktayı açıklığa kavuşturalım ki; Atatürk, İsmet İnönü’yü görevinden alma
nedeni bütünüyle kişisel değildir. Özellikle ülke ile ilgili konularda aldığı
kararlar ve uyguladığı politikalar yüzünden görevinden almıştır. O dönemde
Başbakanı, Cumhurbaşkanı seçerdi; isterse görevinden de alabilirdi. Atatürk de
elinde olan yetkiyi kullanmıştır. İsmet İnönü, Atatürk öldükten sonra da
Cumhurbaşkanı olmuştur.
İsmet İnönü
dışında da manda olaylarına karışan kişiler, daha sonraları yer yer Atatürk’e
karşı durmuşlar, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra da birtakım olaylara
karışmışlardır. Bunlardan en önemlileri İzmir Suikastı ve Terakkiperver
Cumhuriyet Partisinin kapatılmasıdır. Bu konuları, başka bir çalışmamızda
işleyeceğimizden dolayı burada anlatmayacağız.
ABD mandası isteğinde ve o dönemin gündemini bulandıran kişilerden bahsettik.
Şimdi ise; Sivas Kongresi’ni biraz daha detaylı ve ABD’nin Anadolu’ya sızma
politikalarını anlattıktan sonra Atatürk’ün 3 Ocak 1922’de yazdığı muhtırayı
okuyacağız:
Mazhar Müfit
Kansu, 25 Ağustos 1919’da Atatürk’le konuşurken ona:
"Paşam,
Sivas'ta galiba manda konusu bizi çok üzecek ve yoracak" dediğinde
Atatürk:
“Ahmaklar,
memleketi Amerikan mandasına, İngiliz egemenliğine bırakmakla kurtulacak
sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı tarih boyunca
devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar”([84]) demiştir.
Atatürk,
Amerikan mandası istenmesini öneren bir sürü telgraf ve mektup alıyordu.
Atatürk’e göre, İstanbul’dakiler hayal ve vurdumduymazlık içindeydiler. Amerikan
mandası isteyenler, düşman işgali altında güçsüz ve sinirli; Türk ulusuna ve
ulusal akıma inanmayanlar ise; umutsuzluk ve bozgun bir durum içinde
gerçeklerden uzak yaşayan, ne yapacaklarını ve ne yapmakta olduklarını
bilmeyenlerdi. Oysa Atatürk, ulusal hareketin başarısına inanıyor; ulusal
egemenlik temeline ve ulusal çıkarların yararına olmayan hiçbir antlaşmanın,
sunulan garantilerin hiçbirinin kabul edilmeyeceğini, tanınmayacağını
belirtiyordu. Buna rağmen ABD mandacılığı ısrarları sonucunda Amerika hükümetine
yollanan mektupla([85]) bir kurulun
gönderilmesi istenmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sonu Paris Barış Konferansı’nda gündeme gelen manda
sistemi, Güney Afrikalı General Jean Chiristian Smuts tarafından Aralık 1918'de
sunuldu. Buna göre, yenilen merkezi devletlerden ayrılacak ülkelerin yönetimi
Milletler Cemiyeti'ne bırakılacaktı. Henüz bağımsız olma yeteneğine sahip
sayılmayan uluslar, Milletler Cemiyeti tarafından bu yeteneğe erişinceye kadar
eğitilecekti. Ancak kurum, bu işi kendisi yapmayacak ve büyük bir devleti
görevlendirecekti. Bu devlet, Milletler Cemiyeti'nin vekili olarak söz konusu
ulusu yönetecekti. Milletler Cemiyeti Sözleşmesinin yirmi ikinci Maddesi,
mandaya aitti. Bu manda sistemini savunan Türkiye’deki manda taraftarlarının
ruh halleri, sorgulanmaya değerdir. Kendi görüşleri, sanki ulusun görüşleriymiş
gibi, ulusal mücadeleye destek verenlere karşı savunarak; Türk ulusunun aciz,
kendisine yetemeyen ve uygarlıktan yoksun olduğunu vurguluyorlardı. Burada
anımsamak gerekir ki; Türk ulusu, dünyada ilk uygarlığı kuran ve bu
uygarlıklarını diğer uluslara öğreten bir ulustur. Dünya tarihinde, kurultaylar
kurarak seçim yapan ilk ulus; Türk ulusudur! Türk ulusu, Atatürk’ün de dediği
gibi, dünyayı aydınlatan bir güneştir. Bu yüzden ABD mandacılarının bu
düşünceleri, bilgisizliğin ve özgüvensizliğin sonucudur. Bu görüşlerle
yetinmeyerek bir de saygısızca, Atatürk’ün amacı olan ulusal bağımsızlık
mücadelesine, hayalci bir düşünce olduğunu vurguluyorlardı. Ama unutulmamalıdır
ki; gerçekçilik, tarihin bize gösterdiği en güzel kanıttır. Atatürk’ün gerçekçi
ve köklü kararları, Türk ulusunun kesin bir başarı kazanmasını sağlamıştır.
ABD mandasını savunanlara karşı Atatürk, şu sözleri söylemiştir:
“Biz
başarılı olacağız. Buna kuşkum yok. Acaba zafere kavuştuğumuz ve ülkeyi
kurtardığımız zaman, bunu savunan insanlar hiç olmazsa utanma hissini
duyabilecekler mi? Bütün bu Efendilerin, Paşalar Hazeratı’nın, Sadrazam’ın,
Padişah’ın isteği; kişisel rahatlıklarını ve güvenliklerini sağlamaktan ibarettir.
Ne ulusu, ne vatanı, ne bağımsızlığı düşünüyorlar. Rahat yemek ve içmekten,
huzur içinde ve mevkilerinde kalmaktan başka hiçbir istekleri yok. Kurulacak
hükûmet, Amerika’nın etkisinde olmayacaktır. Eğer bunu Amerika’dan isterseniz,
meşruiyetin kalıcılığı laftan ibaret olur.”([86])
Başka bir ilginç tutumsa; Kazım Karabekir’den geliyordu. Trabzon'dan gelen
bir telgrafla, Sivas Kongresi'nin genel kongre olmasına ve bir Temsil Heyeti
seçmesine karşı olduklarını bildirdiler. Erzurum'dan da buna benzer haberler
geliyordu. Hatta Kazım Karabekir Paşa da Trabzon delegelerinin görüşlerini
paylaşmaktadır. Her ne kadar Kazım Karabekir, Sivas Kongresi için destek verse
de buradan da anlaşıldığı üzere; o da tam olarak Atatürk’ün görüşlerini
benimsemediğidir. Çünkü Sivas Kongresi, eğer genel kongre olmasaydı, Anadolu
halkını tek bir çatı altında toplayabilecek bir etkiyi yaratamazdı. Diğer
yandan Elazığ Valisi Ali Galip'in İngilizlerin de yardımını sağlayıp Kongreyi
basacağı duyuldu. Bütün bunlar hiç kuşkusuz büyük sorunlardı. Bir yanda dış
baskı ve tehlike, diğer yanda Mandacıların yozlaştırıcı çalışmaları ve Trabzon
delegelerinin, Kongreyi çok ileri gitmekle suçlayan suçlamaları vardı. ABD’ne
yollanan mektup zamanlarında ABD, Monroe Doktrini'ne([87]) dönerek Avrupa
sorunlarından uzaklaştı. Versay'ı tanımadığı gibi Manda konusu ile de
ilgilenmedi. Ayrıca Sivas’ta, Kongre’nin yapılması istenilen lise binası, okul
müdüründen zorla alınmıştır. Sivas Kongresi’ne karşı karşıtlık oluşturanlar,
ulusal mücadele önderlerini İttihat ve Terakki Partisi olduklarını söyleyerek
kongreyi baltalamaya bile çalışmışlardır.
General Harbord’un raporları sonucunda ABD Kongresi, manda konusunu ret etti.
Atatürk, ABD’nin manda olayına girişemeyeceğini bildiği için ABD hükümetinden
bir kurul göndermelerini isteyen mektuba imzasını atmıştır. Bunu, Nutuk’ta da
belirttiği gibi bu mektuba önem vermemesinden anlıyoruz. Mektuba imza atmasının
diğer bir nedeni de; ne olursa olsun birlik ve beraberliğin bozulmaması içindi.
Yoksa ulusal bağımsızlık mücadelesi, daha en başında bitebilirdi. Atatürk,
dâhice uyguladığı planları ile bu birlik beraberlik, Kurtuluş Savaşı boyunca
bozulmadı. Ayrıca ABD, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ile doğrudan savaşmadığından
dolayı Anadolu’da, Anadolu’nun bütününü kapsayacak bir istekte zaten
bulunamazdı. Harbord kurulu, sivil ve asker olarak toplamda 46 kişiden
oluşmaktaydı. Kurul başkanlığını Tümgeneral James G. Harbord yapmakla birlikte,
ikinci başkan olarak Tuğgeneral Frank R. McCoy’un yanı sıra üst rütbeli
kumandanlardan Tuğgeneral George V. Horn Moseley, Tabip Albay Henry Beeuwkes
gibi kişiler yer almaktaydı. Bunların yanı sıra kurulda hukukçular,
mühendisler, kâtipler, fotoğrafçı ve bir de Fransız Hükümeti’nin sağladığı aşçı
bulunuyordu. Ermenice çevirmenleri Binbaşı Şekerjian ve Teğmen Kachodoruan’ın
yanı sıra Türkçe çevirmeni olarak Robert Koleji Tarih Bölümü hocalarından Hüseyin
Pektaş da kurulda yer almıştır.
Nutuk’ta Sivas Kongresi’ni belgeleriyle anlatan Atatürk’ü, azimli ve inançlı
görürken, diğer önemli kişileri kararsız ve çekingen tavırlar sergilerken
görüyoruz. Yrd. Doç. Dr. Fatih M. Dervişoğlu’nun belirttiği şu sözler
önemlidir: “Kongre tarihînde, yerel siyasî aktörlerin ikinci kuşak yakınlarıyla
temasımda 1970-1980’li yıllarda bile konuşmaktan kaçındıklarını gördüm.” Bu
tespitten çıkarılan önemli sonuç şudur: Ulusal mücadele yıllarında
bağımsızlığımızı başkalarının eline veren manda olma isteklerinin yanlış ve
onursuz bir yol olduğunu görselerdi; tabii ki de Sivas Kongresi zamanlarını
gönül rahatlığı ile anlatırlardı.
Sonuç olarak; Sivas Kongresi’nde Atatürk’ü
çok uğraştırmışlar ve üzmüşlerdir. Ve kongre bitimine kadar da, ABD
mandacılığını savunmuşlardır. Bunlara rağmen Atatürk, “Ya bağımsızlık ya ölüm!”
düşüncesinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Manda konusu kapandıktan sonra elde
kalan sadece Atatürk’ün söylediği bağımsızlık mücadelesi olunca da mandacılar
Atatürk’e destek vermişlerdir.
ABD, 1800’lü
yıllardan beri Anadolu’ya misyonerlerle yerleşmeye çalışıyordu. 1. Dünya
Savaşı’ndan sonra da bu çalışma hızlanmış örgütlerle ve birtakım
propagandalarla desteklenmiştir. Aslında ABD, mandacılıktan vazgeçse de
Anadolu’ya sızma isteklerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. ABD’nin Anadolu’ya
yerleşme isteklerini hatta Anadolu ile bağlantılı jeopolitik konumları
itibariyle bazı bölgeleri de içinde bulunduran saptamalarını, Amerikan Yüksek
Komiseri Tuğamiral Mark Bristol’ün ABD Dışişlerine gönderdiği bir yazıda
görüyoruz:
“Amerika,
Kafkasya’ya birlik gönderirse hem Türklerin, hem de Kürtlerin düşmanlığı ile
karşı karşıya kalacağını, dolayısıyla o zaman Türklerin İngilizlere yanaşacağını
İngilizler çok iyi bilmektedir. Bu nedenle Kafkasya’ya güç göndermeye
kesinlikle karşıyım. Şu akılda tutulmalıdır ki; biz bu ülkeler ile hiç
savaşmadık ve bugünkü durum Türkiye ile savaşta olan ülkeler tarafından
yaratılmıştır. Dolayısıyla o ülkeler, yani İngiltere, Fransa ve İtalya, barış
imzalanıncaya kadar bu ülkede ateşkes koşullarını uygulamalıdır. Güç
gönderirsek bu, Türkiye’ye savaş ilanı anlamına gelir ve dünyanın bu
bölgesindeki etkimizi yitiririz. Ayrıca, bu etki şimdiki barışın tek güvencesidir.”([88])
Görüldüğü
üzere, ABD’nin yaklaşımı diğer emperyalist devletlere göre daha ılımlı ve daha
sinsi bir yaklaşımdır. Fakat bunların farkında olan Atatürk, ABD’nin birtakım
isteklerine karşı 3 Ocak 1922’de Birleşik Amerika Devleti’ne şu muhtırayı
çekmiştir:
“Ankara, 3
Ocak 1922 İçişleri Bakanlığı'na 29.12.1921 Gün ve 10319/2423 Sayılı yazınız
yanıtıdır:
Anadolu'da
öksüzler yurdu ve örnek çiftlikler vb. hayır kurumları açma ve kurma konusunda
Amerika Yakındoğu görevlileri adına yapılan başvuruya karşı vereceğimiz yanıtın
konusu ve ilkeleri, ilişik muhtırada genişçe açıklanmıştır, efendim. Muhtıra
Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ülkenin bayındırlaşmasına, öksüzlerin
rahatlamasına, genel sağlık ve ekonomimizin düzeltilmesine yönelik girişim ve
çalışmaları teşekkürle kabul eder. Ancak, bu konuda gerek uzak, gerek pek yakın
geçmişte, bize oldukça ağıra patlayan deneyimlere dayanarak bir takım
kaygılarımızı açıklama gereği vardır. Şimdiye değin ülkemizde ekonomik
amaçlarla, politik ve bilimsel çalışmalar (yapan) kurumlar ve yabancılar
özellikle aşağıdaki amaçları izlemişlerdir:
1.Ülkemizdeki
çalışmalarından korkunç bir kazanç sağlamak. Bizim için en zararlı olanı
bunlardır.
2. Bir
bölgede elde edecekleri ekonomik yetkiye (imtiyaza) dayanarak o bölgenin sahibi
olmaya çalışmak. Bu gibilerin ülkemizde bir daha çalışmalarına kesinlikle izin
verilmemesi kararlaştırılmıştır. Böyle yapmakla yalnız kendimize değil, bütün
insanlığa olabildiğince büyük hizmet ettiğimize inanıyoruz. Dolayısıyla Genel
Savaşı (Birinci Dünya Savaşı’nı) çıkaranlar, bu gibi amaçları izleyen paralı
gruplar ve onlara alet olan politikacılardır.
3. Ekonomik
amaçla, bilim ve insanlık (yararı) görüntüsü ile yurdumuza gelip, ilerde istila
(işgal) hazırlamak için, etnik toplulukları gerek hükümete, gerek birbirlerine
karşı kışkırtmak. Bu gibiler hem genel savaşın hem ülkemizdeki korkunç
cinayetlerin düzenleyicileridir.
4.
Yurdumuzda, yalnız bilim ve insanlık amaçları ile çalışmakla birlikte,
ruhlarında bulunan Hıristiyanlık duygusu nedeniyle, hemen Hıristiyan
azınlıklarla ilişki kurmak ve ister kasıtlı, ister kasıtsız olarak, aralarında
azınlıklarında yaşamakta olduğu Müslüman topluluklardan ayrılma isteğini
propaganda etmek. Bu gibilerin gerek Müslümanlara, gerek iyiliğine
çalıştıklarını ileri sürdükleri Hıristiyan azınlıklara, aralarında yaşamakta
oldukları İslâm çoğunluğuna (karşı) baskı yapılmasını aşılamakla, ne denli
insanlık dışı bir biçimde çalıştıkları ve bu yüzden meydana gelen cinayetlerden
sorumlu oldukları ortadadır. Hükümetlerimiz bu gibilerin de özgürce
çalışmalarına izin verdiğinde Müslüman ve Müslüman olmayan bütün uyruklarına
karşı pek ağır bir sorumluluk yükü altına girmiş bulunacaktır. Buna izin
vermek, çocukları yaşayacakları çevreye düşman ya da hiç olmazsa yabancı olarak
yetiştirmek ve (çocukları) yaşayacakları çevre ile çatışmak zorunda
bırakmaktır. Bu ise, gerek o çocukların, gerek içerisinde yaşayacakları halkın
yıkımını hazırlamaktır. Bunu yasaklamak hükümetin görevidir. Bundan dolayıdır
ki, Amerikalılarca örnek çiftlik vb. kurumlar kurup, buralarda kendi
uyruğumuzdan olan binlerce çocuğun Türk hükümetine ve ulusuna karşı sevgisiz ve
uyumsuz duygularla yetişmelerine izin veremeyiz.”([89]) - ([90])
·
Büyük
Saldırı ve Başkomutan Çarpışması (26 Ağustos – 9 Eylül 1922)
Sakarya
Meydan Çarpışmasından sonra Afyon – Eskişehir sınırına çekilen Yunan ordusuna
genel karşı saldırı için, Türk orduları uzun bir hazırlık dönemine girdi.
Sakarya
Meydan Çarpışmasında uğradığı büyük yenilgiye rağmen hâlâ Türk toprakları
üzerindeki isteklerinden vazgeçmeyen Yunan ordusunu yurttan bütünüyle atmak
için kesin sonuçlu bir yok etme muharebesi yapılması gerekiyordu. Türk
ulusunun önünde tek bir yol vardı; ordu - ulus dayanışması içinde eksiksiz bir
şekilde saldırı yapmaktı. Bu dönemde tüm eksiklikler giderildi; birliklerin
eğitim durumları yükseltildi. Bundan önce kesin bir saldırının eldeki sınırlı
olanaklar çerçevesinde yapılması düşünülemezdi. Bir kurtuluş hareketini
içerecek olan genel saldırının yarım önlemlerle yapılması çok sakıncalıydı. Her
şey ve tüm olasılıklar ince ve gerçekçi bir çözümlemeden geçirilmeli; kesin
başarı, gerçek hesaplara da dayanmalıydı. Çünkü bu saldırıyla bir ulusun tüm
geleceği belirlenecekti.
Düşman,
geniş ve son derece önemli stratejik bir hareket alanına yerleşmişti. Bu alan,
her türlü savaş hareketlerine elverişli bulunuyordu. İzmir’e çıktıktan sonra
Yunan ordusu, asıl kümesiyle bu hareket alanına yönelmişti. Şimdi de asıl
savunma kümesi ile harekât alanını Türk birliklerine kapamıştı. Bu harekât
alanını elinde bulunduran bir ordu, tüm Batı Anadolu’yu elinde tutar ve Kocaeli
yarımadasına, İstanbul Boğazı’na, Marmara’ya, Doğu Trakya ve Çanakkale
Boğazı’na kadar her türlü savaş, siyaset ve ekonomi sorununda etkiler
yapabilirdi. Türk ordusu, bu harekât alanı içindeki düşman ordusunu bozar ve yok
ederse, ancak o zaman tüm yurt kurtarılabilirdi. Bu durum içerisinde Atatürk,
genel karşı saldırının kurgusunu Nutuk’ta şöyle anlatmıştır:
“Düşündüğümüz,
ordularımızın asıl güçlerini düşman cephesinin bir yanında ve mümkün olduğu
kadar yanı başında toplayıp, bir imha meydan çarpışması yapmaktı. Bunun için
uygun gördüğümüz durum, asıl güçlerimizi düşmanın Afyonkarahisar yöresinde
bulunan sağ yan kümesi güneyinde ve Akçay ile Dumlupınar çizgisine kadar olan
bölgede toplamaktı. Düşmanın en duyarlı ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve
kesin sonuç almak, düşmanı bu yanından vurmakla olurdu.
Batı Cephesi
Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gerekli
incelemeyi kendileri yapmışlardı. Harekât ve Saldırı kurgumuz çok önce
saptanmıştı.”([91])
Atatürk, cephe
ile Ankara arasında gidip geliyor, savaşın ve devletin yönetimi ile ilgili
konularda çalışıyordu. 28 Temmuz 1922 günü bir futbol maçını izlemek bahanesi
ile ordu ve kolordu komutanları da davet edilmek suretiyle Akşehir’de
toplanıldı. Başkomutanın gözetimi altında hazırlıklar ve kurgular yeniden
incelendi. 28/29 Temmuz günü yapılan bu çalışmalardan sonra 30 Temmuz 1922’de,
Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı ile son çalışmaları yapan Atatürk,
saldırının yapılış şeklini ve bazı ayrıntılarını birlikte saptadı. 1 Ağustos’ta
çağrı üzerine Akşehir’e gelen Ulusal Savunma Bakanı Kâzım (Özalp) Paşa da,
Bakanlığına ait görevler üzerinde çalışmalar yaptı. Atatürk, saldırıyla ilgili
son emri verdikten sonra Ankara’ya döndü. Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü)
Paşa, 6 Ağustos 1922’de gizli olarak son hazırlık emrini verdi. Nutuk’un bu
bölümünü gözden geçirmeye devam edelim:
“Saldırı
için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara’da saptanması gereken bazı durumlar
vardı. Henüz, Bakanlar Kurulu’na saldırı emrini verdiğimi tam olarak
bildirmemiştim. Artık onlara resmî bilgi vermek zamanı gelmişti. Yaptığımız bir
toplantıda iç ve dış durumu, askerî durumu görüşüp tartıştıktan sonra, saldırı
için Bakanlar Kurulu ile anlaştık.”([92])
Bu sözlerden
sonra, siyasî nitelikteki şu anlatımları görüyoruz:
“Diğer bir
sorun da önemliydi. Muhalifler, ordunun kokuştuğundan, kıpırdayacak halde
olmadığından, böyle bilgisizlik ve karanlıklar içinde beklemenin felâketle
sonuçlanacağından oluşan propagandalarına çok hız vermişlerdi. Gerçi Meclis’te
bu cereyanın yankıları, düşmanlardan çok gizlemek istediğim harekât bakımından
yararlıydı fakat bu olumsuz propaganda, en yakın ve en inançlı kişilerde bile
kötü etkiye başlamış, duraksamalar uyandırmıştı. Onları da yakında yapacağım
saldırı hakkında ve altı, yedi günde düşman asıl güçlerini yeneceğime olan
güvenim konusunda aydınlattıktan sonra, Ankara’dan ayrıldım. Genelkurmay
Başkanı benden önce 13 Ağustos 1922 günü cepheye gitmişti.”([93])
Bu sırada
Yunan ordusu da, Eskişehir – Afyon sınırını, Küçük Asya Ordusu güçleri olarak
her biri üçer tümenden oluşan üç kolorduyla üç bağımsız piyade tümeni ve
Yunanistan’ın her kademedeki çeşitli bağlı birlikleriyle tutmuştu. Mevzi, uzun
süre sağlamlaştırılmış ve her türlü engellerle güçlendirilmişti.
Türk ordusu,
bu hat karşısında, birinci ve ikinci ordular halinde, ordular grubu düzeyinde
yerleşmişti. Ordular grubu, 18 piyade tümeniyle beş atlı tümeninden oluşuyordu.
Yunanistan’ın Küçük Asya Ordusu da, 12 piyade tümeni, sekiz bağımsız piyade
alayı, bir atlı tümeninden kurulmuştu. Ancak Yunanlılar, top ve makineli tüfek
bakımından Türk birliklerinden çok üstündü.
Buna göre,
orduların durumu şöyleydi:
Türk Güçleri: 8.659
subay, 199.283 er, 100.352 tüfek ve kılıç, 2.025 hafif makineli tüfek, 839 ağır
makineli tüfek, 325 çeşitli top, 198 kamyon, 5.282 atlı birlik ve 10 uçaktan
oluşuyordu.
Yunan
Güçleri: 6.565 subay, 218.432 er, 90.000 tüfek, 1.280 kılıç, 3.139 hafif makineli
tüfek, 1.280 ağır makineli tüfek, 418 çeşitli top, 4.036 kamyon, 1.280 atlı
birlik ve 50 uçaktan oluşuyordu.
Atatürk, 13
Ağustos’tan birkaç gün sonra cepheye giderken, Çankaya’da çay şölen verdiği
söylentisini yaydırdı. 20 Ağustos 1922 günü saat 16.00’da Akşehir’de Batı
Cephesi Karargâhına vardı. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos sabahı
saldırıya başlanmasını emretti. Sonraki hareketlerle ilgili olarak Nutuk’ta:
“20/21
Ağustos 1922 gecesi, birinci ve ikinci Ordu Komutanlarını cephe karargâhına
çağırdım. Genelkurmay Başkanı ve cephe komutanının huzuru ile saldırının biçimi
hakkında harita üzerinde kısa bir savaş oyunu tarzında açıklama yaptık ve cephe
komutanına o gün vermiş olduğum emri yineledim. Komutanlar çalışmaya
başladılar. Saldırımız, taktik bir baskın olarak yapılacaktı. Bunun için
yığınak ve düzenlerin gizli kalmasına önem vermek gerekirdi. Bu nedenle bütün
harekât gece yapılacak, kıtalar gündüzleri köylerde ve ağaçlıklarda
dinleneceklerdi. Saldırı bölgesinde yolların onarımı ve benzeri çalışmalar
yüzünden düşmanın dikkatini çekmemek için, başka yerlerde de bu gibi düzmece
hareketlerde bulunulacaktı.”([94]) Demektedir.
26 Ağustos
1922 akşamına kadar, Türk güçleri tüm hazırlıklarını bitirmiş; ağırlık
noktasını yani, güçlerinin üçte ikisini Yunan güney kanadında toplamıştı. Buna
karşın alınan istihbarat sonuçlarına göre, düşman cephesinde herhangi bir
değişiklik olmamıştı. Düşmanın asıl kümesi, kuzeyde yine ikinci ordu bölgesinde
bulunuyordu. Tasarıya göre ikinci ordu, kırk bin kişilik bir güçle, yüz bin
kişilik bir karşı güce saldıracaktı. Atatürk, düşmana hiç beklemediği bir
yerden -Afyon'un güneybatısındaki sarp dağlık bölgeden- gücünün büyük bir
bölümüyle saldırmaya karar verdi. Ordularımız, gizlice bu dağlık bölgelerden
kaydırılmıştır. Gece yapılan bu kaydırmaları, Yunan’ın ruhu bile duymamıştır.
Bu dağlık bölgeden orduları geçirmek neredeyse olanaksızdır. “Olanaksızlık”
teriminin anlamsızlığını hemen her yerde gösteren Türk ulusu ve onun kahraman
ordusu, gücünü burada da göstermiş ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin var
olmasını sağlayan askeri yengiyi kazanmıştır.
Türk
ordusundaki genel zayıflık; saldırı taktiğini manevra ve baskın gibi iki
önemli etkene dayandırılması gerektiğiydi. Bu nedenle Atatürk, planlama
aşamasında da özellikle hareket serbestliği üstünde durmuştu. Bu duruş, savaş
yönetimini kuşatıcı biçimde ve serbest harekât taktiği içinde gerçekleştirme olanağını
vermiştir. Saldırının durması ve cephenin bir sınır haline dönüşmesi böylece
tüm koşullarıyla ortadan kaldırılmıştır.
Serbestlik,
saldırı arazisi birliklerle doldurulmadan özellikle ilerde yığılmaktan
kaçınmakla ve derinlemesine kademelenmeyle elde edilir.
Burada,
taktik hareketlilik için serbest alanın nerede bulunabileceği ilk temel olarak
değerlendirmede göz önünde tutulmuştur. Daha sonra, operatif isteklerin
uygulanabilmesi için uzak alanlar, bir harekât bakış açısı içinde
değerlendirilmiştir. Meydan çarpışması alanında yengi, ancak ilerden kavrayıcı
biçimde yapılacak harekâtla sağlanır. Bu serbest güçlerin harekâtı, esas
itibariyle operatif amaçlara dayanır. Bundan dolayı yönlendirme ve yönetim
alanı önemli bir yer tutar.
Büyük
saldırı, taktik yönünden gelecek için birçok sonuçlar vermiştir; başlı başına
bir araştırma konusu olacak değerlerdir. Saldırı girişimi, içyapısında bir
kıskaç harekâtının tüm özelliklerini taşır ve zayıf güçlerle, üstün güçlere
karşı yapılmış yok etmenin cüretli ama bilinçli kuramlarını çizer.
Batı
cephesinde, 26 Ağustos 1922’de başlayan saldırının alanını, Afyonkarahisar –
Altıntaş – Dumlupınar üçgeni oluşturmuştur. Saldırının ağırlık noktası,
Sandıklı – Sincanlı – Altıntaş ekseninde tutulmuştur. Bu eksen, çarpışma alanı
olarak seçilen bölgeye en yakın ve Yunan ordusunun operatif kanadına yönelik
bulunuyordu. Burada tüm tehlike, Yunan güçlerinin çay üstünde yapacağı bir
saldırıda toplanıyordu. Tehlikesi bulunmayan Sivrihisar – Eskişehir, Emirdağ –
Altıntaş ve Döğer – Altıntaş eksenlerinde yapılacak saldırıların bir meydan
çarpışmasıyla sonuçlanması beklenemezdi. Bu ortamda kesin sonuca götürecek bir
taktik, ağırlık noktasının yöneltilmesi dışında, güç tutumu ve bunların
birbirlerinin yerlerini almaları sorunlarının çözümüne dayanır. Buna göre:
Kalecik
sivrisi ile Tınaztepe arasındaki 13 kilometrelik yarma yerinde bir alayla
pekiştirilmiş bir Yunan tümenine karşılık yedi Türk tümeni bulunuyordu.
Demiryolu
ile Çığıltepe arasındaki 40 kilometrelik ağrılık noktası cephesinde, üç alayla
güçlendirilmiş iki Yunan tümenine karşılık, on bir piyade ve üç atlı tümeni
yerleştirilmişti.
150
kilometrelik Bozdağ – Akarçay arasındaki ikincil saldırı bölümündeyse, yedi
Yunan piyade tümenine karşı, beş piyade tümeni ve bir atlı tümeni ayrılmıştı.
450
kilometrelik Kocaeli ve Menderes grupları bölümleri de üç piyade alayıyla
güçlendirilmiş, üç piyade ve bir atlı tümeniyle tutulmuştu.
Atatürk’ün
Çığıltepe’deki hedefi; buradaki mevzi üstünlüğünü, güç yığmak suretiyle ileriye
götürmekti. Bu yöntem, daha sonraları yıldırım savaş doktrininde dar
cepheler üstünde yoğunluk noktası kurmak ve yoğunluk noktasının silindir gibi
yuvarlanma ve toparlanması terimleriyle tanımlanmıştır.
26 Ağustos
1922’de Türk ordusunun çıkış açısı daha saldırının başında, harekât alanını ve
düşman güney kanadını çevrelemiş bulunuyordu. Bu durum, düşmana karşı
yoğunlaştırılmış bir çemberleme harekâtının tüm olanaklarını veriyordu. Hedef,
Yunan güney kanadını parçalayarak kuşatıcı bir yengi elde etmekti. Saldırı tasarısı,
bu ana çizgiler içinde büyük ama usa uygun bir tutumla oluşmuştu. Afyon
güneyinde Zafer tepelerini izleyerek Ahırdağı’na kadar süren 30 kilometreye
yakın Yunan cephesinin ortasında, 10 kilometrelik alan (Kalecik – Belen –
Tınaztepe) güçlü bir yoğunluk noktasıyla yarışacak ve atlı kolordusu, Ahırdağı
geçitlerinden aşırılarak düşmanın gerisi kuşatılacaktı. Tasarıda, gelişmelere
göre, Yunanlılarla bir sıra meydan çarpışması olasılığı da göz önünde
tutulmakla birlikte asıl amaç, savaşı tek bir vuruşla bitirebilmekti. Gerçekten
de, Birinci Dünya Savaşı’nın klasik öğretilerine göre hazırlanan Yunan mevzi,
27 Ağustos günü öğleye doğru yarılarak, Yunan güçleri Afyon ve Sincanlı
ovalarının kuzeyindeki dağlara atılmıştır.
28 Ağustos
günü, beliren yeni duruma göre, düşmanın Kütahya ve İzmir yönlerinde çekilme
olasılığının önlenmesi gerekiyordu. Bu amaçla, ikinci ordu Altıntaş, birinci
ordu da Dumlupınar yönlerinde hızla ileri sürüldü. Zamanında yapılan ve iki
yönlü kuşatıcı bir nitelik taşıyan bu operatif önlemler sonunda beş Yunan
tümeni çember içine alınmıştı. Geri kalan iki Yunan tümeni de Dumlupınar
mevziine çekilerek oradaki tümenle birleşmişti.
29 Ağustos
günü, General Frangos’un emrindeki üç tümenle birleşmek isteyen Trikopis’in
çemberi yarmak için yaptığı saldırı, başarıya ulaşamamış ve 23. Türk Tümeni,
Dumlupınar çekilme yolunu kapamıştır.
30 Ağustos
günü, sarılan Yunan birliklerinin yok edilmesiyle geçmiştir. Atatürk, bu
çarpışmaları 11. Tümen Karargâhından yönetmişti. Başkomutanlık adı
verilen bu çarpışmada beş Yunan tümeni esir ve yok edilmiştir. General Trikopis
de esir edilenler arasında bulunuyordu. Bu çarpışmalarda Yunan kaybı, yaklaşık
100 bin kişiydi. Türk ordusunun kaybı ise; şehit ve yaralı olarak yaklaşık 12
bindir. Bundan sonra Türk orduları, Atatürk’ün “Ordular, ilk hedefiniz
Akdeniz’dir; ileri!”([95]) emrine uyarak büyük bir hızla
İzmir ve Bursa yönlerinde ileri atıldılar. 9 Eylül’de, İzmir kurtarıldı ve
Türkiye’nin varlığında yepyeni bir dönem açıldı.
Atatürk,
Birinci Dünya Savaşı’nın açtığı mevzi savaşı sürecini Afyon’da, kısa sürede
yıkmış; çağdaş stratejiyi asıl görkemli yerine oturtmuştur. Böylece, dünya
askeri tarihi de yeni bir döneme girmekteydi. Bu, yıldırım savaşı dönemidir.
Afyon’da
düşman bölgesi, o dönemde yapılabilecek en iyi ve en sağlam olanaklarla
desteklenmişti. Burada, Birinci Dünya Savaşı’nın deneylerinden de yararlanılmış
ve savunma okulunu güçlendirici her şey yapılmıştı. Ama ünlü askerlerin mevzi
düzeyindeki savaşa bir türlü getiremedikleri stratejik hareketliliği Atatürk,
yıldırım yönteminin ilk bulguları içinde “kısa sürede aşılamaz” denilen bu
mevzii, Afyon güneyinde birkaç saat içinde parçalayarak, taktikte hareket
harbi kavramına yeni boyutlar getirmiştir. O, böylece motorlu güce
dayanmadan da yıldırım savaşı yapabileceğini ve 400 kilometre derinlikteki
hedeflerin bir şimşek çakması biçiminde nasıl elde edilebileceğini, bir manevra
bütünlüğü içinde, askeri kuramcılara göstermiştir. Bu noktayı, Atatürk’ün
Prof. Dr. Afet İnan’ın, Türk’ün Tarifi adlı tezini okuduktan sonra kitabın
bir köşesine yazdığı Türk tanımı sözleriyle açıklayalım:
“Bu
memleket; dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği, ayrıcalıklı bir var oluşun
yüksek alınyazısına sahne oldu. Bu sahne, en az yedi bin senelik Türk
beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı, beşiğin içindeki çocuk
tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden,
yıldırımlarından, kasırgalarından önce korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı,
onların oğlu oldu. Bugün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş
oldu, Türk oldu. Türk budur! Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan
güneştir!”([96])
İşte Türk
ulusunun ulu ordusu, Yunanın tepesine şimşek gibi çakarak, topraklarımızı
düşmandan temizlemiştir. Başkomutanlık Çarpışmasının önemi, bir kilit
noktasında ve seri bir kararla girişilen keskin bir vuruş hareketinin, tüm
Yunan cephesinde son ve kesin sonucu sağlayan bir atılım oluşundadır. Bu üstün
başarı, sadece belirli bir bölgede toplanan güç ve malzemeyle kazanılmıştı;
yönlendirme ve yönetimdeki üstün güçle de elde edilmişti. Çünkü kayıtsız ve
şartsız sonuca ulaşmak için, elde var olan tüm birlikler ve araçlar çarpışmanın
yüksek isteklerine uydurularak kullanılmıştı. Unutulmamalıdır ki; bu çarpışmada
Yunanlılar, Türk ordusundan daha da üstündü. Gazi Mareşal Mustafa
Kemal Paşa’nın askerî ve siyasî dehası, kırılmaz azim ve istenci Kurtuluş
Savaşı’nın yönetim ve başarısında en önemli etmendir.
Genel Karşı
Saldırının hangi koşullarda nasıl geliştiğini ve nelerin yaşandığını bir de
Atatürk’ün ağzından dinlemeden önce gerek Nutuk’tan gerekse Atatürk’ten Söylev
ve Demeçlerden yapacağımız alıntılar oldukça kısa olacaktır. Okumadığımız
bölümleri sunacağımız belgelerden okuyabilir, öğrenebilirsiniz. Şimdi gelelim
Atatürk’ün Büyük Saldırı hakkında neler söylediğine:
“Efendiler,
26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar'ın güneyinde
50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğundaki sağlamlaştırılmış cephelerini
düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün güçlerini, 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar
yöresinde kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda, düşmanın ana
güçlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan
General Trikopis de esirler arasına girdi. Demek ki; tasarladığımız kesin
sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana güçleriyle
İzmir'e doğru yol alırken, diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir kuzeyinde
bulunan güçlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.”([97])
Atatürk,
yengi hakkında Nutuk’ta şöyle anlatıyordu:
“Her aşaması
ile düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve yengiyle sonuçlandırılmış olan bu
harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve komuta kurulunun, yüksek yetenek ve
kahramanlığını tarihte bir daha saptayan çok büyük bir eserdir. Bu eser, Türk
ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölmez anıtıdır. Bu eseri
oluşturan bir ulusun çocuğu, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan sonsuza kadar
mutluyum.”([98])
Atatürk’ün
Söylev ve Demeçler adlı yapıttan ise; Atatürk’ün yengi sonrası Meclis’te
yaptığı bir konuşmadan sadece 26 Ağustos 1922 günü gerçekleşen olayları anlatan
bir alıntı yapalım:
“26 Ağustos
günü geçen saldırı hareketlerini kolaylıkla kavramak için isterseniz, o
tarihteki düşman ordusunun durumunu birkaç sözcük ile anlatayım. Dört, beş
fırkadan oluşan Yunan gücü Afyonkarahisar’da bulunuyordu. Afyonkarahisar’ın
doğusunda ve güneyinde olmak üzere yaklaşık 90-100 kilometrelik bir yol
üzerinde sağlamlaştırma yapılmıştı. Fakat bu sağlamlaştırma, Efendiler, bayağı
değildi. Yunanlılar bir sene sürekli olarak askerleri ve halkı kullanarak
çalışmışlar ve fennin bütün araçlarını orada uygulamışlardı. Dediğim yol,
birçok güçlü dayanma noktalarını ve derinliğine sağlamlaştırmayı, savunma
yollarını içeriyordu. Yani bu mevzi tam anlamıyla, son zamanın bir kalesi
olarak adlandırılabilecek bir durumdaydı. Bundan başka düşmanın üç fırkadan
oluşan bir gücü de Eskişehir’de ve Seyitgazi’de bulunuyordu. Eskişehir ve
Seyitgazi’nin kuzeyi, doğusu ve güneyi de tıpkı Afyonkarahisar’da olduğu gibi
aynı araçlarla, aynı teçhizatla sağlamlaştırılmış ve donatılmış bir duruma
sokulmuş bulunuyordu. Bu iki kümenin arasında da demiryoluyla ve yürüyerek
hızla ve kolaylıkla her tarafa gidebilecek durumda olan ve Döğer’de bulunan
düşmanın üç fırkadan oluşan bir gücü vardı. Kısaca düşman seçkin ordusunun
kollarını iki kaleye dayamış, orta yerinde güçlü bir yedek kümeye sahip bir
takım hâlindeydi. Bu takımın uzak kollarına da bakmak istersek, Gemlik ve İznik
Gölü yakınlarında da düşmanın iki fırkaya yakın bir gücü vardı. Eğer güneye
bakacak olursak, Afyonkarahisar’dan sonra bütün Menderes boyunca denize kadar
düşmanın ikinci fırkasını da içermek üzere, birçok bağımsız alayları ve
atlıları vardı.
Biliyorsunuz
ki, Efendiler, Batı Cephesi denildiği zaman orada bizim iki ordumuz ve diğer
güçlerimiz de vardı. Onun için Birinci Ordu, Afyonkarahisar’ın doğusunda
Akarçay’dan batıya doğru Dumlupınar arasında bulunan düşman mevzileri
karşısında toplanacaktı. Burada elbette ki desteklenmiş olan ordumuz, düşmanı
yenerek, kuzeye atma görevini aldı.
İkinci
Ordumuz -bu Akarçay’dan kuzeye doğru Porsuk vardır, biliyorsunuz, işte onun
kuzeyinde Sakarya bölümü vardır- oraya kadar olan cephede düşmana saldıracaktı.
Düşmanın Eskişehir’de bulunan üç fırkası ve Afyonkarahisar’ın doğusunda bulunan
iki fırkası ki; toplam sekiz fırkayı kendi karşısında belirleyecekti. Kocaeli
bölgesinde bulunan güçlerimiz de, karşısında bulunan düşman güçlerine
saldıracak ve bu güçlerin güneye inmesini önleyecekti. Menderes yöresinde biri
atlı fırkası, olmak üzere güçlerimiz vardı. Bunlar da güneyden kuzeye doğru
önündeki düşmana saldıracak ve o güçlerin son savaş yerine gelmesine engel
olacak ve aynı zamanda düşmanın İzmir’le olan ulaşım yollarını kesecekti.
İşte bu
temel noktalar üzerine bütün önlemler ve düzenlemeler yapılmıştı ve hazırlık
tamamlanmış olduğu halde 26 Ağustos günü saldırı başlamıştır.
Bu
hareketleri yakından yönlendirmek ve yönetmek elbette ki istenildiğinden ve
gerekli görüldüğünden, Başkomutanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Batı Cephesi
Komutanlığı 26
Ağustos günü
güneş doğmadan önce, Birinci Ordunun gözleme noktası olan Kocatepe’de
hazırdılar. Kocatepe, bilenlerce bilinir ki ve harita üzerinde düşünenlerce
anlaşılabilir ki, düşmanın güney cephesine ve güney cephesindeki önemli
noktalara o kadar yakındır ki mevzileri incelemek ve hareketleri yönlendirmek
ve yönetmek için, hatta dürbün kullanımına bile gerek yoktur.
Birinci
Ordu, Akarçay’dan Dumlupınar’a kadar olan bütün düşman mevzilerine
saldıracaktı. Atlı kolordumuz, bu saldırı kümesinin sol kolunda bulunduğu
aralıktan içeri girecek ve düşman ordusunun arkasında icrayı faaliyet edecekti.
Ordularla
bütün cephe üzerinde saldırılacaktı. Fakat ilk anda şu önemli noktalar
düşünüldü. Afyonkarahisar’ın batısında Kaleciksivrisi vardır ve onun kuzeyinde
1310 rakımlı Erkmentepesi vardır. Bu mevziler son derece önemlidir ve ondan
başka bütün mevzilerin kilidi derecesinde olan ikinci bir önemli yer daha vardı
ki; ona Tınaztepe adı veriliyor; bu, Kaleciksivrisi’nin on iki kilometre kadar
batısındadır ve bu zincirlemenin en önemli bir noktasıdır. Burasını yok etmek
istiyorduk. Bir de iki kümenin arasında bir tepe vardır ki; Belentepe
deniliyor. Afyonkarahisar’ın güneyindeki asıl mevziisi başlıca bu noktalara
dayanıyordu. Bundan dolayı, bütün topçularımız ve ağır topçularımız bu üç
noktayı ateş altına alabilecek mevzilere konmuştur.
Arkadaşlar!
Topçularımız, bu mevzilere gece geldiler ve karanlık içinde mevzi aldılar ve
güneş doğmadan önce bütün dünyanın gözleri açıldığı zaman, ateşe başladılar
(maşallah sesleri). Tam bir övgüyle ve saygıyla bunu söylemek isterim ki,
topçularımızın o gün göstermiş olduğu yetenek ve bilgi, bütün dünya topçuları
için örnek olacak yapıdaydı (Sürekli alkışlar). Askerî hayatımda bu kadar
kusursuz bir topçu ve bu kadar kusursuz yönetilmiş bir topçu ateşi çok az
gördüm. Topçularımız saat 4.30’da atışa başladılar; bilirsiniz ki, topçulukta
öncelikle ateş düzenlemek için atış yapılır. Yarım saat içinde bütün bu cephe
üzerinde ateş düzenlenmiş ve saat beşte yani yarım saat sonra, bu saydığım
noktalar üzerine şiddetle etki atışına başlamıştır. Bu mevziler, çok ve çok
sağlamdı. Bu mevzilerin korunma değerini en son inceleyen bir İngiliz subayının
verdiği raporda, eğer Türkler, bu mevzileri dört, beş ayda işgal ederlerse, bir
günde yok ettiklerini iddia edebilirler. Fakat Türklere, bu mevzileri yok etmek
için üç dört ay değil, bir gün de değil, yalnız bir saat yeterli gelmişti
(şiddetli alkışlar)! Saat altıda Tınaztepe’ye hücum durumunda, saldıracak kadar
yaklaşmış bulunan piyadelerimiz önlerindeki tel örgüleri kesmeye ve bir tarafa
itmeye gerek görmeyerek; ayaklarını kaldırdılar ve tel örgüsünden bacaklarını
aşırarak atladılar ve orada bulunan Yunan askerlerini süngüleriyle tamamen
tepeledikten sonra Tınaztepe’yi işgal ettiler (Sürekli alkışlar, yaşasın
Türkler, sesleri). Ve ben bu görüntüyü seyrederken, bir soruya bir cevap
vermeyi hatırladım. “Bu tel örgüsünü nasıl geçebilirsiniz?” diyorlardı.
Oradakilerine dedim ki: “İşte böyle ayaklarını kaldırır ve geçerler.” Bundan
sonra Efendiler, saat dokuzda Belentepe düştü. Ve onun ardından Kaleciksivrisi
düştü. Fakat bunun daha kuzeyinde 1310 rakımlı Erkmentepesi hâlâ dayanıyordu.
Bunun nedenini açıklayayım:
Biz, ağır
topçularımızı mevzilere getirebilmek için yollar yapmaya yükümlüydük. Bu
bölgeyi bilenlerce bilinir ki; burası tekerlekli araçların hareketine uygun olmayan
bir yerdir; yol yoktur. Bundan dolayı, ondan daha ilerisine yol yapabilmek için
kesinlikle düşmanla çarpışmak gerekiyordu. Son 1310 rakımlı tepe, topçu
ateşimizin etkisinden uzaktı. Orada saldırılarımız tekerlek geçmediği için
yalnız dağ topçuları ile korunmak zorundaydı. Onun için dayanıldı. Bu nokta, o
kadar çok önemlidir ki; düşman, bütün gücüyle ve bütün araçlarıyla orasını elde
tutmaya çalışıyordu. Tınaztepe önemli mevziisinin batısında saldıran
bölüklerimiz de bazı önemli noktalara, önemli mevzilere girmişlerdi.
Bu saldırı
gününde, en sol tarafta bir fırkamız -57’nci fırka- saldırılarını yöneltirken
güçlerini biraz birbirinden uzakça bulundurmuştu. Bu yüzden düşman üzerinde,
etkili bir sıkıştırma yapamıyordu. O fırkanın komutanı Reşat Bey adında bir
kişiydi. Bu kişiyi çok eskiden tanıyorum. Muş’ta beraber savaştık, Suriye’de
çok savaşlar yaptık. Çok değerli bir askerdi, kendisinin bana çok sevgisi ve
güveni vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinize ulaşamadınız?” dedim. Cevap
olarak dedi ki, “Yarım saat sonra bu hedeflere ulaşacağız.” Hâlbuki yazık ki,
yarım saatte bu hedefler ele geçirilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda
Reşat Bey’in son bir ayrılış mektubunu okudular, orada diyordu ki: “Yarım saat
içinde size o mevzileri almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış
olduğumdan dolayı yaşayamam”.
Bu örneği,
Reşat Beyin o hareketini övmek için söylemiyorum. Doğal olarak öyle bir
uygulama ve öyle bir hareket bizce kabule değer değildir. Yalnız ordumuzda
subayların, komutanların kendilerine verilen görevi yerine getirmede ortaya
koydukları can atmayı ve namus hissini göstermek isterim.
Gerçekten
ordumuzdaki subaylar ve yüce kumanda kurulu, birbirine karşı böyle bir
sevgiyle, saygıyla, güvenle bağlıdırlar ve yukarıdan aldıkları emri bir namus
kabul ederek yerine getirirler. Efendiler! Düşman yakın destek bölüğünü birinci
yolda içeri soktu ve Balmahmut üzerinden ve Afyon’dan bile birtakım destek
bölüğü çekti ve ayrıca otomobillerle çekilir toplar getirdi ve bizim elimize
geçen noktaları tekrar geri almak için karşı saldırıya geçti. Tınaztepe’nin
batısında elde edilmiş olan mevziler, hemen bütünüyle düşman tarafından geri
alındı ve Tınaztepe üzerine yönelttiği saldırılar, başlangıçta askerlerimizin
yandan piyade ve topçu ateşleri sayesinde, bir an için durdurulabildi. Fakat
düşman eline geçti ve 1310 rakımlı tepe yerinde durdu. Aynı zamanda düşman,
Kaleciksivrisi ile Akarçay arasında Afyon’un güneyinde, bir karşı saldırı
hazırlığına kalkıştı sanılabilirdi. Gerçekten orada birtakım güçler topladı ve
bütün bu cephe üzerinde Işıklar yönüne genelinde, gayet yoğun bir topçu
hazırlığına başladı. Düşmanın böyle bir hareketi çok uslu ve çok beklenilirdi.
O kadar beklenilirdi ki; biz bu hareketlere başlamadan önce düşmanın bizim
üzerimizde en etkili bir hareketi olmak üzere, bunu kabul etmiştik.
Gerçekten
düşman, böyle Karahisar’dan Akşehir genel yönüne yapılan bir saldırıda başarılı
olduğunda, seçkin güçlerimiz batıda kalmış ve diğer güçlerden ayrılabilirdi.
Düşmanın bu kadar çok önemli olan girişimini daha önceden düşünmüş olduğumuzdan
başarısızlığa sürmek için, gereken her türlü önlemler de alınmıştı.
Onun için bu
düşman girişimi bizi korkutmadı. Bununla beraber, bu cephe üzerine ve bütün
cephe üzerine yönelen askerlerimizin şiddetli ve kahramanca saldırıları,
düşmanı bu harekete girişmekten önledi, düşman böyle bir şey yapmaya cesaret
edemedi.
Tınaztepe’de
düşman bütünüyle egemen olduktan sonra orada bulunan güçlerden bir alay -ki,
ismini saygıyla ve övgüyle anmak istiyorum -57’nci alaydır- düşmana ateş
kullanımına gerek görmeksizin süngüsünü taktı; düşman cephesine girdi. Bunun
sonucu olarak gece Tınaztepe, çok derin ve sağlam bulunan Tınaztepe, baştan
sona kadar elimize geçti (Alkışlar). 26 Ağustos akşamına kadar bu cephe
üzerinde geçen olaylar bundan oluşuyordu. Yani Akarçay’dan Tınaztepe’ye kadar
uzayan mevziler üzerinde Kaleciksivrisi, Belentepe ve Tınaztepe elimize
geçmişti.
Oradan
sonraki mevzilere güçlerimiz girememişlerdi. Bunun batısında hareket
uygulayacak olan atlı kolordumuz, yüce bilginizle Afyon’un batısında Çayhisar
vardır, Çayhisar’a kadar geldi. Daha ileriye çok güç geçirmek için, henüz zaman
kendisine pek izin vermiyordu. Fakat atlı bölüğümüzün burada görünmesi hemen
düşmanın dikkatini çekti ve düşman buna karşı Ayvalı-Karka yolunun kuzeyinden
güneye doğru, batıya yönelik bir cephe almaya yükümlendi. Harita üzerinde durum
düşünüldüğü zaman kolaylıkla görülür ki; bu durum, düşman kuşatmasının
öncesidir. Düşman, doğuya ve güneye yöneldiği gibi, İzmir’e karşı, batıya da
bir cephe almaya yükümlendirilmişti. Bu durumla düşman kendi kendini bir kale
içerisine koymuştur.
Diğer
cephelerde, Afyon’un doğusundaki düşman mevzilerine de güçlerimiz saldırı
yapmıştır ve orada bulunan düşman güçlerinin, güneye gelip yardım etmesini
önlemede başarılı olmuştur. Onun daha kuzeyinde düşman için olağanüstü öneme
sahip olan Kazuçuran adında güçlü bir sağlam mevzi vardı. Oraya bizim bir
fırkamız saldırdı ve orasını aldı. Fakat düşman bu noktaya çok önem verdiğinden
bölüğünü tekrar destekledi. Karşı saldırı yaptı ve bizim fırkayı oradan attı.
Fakat aynı fırka tekrar şiddetle saldırarak aynı mevziiyi bir daha aldı. Bunun
daha kuzeyinde hareket eden bir atlı fırkamız vardı; bu da Döğer genel yönünde
yürüdü, her önüne rastladığı düşmana saldırdı ve bu sayede Döğer çevresinde
bulunan üç fırka yedek gücü yerinden kıpırdayamadı (bravo sesleri). Bunun daha
kuzeyinde Seyitgazi’ye yakın Hüsrevpaşa bölgesi vardır. O bölgede bulunan
düşman güçlerine saldıran bölüğümüz, aynı zamanda Eskişehir doğu cephesine
saldıran kıtalarımız düşmanın üç fırkasını tespitte başarılı olmuştur. Ve bu
saldıran güçlerimiz oradaki düşmana göre, dörtte bir oranında idi.
Kocaeli
grubunda da saldırı başladı. Bölüklerimiz verilen görevi başarıyla yerine
getiriyorlardı. Menderes yöresindeki bütün bölükler bile verilen görevi
başarıyla yapıyorlardı. Orada bir atlı fırkamız, Uşak’ın batısına kadar
ilerleyerek düşmanın ulaşım yollarını kesmeye başlıyordu. Bundan dolayı 26
Ağustos akşamı durum bu idi. Eğer incelenecek olursa bu sonuç sevinmeye
değerdir. Ve gerçekten Başkomutanlıkça sevinmeye değer görüldü... Çünkü kuzeyde
ve Menderes’te düşman güçlerini, tam tasarladığımız gibi, bulunduğu yerlerde
belirledik ve sonra Afyonkarahisar batısındaki çok sağlam bir yolun da en
önemli dayanma noktasından üç yer elimize geçti.”([99])-([100])-([101]) Ve devamında da Atatürk,
savaşın diğer günlerinde gelişen olayları anlatmaktadır.
Atatürk’ün
sırdaşı Kılıç Ali’nin anılarından genel karşı saldırı ile ilgili bazı bölümleri
de Kılıç Ali’nin ağzından anlatalım:
“…30
Ağustos’u 31’e bağlayan gece…
Dumlupınar’da
köy evlerinden birinin küçük ve yıkık bir odasında Gazi, üşümemek için üzerine
çadır bezlerini örtmüş; yatıyor. O sırada, bütün kumanda kademelerinde
görülerek gönderilmiş bir telgraf geliyor. Bir kurmay subayın gece yarısı
getirdiği bu telgrafı yattığı yerde okutup dinleyen Başkumandan subaya,
telgrafta adları geçen kumanda kademelerinin harita üzerinde gösterilerek
getirilmesini emrediyor. Harita getiriliyor. Yattığı yerde düzelerek haritayı
önüne alıyor, inceliyor ve kurmay subaya dönerek:
‘Düşman
çevrilmiştir’ diyor.
O dakikaya
kadar kimsenin görmediği, anlayamadığı bu durum, kurmay subay dâhil yanındaki
herkesi şaşırtıyor. Yattığı yerden kalkan Başkumandan, hemen otomobilin
hazırlanmasını emrederek cepheye, Ordu Kumandanı Nurettin Paşa’nın karargâhına
gidiyor. Kumandan durum hakkında bilgi alıyor. Düşmanın ve güçlerimizin
durumunu soruyor. Ordu kumandanı bu uyarı karşısında hemen durumu kavrayarak:
‘Düşman
kuşatmadadır’ diyor.
Başkumandan,
emrini veriyor:
‘O halde
görevinizi yapınız. Bulunduğum yer Başkumandanlık karargâhıdır!’
Hemen hemen
avcı siperlerinin yakınında Başkumandanlık Karargâhının kurulması, Ordu
Kumandanının daha ileriye atılarak düşmanı yok etme hareketine geçmesinin bir
emri, bir işaretiydi.”([102])
Yine Kılıç
Ali’den, General Trikopis’in Başkumandanlık Karargâhına nasıl getirildiğini
dinleyelim:
“Büyük
Saldırı sırasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan güçleri kumandanı
General Trikopis’in Başkumandan Karargâhına nasıl getirildiğini şöyle
anlattılar:
Trikopis,
ikinci Kolordu Komutanı General Digenis ve diğer tutsak fırka kumandanlarıyla
birlikte Uşak’ta karargâh olarak kullanılan bir evde Gazi’nin huzuruna
çıkarıldığında heyecanlı ve bitkin durumdaymış. Gazi, onları oturtmuş; teselli
için bu gibi yenilgilerin tarihte örnekleri olduğunu, yönlendirme ve yönetimde
görevlerini eksiksiz yapmışlarsa vicdanen rahat olmaları gerektiğini söylemiş.
Trikopis ise:
‘Askeri
görevimi tam olarak yaptığıma eminim. Fakat asıl görevimi ne yazık ki;
yapamadım’ diyerek intihar edemediğini anlatmak isteyince, Gazi sözünü kesmiş:
‘O, size ait
bir düşüncedir.’
Sonra harita
üzerinde bazı eleştiriler yapmış:
‘Şurada bir
fırkanız vardı. Neden onu şuraya almadınız? Filan yerdeki güçlerinizi falan
yere sürmeseydiniz daha iyi olmaz mıydı?’
Bu
konuşmalar sırasında bir fırka kumandanı yanındaki subaya usulca sormuş:
‘Bizimle
konuşan bu general kimdir?’
‘Başkumandan
Mustafa Kemal!’
‘Neden
yenildiğimizi şimdi anladım. Bizim Başkumandan İzmir’de vapurda oturuyordu!’”([103])
Şimdi
arkadaşlar, burada ilgilenmenizi istediğimiz konu, Trikopis’in durumu değildir!
Asıl ilgilenmesi gereken nokta Atatürk’ün, Anadolu topraklarını paylaşmak
isteyen, Türk ulusuna türlü zalimlikler ve zorbalıklar yapmış bir ordunun
kumandanını avutmasıdır. Tarihte neredeyse Atatürk dışında böyle temiz yürekli,
insan sevgisi ile dolu başka bir insan görülmemiştir. Atatürk’e, Atatürk
denmesinin nedenleri oldukça fazladır. Az önce anlattığımız anı da, Mustafa
Kemal Paşa’ya verilen Atatürk unvanının o, oldukça fazla olan nedenlerden
sadece bir tanesidir. Türk ulusunun atası olarak kabul ettiğimiz Gazi Mareşal
Mustafa Kemal Paşa, gerçekten de Türk ulusunun genel ahlaki yapısını hemen her
yönüyle karakterinde bulunduran bir kişidir.
Milli Eğitim
Bakanlığının resmi sitesinde 30 Ağustos zaferinin önemini anlatan Ahmet Bekir
Palazoğlu’nun yazısından kısa bir bölüm alalım:
“Sonunda 30
Ağustos... Başkomutan, otomobiline biniyor. Şimdi, Zafertepe diye anılan yere
doğru inme emrini veriyor. Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa:
‘Paşam ateş
hattına iniyorsunuz’ diyor.
Cevap
veriyor:
‘Siz burada
kalınız!’
Yoluna devam
ediyor. Düşmanın top ateşi altında bulunan bir yere geliyor; oradan dürbünle
düşmanın asıl güçlerinin bulunduğu yerlere doğru ilerlemekte olan piyade
birliklerimizin hareketini takip ediyor. Birdenbire, "Allah, Allah!"
sesleri yükseliyor. Güneşin kızıl ışıkları altında alev alev yanmakta olan askerlerimizin
süngüleri, batmak üzeredir; ölümü hiçe sayan kahramanlarımız, düşmanın üzerine
ateşten bir çığ gibi iniyor.
O anda Büyük
Komutan, elindeki sigarayı atıyor; ayağa kalkıyor. Siper içinde dimdik duruyor;
bu, çok sevdiği, üzerlerine titrediği askerlerine karşı bir saygı duruşudur;
gözleri nemlenmiştir. Eliyle çarpışma alanını göstererek bağırıyor:
‘Hacıanesti,
kibirli kumandan! Neredesin, gel de ordularını kurtar!’
Ertesi gün
sabahın erken saatlerinde çarpışma alanını dolaşıyor. Görüntü çok acıklıdır; binlerce
düşman cesedi... Birbirinin üzerine yıkılmış yüzlerce topçu hayvanı...
Bırakılmış toplar; cephaneler...
Asil ruhlu
Büyük İnsan, üzüntü duyuyor:
‘Bu manzara
insanlığı utandırabilir, fakat hakkımız olan savunmamız için buna zorundaydık.
Türkler, başka ulusların vatanında böyle bir harekete kalkışmazlar’ diyor.
Biraz
ileride topların arasında, yerde bir Yunan bayrağı görüyor; eliyle işaret
ederek emrediyor:
‘Bir ulusun
bağımsızlık simgesidir. Düşmanın da olsa, ona saygı duymak gerekir. Bayrağı yerden
kaldırıp topun üzerine koyunuz.’
30
Ağustos'un gerçek anlamını ve önemini Büyük Zafer’in ikinci yıl dönümünde
Dumlupınar'ın Çal tepesinde yapılan törende Atatürk'ün verdiği söylevde
görürüz:
‘... Hiç
kuşku duyulmamalıdır ki; yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyetin temeli
burada güçlendirildi; sonsuz yaşamı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk
kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin ölümsüz
koruyucularıdır.’”([104])
Atatürk’ün
Zafertepe’de Yunan Başkomutanına söylediği: “Hacıanesti, kibirli kumandan!
Neredesin, gel de ordularını kurtar!” sözünün nedeni; Türklerin
saldıramayacaklarına inanan Yunan Başkomutanı Hacıanesti’nin, izinli olarak
geldiği İzmir'de gazetecilere: “Karşımda, Mustafa Kemal diye birini göremedim.”([105]) demesidir.([106])
·
Atatürk ve
Komutanlık Sanatı
Stratejide
üstünlük, sadece savaşa katılanların sayısına dayanan soyut bir kavram
değildir. Genellikle askeri üstünlük, kavramının fazlasıyla belirsiz ve
düzeyini saptamanın kolay olmadığı bazı ilkeleri vardır. Bu kavram, askeri
etkinliğin her alanında elde edilmesi gereken bir üstünlük ölçüsüne göre, bazen
abartılan bir değere yükseltilir. Hareket serbestliği ile alan kavramları
arasındaki sıkı ilişki burada ayrı bir önem taşır.
Atatürk’ün
komutanlık sanatı, hareket serbestliği ile alan kavramlarını
birbirleriyle uyumlaştıracak biçimde, elde edilmesi gereken bir üstünlük
ölçüsüne göre tam anlamıyla belirlemiştir. Atatürk, askeri eylemlerinde her
zaman ince bir değerlendirme ölçüsüyle savaşın en yüksek noktasını görmüştür.
Savaş tarihi incelemeleri, stratejik ağırlık noktası konusunda kuramla,
uygulama arasında çok derin bir uçurum olduğunu ortaya koyar. Stratejik ağırlık
noktasına karar vermek ve bu kararı hiç şaşmadan uygulama alanına koymak için
gereken düşünce yeteneklerine erişebilen büyük askerlere, geçen yüzyıllar
içinde tek tük rastlanmıştır. Savaşı kesin biçimde sonuçlandıran bir ağırlık
noktası oluşturulması ender görülmekte ve bunda başarıyı, ancak çok büyük
komutanlar kazanabilmektedir. Bunun nedenlerini anlamak zor da değildir.([107]) Bunlar, insanın kişiliği ile
alakalı olmakla beraber, çok araştırıp okumakla da ilgilidir. Fakat öğrenilen
bu bilgileri, gerçek yaşamda uygulamak da ayrı bir yetenek ister. Kişilik ve
bilgi birikimi burada önemli bir etkendir. Atatürk; ne zaman, nerede, ne
yapması gerektiğini çok iyi bilen ve çözebilen bir insandır. Bu yeteneğin
köklerini Atatürk’ün kişiliğinde buluyoruz. Atatürk; gerçekçi, köklü
kararlar alan, olaylara olumlu yaklaşan, insancıl, ileri görüşlü, geçmişten
ders çıkartan, sarsılmaz bir iradeye (istence) sahip olan ve ulusa önderlik
edebilen bir insandır. Atatürk, okuduğu birçok kitaptan edindiği bilgileri,
en iyi şekilde değerlendirebilen bir devlet adamı ve komutandı.([108])-([109]) Atatürk, resmi kayıtlara
göre toplam 3997 tane kitap okumuştur.([110])
Büyük
Saldırı, Atatürk’e savaşı kesin bir biçimde sonuçlandıran yok etme muharebesi
yoluyla stratejik ve politik alanda da yeni başarıları geliştirecek olanakları
vermiştir. Büyük Saldırının askerlik açısından değerlendirilmesinde,
Atatürk’ün iki önemli stratejik anlayışı geliştirdiği görülmektedir:
Birincisi;
stratejik amaca yönelik olarak elde bulunan güçlerin tümü, aynı zamanda
harekâta sokulmuştur. Burada, tüm güçlerin tek bir çarpışmayı hedef alarak
kullanılması, savaşın temel kuralı yapmıştır. Tasarıda, taktik sonuçlar
çoğunlukla olası çözülme ve zayıflama döneminin sınırları içinde bırakılmıştır.
Stratejik sonuçlar yani savaşın bir bütün olarak ele alınan sonuçlarının
bağımsız bir bütün düzeyinde birleştirilmesiyle gerçekleştirilmiştir.
İkincisi de;
Oyalama aşamasında ilk hedef, çok derinlerde verilerek düşman, sürekli hareket
durumunda tutulmuştur.
Tarihsel
araştırmalar, yenilgiye uğrayan ulusların hatalarında askeri ve stratejik
etkenlerin yanı sıra, özellikle sivillerin savaş güdümüne olan tek boyutlu
karışmalarının da çok büyük rol oynadığını göstermektedir. Bu bakımdan, strateji
ve siyaset arasındaki dengenin bozulmaması gerekir.
Atatürk,
siyaseti, soyut kavramlar yapısından çıkararak ona ulusal nitelik verebilen bir
önderdir. Uyguladığı model stratejinin özünü de yine bu nitelik oluşturur.
Böyle olunca Atatürk, soyut olan siyasal ve stratejik hedeflerini
somutlaştırarak toplumla kendi arasındaki duvarları kaldırmıştır. Bu da
toplumla bütünleşmesini sağlamıştır.
1921’de de
Sakarya yengisi, politikaya geniş manevra olanakları vermiştir. Büyük Saldırıyı
serbest bırakan koşullar, bu politik manevra içinde hazırlanmıştır. Ekim
1921’de imzalanan Ankara ve Kars anlaşmalarıyla güney ve doğu cepheleri
kapanmış; Sevr’in değiştirilmesine yol açacak bir siyasal gedik, İtilaf
devletleri arasında açılmıştır. En önemlisi; Türkiye, Ulusal Ant
sınırları içinde Sovyetler Birliği ve Fransa tarafından tanınmıştı. Ermeni
sorunu, bazı jeopolitik kayıplara karşı Sovyet toprakları içine sürülerek
Ermeni baltalama hareketleri kökünden kesilmiş ve Sovyetler ile sıkı ve
dostça bağlar kurulmuştur.
Büyük
Saldırıda, yok etme stratejisinin hedefleri Akdeniz kıyılarında ele geçmiştir.
Politikanın amaçlarına uygun olan bu hedeflerle Lozan’da yeni Türkiye’nin
sınırları çizilmiş ve bir bağımsız devlet durumuna gelinmiştir.
Politikanın, şiddet yoluyla süregelmesi niteliğindeki savaşla Anadolu
toprakları düşmandan temizlenmiş; politikanın ulaşamadığı bu amaç; kahraman
Türk ulusu bireylerinin kanlarıyla elde edilmiştir.
Böylece askerlik
sanatı, en yüksek düzeyde, amaç noktasında politikaya dönüşür. Son
çözümlemede askerlik ve politika birbirinden ayrılamaz. Tarihte pek az devlet
adamı askerlik sanatını yüksek düzeyde politikaya dönüştürebilmiştir.
Savaş
güdümü, Atatürk’te çok yüksek bir sanatla savaş sonrası hedeflerini de
kapsayacak ve sürekli bir barış getirecek biçimde yapılmıştır. Barışı
sağlamayan yengilerin hiçbir değeri yoktur!([111])
·
Ulusal
Bağımsızlık Mücadelesinden Bazı Kahramanlar
Burada,
Kurtuluş Savaşı kahramanlarının bir bölümüne değinmek istiyoruz. Zaman buldukça
başka konularda, diğer kahramanlarımıza da değinmeye çalışacağız. Şimdi,
Mustafa Yıldırım’ın Ege yöresindeki direnişimizi, roman şeklinde anlatan Ulus
Dağına Düşen Ateş adlı kitabından alıntı yapalım:
“…Parti
Pehlivan, atını yanına süren İbrahim Ethem Bey’e çevirdi başını. Sakin bir
sesle ‘Bu düşmanı denize dökeceğiz ve benden size namus sözü: İzmir’de
nargileyi fokurdatacağım ve dumanını Akdeniz’e doğru üfleyeceğim! Söz! Vallahi
de söz, billahi de…’
Sesler
yükseldi:
‘Benden de
söz!’
‘Haydi, ne
duruyoruz?’
‘Acımızı
yüreğimize gömüp, vuruşalım…’
‘He vallahi,
vuruşalım…’
Dedikleri
gibi de olmuştu. Dağlarda ve vadilerde günlerce vuruştular. Birçok akıncı daha
toprağa düştü. Kasabalara yürüdüler. Üç ay sonra, Afyon Cephesi’nde bozularak
Akdeniz’e doğru, yel gibi kaçan çapulcuları kovaladılar.
Akıncılar,
Sındırgı’ya, Bigadiç’e, Balıkesir’e, Edremit’e, Demirci’ye, Salihli’ye, Kula’ya
ve Gördes’e girdiler.
Parti
Pehlivan, Kocayayla’nın kuzeyinde Alacaatlı’daki çatışmada sağ gözünü yitirdi,
ama sözünü de tuttu. Çapulcular ve yardakçıları denize döküldükten sonra,
nargilenin başına oturup bir de fotoğraf çektirdi.
İbrahim
Ethem Bey, Demirci’ye dönünce, iki yıl süren gerilla savaşının belgelerini,
raporlarını birer kopyasını bir zarfa yerleştirip: ‘Savaşa bir nokta koyuyoruz’
demişti.
Batı Cephesi
İstihbarat Müdürü Binbaşı Baki Bey’i ve düşman, yolları kestikten sonra da
dağları bin bir güçlükle aşarak talimatları ileten, bilgi getirip götüren, asıl
adlarını bilemediği istihbaratçıları anımsamıştı. Büyük Saldırı döneminde
Ulusal Ordu ile kurulan ilk telgraf haberleşmesindeki imza geldi aklına;
Yıldız!
Şillan
tepesinin üstündeki ak bulutların arasından görünen maviliğe daldı bir süre.
Düşünceleri, birden İzmir’e kaydı. ‘İstihbarat olmasaydı’ dedi içinden, ‘Yunan
birliklerinin harekâtını bilmeseydik, nasıl yapardık?’
‘Bilmiyordum
ki!’ diye geçirdi içinden, ‘Yüzbaşı Mümin Bey’in, işgalden sonra da İzmir’de
kalarak, Yunan komutanı Zafiriu ile ilişkiye geçtiğini… Yunanın paralı casusu
ve muhbiri olarak yaşarken, İzmir’de Türk istihbaratını örgütlediğini ve
Ankara’ya raporlar yolladığını, nereden bilebilirdik ki? Bizimkisi, en
nihayetinde, silah elde vuruşmaktı.
Oysa Mümin
Bey, İzmirlilerin kendisine Gâvur Mümin adını takmalarına, yüzüne tükürmelerine
aldırmamış; gizliliğini korumak uğruna, her türlü eziyete katlanmıştı. Cephede
savaşmaktan çok, ama çok daha zor bir iş olmalıydı Mümin Bey’in yaptığı.
İnsanın onurunu yüreğinin derinliklerine gömüp bir alçak görünümüne bürünmesi
az şey midir?’
Doktor
Fazıl’ı anımsadı. Doktor Fazıl Demirci’den ayrıldıktan sonra Çerkez Ethem’in
ardından gitmemiş, önce memleketi Emet’e oradan da adamlarıyla dağlara
çekilmiş; Batı Cephesi Kumandanlığına ‘Üç yüz adamımla emrinizdeyim’ diye tel
çekmişti. Birinci Kuvayı Seyyare’nin Bolşevik taburu kumandanı da Kütahya’ya
gidip orduya katılmıştı.
Derin bir iç
çekti: ‘Kim bilir, daha kaç kadın ve erkek vardır ki; ne önemli işler
yapmışlardır!’ dedi, ‘Adlarını bilmediğimiz nice insanımız, Hasbi gibi
çocuklarımız! Gazi Paşa’nın dediği gibi, topyekûn bir savaştı bizimkisi!
Yoktan var olma savaşı! Var olma savaşı bitmez ki…’
Akıncılarla,
Demirci’de vedalaşmış ve silahlı savaşa nokta koymuştu. Demirci kaymakamlığına
yeniden başladığı o gün yeni savaşın daha da güç olduğunu duyumsamıştı…”([112]) O, yeni savaş, Türk ulusunun
tekrardan çağdaş, üretken vasıflarına erişme ve o yolda ilerleme savaşıydı.
Bir Tabu Yıkılıyor: Türkiye – Sovyetler İlişkileri
1919 - 1922
Bu bölümde,
Atatürk’ün Ulusal Bağımsızlık Mücadelesindeki izlediği politikaların bir
bölümünü anlatmak ve bugün; eksik, yanlış ve yalan anlatımlar sonucu oluşmuş
tabuları yıkmak olacaktır. Ulusal bağımsızlık mücadelemizde Türkiye – Sovyetler
ilişkisinin gerçek yüzünü açıklayacağız. Açıklamadaki birincil öncelik, hangi
şartlarda Atatürk ve Türk ulusu, Sovyetlerle ilişkiler kurdu ve Atatürk, nasıl
hareket etti. İkincil öncelik ise; birtakım eksik ve yanlış anlatımlar sonucu
ortaya çıkmış görüşleri çürütmek içindir. Bu görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
Atatürk,
Sovyetlere sığınmıştır
Sovyetlerden
yüksek tutarlarda para yardımları alınmıştır
Para
yardımlarını Sovyetler yapmıştır
Daha önce,
Anadolu’daki Bolşevik hareketlere ve Sovyet Rusya’nın tutumlarına değinmiştik.
Şimdi bu konuyu, biraz daha derinleştirerek; tam olarak neler olduğunu genel
hatlarıyla öğreneceğiz. Kaynaklar ve belgeler yine konunun son bölümünde
referanslar bölümünde olacaktır.
Unutmayalım
ki; Bolşevik İhtilalinin başarıya ulaşmasında Türk ordusunun büyük bir katkısı
vardır. Çanakkale Savaşı’nın kazanılmasıyla İstanbul’u ve boğazları işgal
edemeyen emperyalist devletler, aynı zamanda Rusya’ya yardım da edememişlerdir.
Anlaşıldığı üzere Türkler, Çarlık Rusya’sının yıkılmasına dolaylı olarak yardım
etmiştir. Yardım gelmediği için Rusya artık büyük bir çıkmaza girmiştir. Bunun
sonucunda da köylü ve işçi ayaklanmalarına karşı koyamamıştır. İlk önce, Şubat
1917’de Çarlık Rusya’sı yıkılır ve yerine geçici hükümet kurulur. Fakat Geçici
hükümetin Çarlık Rusya’sından çok da farklı bir yönetim izlememesi sonucunda da
Lenin, Troçki ve Stalin’in önderliğindeki Bolşevikler, Ekim devrimini
yapmıştır.
Mondros
Ateşkes Antlaşması’nı izleyen dönemde İtilaf Devletleri’nin Türkiye’yi
parçalamaya yönelik davranışları, Türk ulusu ve özellikle de Türk aydınları
arasında geniş ölçüde kin ve nefret duyguları yaratıyor, onları Sovyet
Rusya’daki rejime içten sempatiyle bakmaya zorluyordu. Bu dönemde, komünizmin
bir ölçüde İslâm’ın yeniden açıklanması olduğu yolunda halk arasında geniş
boyutlu propaganda yapılıyordu. Bazı kimseler Karl Marx’ın eseri Das Kapital’in([113]), Kuran-ı Kerim’in
çevirisinden başka bir şey olmadığına inanıyorlardı. Ve buna benzer daha başka
acı olaylar vardı.
Atatürk ise;
Ulusal Ant ilkelerini kabul ettirebilmek için, uluslararası durumu çok iyi
değerlendiren başarılı bir dış politika yürütmenin peşindeydi. En büyük tehdit,
Batı emperyalizmi tarafından geldiğinden dolayı; Atatürk, politikada denge
sağlamak için sırtını doğuya vermiştir. Doğuda en büyük devlet, Sovyet
Rusya’dır. Bu yüzden Bolşevikler olmak üzere diğer başka birçok doğu devletleri
ile anlaşmalar sağlayarak doğu cephesini sağlama almak istiyordu. Doğu cephesi
sağlama alındığı zaman Anadolu’da tek bir cephe kalacaktı; o da Batı
Cephesiydi. Sonuç itibariyle Atatürk, bunu çok güzel başarmıştır ve tek cephe
olarak Batı Cephesi kalmıştır.
TBMM’nin
kurulmasından hemen sonra Atatürk, yeni Türk devletinin izleyeceği siyasetin
ulusal siyaset olduğunu söylemiş ve ulusal egemenlik ilkesini benimseyen yeni
Türk devleti tarafından takip edilecek olan dış siyaseti genel olarak şu
şekilde açıklamıştır:
1. Ulusal sınırlar içinde hür ve
bağımsız yaşamak, hukukumuza yönelik iç ve dış karışmaları kabul etmemek
2. İnsani ve uygar ülkeler etrafında
diğer ülkelerle dostane ilişkilerde bulunmak
3. Türk ulusunu esir etmek isteyen
uluslara karşı amansız düşman olmak
4. Her zaman barışçı ve barıştan yana
olmaktır.
Atatürk,
TBMM’nin dış politikasını ayarlarken de şu üç öğeyi tespit etmiştir:
1. Diğer ülkelerden maddi ve manevi
destek sağlamak
2. Dünya üzerinde yeni Türkiye’yi
olabildiği kadar çok büyük boyutta tanıtmak
3. İsteyen her devletle ilişki
kurmaktır.
Ayrıca
Atatürk, bu noktada, İtilaf Devletlerinin her birinin Türkiye’den en büyük
çıkarı sağlamak amacı güttüğünü de bilmekteydi. Sovyetler ile yapılan
görüşmeler, bu düşünce çerçevesi içinde yapılmıştır.
O
dönemlerde: “Ne oluyoruz? Bolşevik mi oluyoruz?” sorularının cevapları
aranırken; Atatürk, gerçekçi saptamalar yapmıştır:
1. Bolşeviklerle temasa gelen ya
Bolşevik oluyor ya da onlarla savaşıyor
2. Bizim Bolşeviklerle çatışmamız için
İtilaf devletleri, Arap olmayan yerleri bize bırakır.
Bu
devletler, şimdilik buna zorunlu olduğumuzu düşünmüyorlar. Bizi ezip kuşatmak
ve boğmak istiyorlar. Bize tek yararlı açık kapı, Kafkaslardır. Yani İran falan
bir değer taşımaz; orda ne demir yolu vardır ne de arkada –Anadolu topraklarını
işgal edebilecek- bir güç. İtilaf devletleri, Kafkas devletlerini destekleyerek
ve bağımsızlıkla sağlamlaştırmak istiyor. Biz, Bolşevik istilasını
kolaylaştırıp, onunla temasa gelirsek; Doğu’da bütün kapılar açılır ve
sömürgelerin durumu tehlikeye düşer. Bu yapılamazsa siyasi varlığımız ortadan
kalkabilir. Bu saptamaları yapan Atatürk, 23 Haziran 1919’da Kazım Karabekir’e
üç maddeden oluşan bir yazı göndermiştir. Üçüncü bölüm şu an anlattığımız
konuyla alakalı olduğu için sadece ona değinmek istiyoruz:
“…Bolşevizm’in
biçimi, görüşü ve belirişi bir daha görüşülerek; Kazan, Orenburg, Kırım gibi
İslam halkları bunu kabul ederek diyanet, gelenek gibi işlerle zaten ilgili
olmadığından bunun ülke için bir sakıncası olamayacağı düşünüldü. Yalnız, 17
Haziran 1919 ve numarasız şifre ile yüksek düşünceler etrafında düşünerek
gerçekten Bolşeviklerin daha etkili bir duruma girmeleri durumunda tarafsız
görünmek, çabayla İtilâf güçlerini ülkemizden uzaklaşmaya zorlamak ve aksi
takdirde vatanımızın Bolşevik istilâsında kalmasına neden olacaklarını iddia
etmek ve ona göre gereken eylemi yapmak uygun olacaktır.
Diğer
taraftan, ilk teklifin herhangi bir biçimde Bolşevikler tarafından yapılmasına
izin vermeyerek hemen o çevreden içe doğru kılık değiştirilerek gönderilecek
birkaç değerli kişinin aracılığıyla hemen görüşmeye başlamak, anlaşmak pek
uygun olur. Bu biçimde Bolşeviklerin, bizim ülkemizin içine çoklukla ve güçlükle
girmesine gerek yoktur. Bu amaç için zaten bu ülkenin ulus gücü hazır olduğu
bildirisiyle yalnız şimdilik kılık değiştirerek bazı delegelerin kabulü ve
gelecek durumlarımız, yedek parça, fenle ilgili araçlar, para ve gerektiği
zaman insan vermek gibi işler üzerinde görüşme yapılabilir. Bu biçimde
anlaştıktan sonra kendilerini sınırda tutmak ve İtilâf güçlerinin ülkeyi
bırakmak için bir silâh makamında kullanmak düşüncesi uygun olur.
En son
çıkarımın, durumun ve Bolşeviklerin güçlerine karşı İngilizlerle beraber düşman
durumunda olan Ermeniler hakkında ne düşündüklerinin ve Bolşevizm ve buna
ilişkin amaçlar uğrunda parasal fedakârlığa ihtiyaç olacağına göre bu amaca
ulaşmak için kullanılacak olan parayla son günlerde düzenlenmiş ödeneğinin
gizliden yatırılıp yatırılmadığına uyulmasını rica ederim.
İş, bu
telgrafın tarihi ve usulünün yazı ile bildirilmesini rica ederim efendim.”([114])
1920 yılı
içinde Bolşeviklerle henüz yazılı bir antlaşma yapılmamış olmakla birlikte, iki
tarafın da yararına olacak bir dostluk antlaşmasının temelleri atılmıştı. Fakat
1920 yılı sonlarında, Ahmet İzzet Paşa başkanlığında İstanbul Hükümetini temsil
eden bir kurulun Anadolu’ya gönderilmesi (Bilecik Mülakatı, 5 Aralık 1920) ve
bu kurulun tekrar İstanbul’a dönmesiyle Ruslar, İngilizlerin Ankara Hükümeti
ile anlaşmak istediklerini sanmışlardı. Kurulmak istenen Türk - Rus dostluğu da
o sıralarda bir sarsıntı geçirmişti. Ruslar, bu son temaslardan
kuşkulanırlarken; Ankara Hükümeti de Londra’da yapılmakta olan Rus - İngiliz
görüşmelerinden aynı endişeleri duymaya başlamıştı. Sovyet Rusya ile dostluk
ilişkileri zor şartlarda kurulmuştur. Bu zor koşulların, önemli bir nedeni de
Sovyetlerin Anadolu’ya olan yaklaşımıydı. Sovyetlerin tutumu, Türk ordusunun
Sakarya Meydan Çarpışmasını kazanana kadar farklıydı. Bu tutum, gerçekten
dostane yardımlardan çok; kendi siyasal ve toplumsal düzenini Anadolu’da da
gerçekleştirme üzerineydi. Yani bir Bolşevik ihtilali, sosyalist bir devrim…
Fakat ilerleyen zamanlarda, Atatürk’ün önderliğindeki kurtuluş mücadelesine
Bolşeviklik düzeninin aşılanamayacağı anlaşıldığında Bolşevikler, Anadolu
Türklerini usa (akla) uygun bir biçimde kendilerine müttefik olarak görmeye
başlamışlardır. Bağımsızlığı için topluca savaşan Türk ulusu, artık Sovyet
Rusya tarafından küçük görülmüyordu. Ayrıca Rusya’nın durumu da bir yönden
Anadolu’ya benziyordu. Ulusal Kurtuluş Mücadelesini veren Türk ulusu ile Bolşevikler
aynı düşmanlara karşı mücadele ediyorlardı. Rusya, çetin bir savaş içindeydi.
Polonya ile yaptığı savaşta yenilgiye uğramıştı. Türkiye’yi işgal eden
İngiltere, Fransa ve İtalya’nın bir bölümü aynı zamanda Güney Rusya, Kırım ve
Kafkasya’yı da işgal etmişlerdi; yani düşmanlar ortaktı. Ayrıca, Çarlık
Rusya’sından arta kalan Beyaz Ordu ile savaşıyordu. Yalnız arada önemli bir
fark vardı; Sovyet Rusya, Anadolu Türkiye’si kadar zor durumda değildi. Mart
1921’in sonlarına kadar, Anadolu’daki mücadelecilerinin, sırtını rahatça
yaslayabileceği bir bölgesi ve yoğunlaşabileceği sadece tek bir cephesi yoktu.
Sovyet Rusya
açısından İngiltere, İstanbul’a, Anadolu’ya, Kafkaslara, İran’a ve Afganistan’a
egemen duruma gelmekle Rusya’yı güneyden kuşatmış oluyordu. Anadolu’daki
mücadele başarıya ulaştığı takdirde İngiliz kuşatması Sovyet Rusya’ya en yakın
ve en etkili bölgede kırılmış olacaktı. Ayrıca İngiltere, Anadolu’nun bir
bölümünü Yunanistan’a vermeyi tasarlıyordu. Anadolu’da İngiltere’ye sıkı sıkıya
bağlı bir Yunanistan kurulması, İngiliz kuşatmasını daha devamlı ve etkili bir
hale getirecekti. Oysa bağımsız bir Türkiye, İngiliz tehlikesini
uzaklaştıracaktı. İngiltere, büyük savaşın sonunda bağımsız Ermenistan,
Gürcistan ve Azerbaycan devletlerinin kurulmasına destek olmuş ve böylece
Rusya’yı hem Güney Kafkasya’dan Bakü petrollerinden yoksun bırakmış, hem de bu
stratejik bölgede Rusya’ya bir baraj kurmuştu. Bu baraj, Türk - Rus
işbirliğiyle yıkılabilirdi. Ayrıca işgal altındaki Türkiye’nin bağlantısı
sadece Kafkasya’ydı.
İdeolojik
yönden Bolşeviklerin yaklaşımı incelendiğinde, Türk Ulusçularına yaptıkları
yardım sayesinde, Rusya’daki Müslümanların gözünde ve aynı zamanda Orta Doğu ve
Asya’daki saygınlıklarını yükseltecekti. Sovyet Rusya, Avrupalı sömürgecilere karşı
Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan Anadolu harekâtının başarılı
olacağını, ulusal bağımsızlık harekâtın yerini bir Bolşevik idaresine
bırakacağını umuyordu. Bu arada, özellikle Ermeniler lehine bazı toprak
talebinde bulunmayı, bunu da Türkiye’de kurulmasını istedikleri Komünist
Partisi aracılığıyla gerçekleştirmeyi tasarlıyordu. Bu amaçla, Anadolu’daki
Kurtuluş hareketini kendi ihtilâllerinin bir benzeri ve Müslüman dünyasına
yayılışı olarak görmeye çalışmış, hatta yayın organları olan İzvestiya’da,
bunun “Asya’da ilk Sovyet İhtilâli” olduğunu ilân etmekten çekinmemişti.
Atatürk, Kafkaslarda Bolşevik yönetimlerin kurulmasına göz yumma karşılığında
Doğu Cephesi’ni güvenceye alarak, tüm gücünü Batı Cephesi’ne aktarabilmişti.
Aksi takdirde, Kurtuluş Savaşı’nda istenilen başarıyı kazanmak; çok daha zor
olacaktı ya da kazanılamayacaktı. Ayrıca bu politika, Bolşeviklerin de istediği
bir politikaydı. Atatürk, oluşmasını istediği bu ittifakın doğuracağı siyasal
gücü, koz olarak emperyalist güçlere karşı kullanmak istiyordu. Bununla da
kalmayıp sağlam dostluk tabanında birleşerek sadece askeri alanda değil; diğer
birçok alanda da ilişkiler kurmak istiyordu. Fakat bu ilişkilerin kurulması
için Atatürk’ün bazı koşulları vardı. Bunlardan en önemlisi; Türkiye’nin iç ve
dış işlerine karışılmayacaktı. Yani Türkiye’nin kurmaya çalıştığı düzene saygı
duyulacak ve gerçek bir müttefik olarak görülecekti. Bunun da olabilmesi için
öncelikle; Türk ulusu, gücünü ve içten duygularını başta Sovyet Rusya olmak
üzere tüm devletlere göstermesi gerekiyordu. Anadolu’da sürdürülen Kurtuluş
Savaşı’nın Bolşevik İhtilale dönüşmesi elbette Sovyet Rusya’nın istediği bir
şeydi. Ancak, Sovyetlerin yapacağı yardımlara karşılık onların tarafından;
sosyalist bir düzene geçin veya Bolşevik İhtilali yapın gibi resmi bir koşul
öne sürmemişlerdi.
- Bolşeviklerle
Resmi Olmayan Olmayan İlk Görüşmeler
Türkiye ile
Sovyet Rusya arasındaki ilk yakınlaşma adımını Sovyetler atmıştır. Daha Erzurum
Kongresi’nden önce İstanbul’da eski İttihatçılarla, Balıkesir’de Kazım Özalp’la
ve Havza’da da Atatürk ile görüşmeler yapılmıştır. Fakat Atatürk ile yapılan bu
görüşmede bazı çelişkiler vardır. Albay Budiyeni’nin, Atatürk ile görüştüğünü
belirten Emekli Süvari Albayı Hüsameddin Ertürk’ün görüşüne karşılık; bir
Sovyet Generalinin anılarında Albay Budiyeni, o sıralarda Çaristin
çevresinde çarpışmaktaydı. Ayrıca bu buluşma, Nutuk’ta veya Atatürk ile
Havza’da bulunanların anılarında belirtilmemektedir.
Bu bölümde
Bolşevikler, her yolu denemişlerdir. Ulusal Kurtuluş Mücadele önderlerinin
dışında başka kişilerle de görüşmeler yapmışlardır. Anadolu’daki mücadeleyi
ilgiyle izlemelerine rağmen o dönemlerde kurtuluş mücadelesi önderlerinin
başarılı olacaklarına inanmamışlardır. Sivas Kongresi’nden bir iki ay sonra,
Sovyet Rusya Hükümeti’nin Kafkas Bolşevik Orduları Başkumandanı olan Chalva
Eliava, Osmanlı Devleti’nin son durumunu incelemek üzere gizlice İstanbul’a
gönderilmişti. Eliava, İstanbul’daki ulusal örgüt aracılığıyla Türklerle
görüşmüş, emperyalizm cephesi karşısında Türk ulusal haklarını tamamıyla
tanıyacaklarını, destekleyeceklerini ve Türklere süratle yardıma başlayacaklarını
bildirmişti. Bu olaya benzer başka bir olay da Berlin’de olmuştur; Üçüncü
Enternasyonalin ileri gelen kişilerden biri olan Bolşevik yazarı Radek, o
tarihte Berlin’de bulunan eski Sadrazam Talat Paşa’nın, Anadolu ulusal hareketi
ile yakın ilişkisi olduğunu sanarak kendisiyle görüşmüştü. Radek, eski Harbiye
Nazırı Enver ve eski Bahriye Nazırı Cemal Paşaların Moskova’ya gönderilmelerini
istemiş ve bu iki Paşa’nın Anadolu hareketine yardım etmelerinin sağlanacağı
sözü verilmişti. Bunun üzerine Enver ve Cemal Paşalar, değişik tarihlerde ve
değişik yollardan Berlin’den ayrılmışlardır. Cemal Paşa, arkadaşından daha önce
Moskova’ya gitmiştir. Bu sıralarda Türk resmî kurulu henüz yoldaydı. Enver Paşa
ise, Bekir Sami Bey kurulundan sonra Moskova’ya ulaşmıştır.
- Moskova,
Ankara, İttihatçılar Ve İlişkileri
Birinci
Dünya Savaşı’na Osmanlı’yı sokan İttihatçılar, Mondros’un imzalanmasından sonra
gözden düşmelerine rağmen el altından çalışarak Anadolu’daki ulusal eylemin
başına geçmek istiyorlardı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’e düzenlenen,
İzmir suikastı olarak bildiğimiz suikast da bu düşüncede olan İttihatçıların
elinden çıkmıştır.
Bir bölüm
İttihatçılar, bu görüşten çıkıp Atatürk’ün yanında mücadeleye destek
vermişlerdir. Diğer bir bölümü ise; ince hesaplarla kirli işler peşindeydiler.
Savaş kazanılıncaya kadar Mustafa Kemal Paşa’yı destekleyecek, sonra da O’nun
yerine Rusya’da bekleyen Enver Paşa’yı devletin başına geçireceklerdi.
Gerçekten de bunlar Enver Paşa ile sürekli ilişki kurmuşlardır. Enver Paşa ise;
Anadolu’ya geçmek için her yolu denemiş, yeni Rus yönetimiyle bu konuda görüşmeler yapmıştır.
İttihat ve
Terakki yöneticilerinin Ankara ile Moskova arasındaki ilişkilere etkisi en az
üç açıdan değerlendirilebilir:
1. Ankara açısından bakıldığında amaç;
Sovyet Rusya’dan yardım sağlamak için İttihatçılardan yararlanmaktı. Çünkü
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında İttihatçı önderlerle ilişkilerini henüz
koparmamıştı.
2. Moskova için amaç; Rusya bir yandan
Ankara’ya yardım sözü verirken, bu yardımı Berlin’deki İttihat ve Terakki ileri
gelenleriyle yapmayı öneriyordu. Bunun nedenine gelince, Meşrutiyet ve I. Dünya
Savaşı süresince Osmanlı Hükümeti’nin başında bulunmuş olan İttihat ve Terakki
ileri gelenleri, Doğu İslâm Halkları katında tanınmış ve nüfuz sahibiydi. Rusya
bunlardan yararlanmayı amaçlamıştı. Tereddüt içinde olan İslâm topluluklarıyla
doğu halklarına, Enver Paşa ve arkadaşları aracılığıyla bağımsızlık ve özgürlüklerine
kavuşacaklarını söyleyerek, Orta Asya ve Hindistan’da İngiliz emperyalizmiyle
mücadeleyi sağlamayı ve Rusya’da kurulan yeni düzeni güçlendirmeyi
istemekteydi. Ayrıca Türk ordusunu desteklemek için Anadolu’ya gönderilecek
olan Kafkas Atlı Birlikleri ve Komünist Parti aracılığıyla, Atatürk ile Enver
Paşa arasında bir iktidar mücadelesi başlatarak Anadolu’da bir Sovyet Hükümeti
kurmayı tasarlamaktaydı. Anadolu ulusal hareketi, İngiliz emperyalizmine ve
bütün Batı’ya karşı Rusya’nın güçlü bir kozu olacaktı.
3. İttihatçı önderler açısından ise
amaç; özellikle Enver Paşa bir yandan Anadolu’daki emperyalist karşıtı akımın
önderliğini ele geçirmeye çalışırken, öte yandan ufuklarını bununla
sınırlamayarak Orta Asya Türklerini de içine alacak bir Turan Cumhuriyeti
kurmak istiyordu.
- Sovyet
Rusya’nın Anadolu’ya İlk Adımı
Atatürk,
Sivas Kongresi’nden hemen sonra Sovyet Rusya’ya gayrı resmî bir
temsilcinin gönderilmesini, para ve silah yardımı almak olanaklarının
araştırılmasını uygun görmüştü. Bu
kişi, eski İttihatçılardan Enver Paşa’nın amcası; Halil Paşa’ydı. Sivas’ta,
Halil Paşa ile görüşen Atatürk, şu sözleri söylemişti:
“Senden doğu
bölgelerinde yararlanmak isteriz. Örneğin Bolşeviklerle aramızda yol açmak
ve bu suretle bağlantıyı sağlamak, sonra Bolşeviklerden silâh, cephane ve
paraca yardım görmek... Siz mütarekeden önce Kafkaslarda ordularımızla harekât
yapmıştınız. O zamanlarda Bolşevikleri yakından tanımıştınız. Onun için bu
taraflardan Anadolu’ya yapacağınız yardım, diğer taraflardan yapacağınız yardımlardan
daha değerli olacaktır.”([115])
Halil Paşa,
Eylül 1919’da gizlice Rusya’ya doğru hareket etmişti. Halil Paşa, Anadolu’nun
durumunu anlattıktan sonra emperyalistlere karşı savaşabilmek için silah ve
cephaneye ihtiyaçları olduğunu belirtmiştir. Bu görüşmelerden sonra, 1920 yılının başlarında deniz yoluyla
Trabzon’a silah ve cephane yollanmış ve aynı zamanda Karaköse’de yüz bin lira
değerindeki altın teslim alınmıştır.
Ayrıca,
Halil Paşa Moskova’ya gitmeden önce Sovyetler Birliği tarafından Mahmudov adlı
bir temsilci Sivas Kongresi’ne gözlemci olarak gönderilmiştir.
- Enver,
Talat Ve Cemal Paşalar Moskova’da
Osmanlı
Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesinde büyük sorumlulukları olan Enver,
Cemal ve Talat Paşalar, savaşın Osmanlı Devleti aleyhine sona ermesi üzerine yurttan
kaçmışlar, önce Almanya’ya ve sonra da Rusya’ya gitmişlerdi. Rusya’ya giden
Enver Paşa ve arkadaşlarının durum ve tutumları Kurtuluş Savaşı sırasında önemli etkiler yapmıştır.
Bu dönemde, Atatürk ile aralarında birkaç mektuplaşma olmuştur. Burada dikkat
çekici en büyük olay; Enver Paşa’nın arkasına Sovyet Rusya’yı alarak Anadolu’ya
girme isteğidir. Kafkaslarda oluşturulacak bir güçle Anadolu’daki mücadeleye
destek olmak istediğini belirten Enver Paşa’nın tutumuna karşılık Atatürk’ün
tutumu, aralarındaki ilişkiyi aydınlatıcı niteliktedir. Enver Paşa’nın bu
isteklerine karşılık Atatürk şunları söylemiştir:
“Zatıâlinizin
Batı âleminde, bizim Anavatanda, diğer arkadaşların da doğu ülkelerinde
yürütecekleri paralel çalışmanın, ülkenin kurtulması için çok verimli olacağı
kuşkusuzdur.”([116])
Böylelikle
Atatürk, Enver Paşa’nın Anadolu’daki mücadelenin dışında kalmasını istediğini
güzel bir dille belirtmiştir. Daha sonraki zamanlarda da Ankara hükümeti, Enver
Paşa ve yanındakilerinin, Ankara hükümeti tarafından görevlendirilmediğini
Sovyet Rusya’ya bildirmiştir. Fakat Kazım Karabekir, bu konuda Atatürk ile
düşünce ayrılığına düşmekteydi. Hala da Enver Paşalardan yararlanılması
gerektiği düşüncesindedir. Fakat Enver Paşa’nın yaptıkları ve Anadolu’da
verdiğimiz mücadeleyi düşündüğümüzde Atatürk, aldığı kararda gerçekçi ve
haklıdır. Çünkü yapılan bağımsızlık mücadelesi, İttihatçıların mücadelesi
olarak gözükecekti. Hâlbuki bu mücadele, Türk ulusunun mücadelesidir. Bunun
yanında da Enver Paşa güçlendikçe, Anadolu’ya belli bir güçle inmesi çok
olağandı. Böyle bir hareket Türk ulusunun geleceğini kötü etkileyecekti.
Böylesi bir riske girilemezdi. Diğer önemli bir konuysa; Sovyet Rusya, Enver
Paşa’yı kullanarak; Anadolu’da bir Bolşevik İhtilali yapacaktı. Enver Paşa ve
arkadaşları, Sovyetlerin gizli amaçlarını anlamalarına rağmen İngiliz
emperyalizmine karşı Ruslardan yararlanarak, bir cihat açmayı düşünüyorlardı. Böylece anavatana hizmet
edeceklerine inanıyorlardı. Bu düşünce, bütünüyle bir hayalden ibaretti. Sovyet
Rusya, o dönemlerde Anadolu’da bir Bolşevik İhtilal olmasını isterken, kendi
çıkarına olmayacak bir eyleme destek vermezdi; vermedi de…
Kütahya –
Eskişehir savaşlarını kaybeden Batı Cephesi’nin Sakarya nehrinin gerisine
çekilmesi bazı kimselerin tutkularını tekrardan alevlendirmiştir. Bunun
sonucunda da Ankara ulusal idaresinin dağılacağı düşüncesini ortalığa
söylemekten çekinmiyorlardı. Enver Paşa da 28 Temmuz 1921’de Sovyet Dışişleri
Komiseri Çiçerin ile acele ve gizlice görüşmek istemişti. Görüşmeden sonra 30
Temmuz’da Moskova’dan ayrılmış, trenle Kafkasya yönüne hareket etmişti.
Yaklaşık on beş bin kişilik kızıl bir Müslüman gücü de Ruslar tarafından
Bakü’ye hareket ettirilmişti.
Sovyet
Rusya’ya Anadolu’daki olayların yanlış aktarılması; Sovyet Rusya’nın da
tutkularını ortaya çıkartmaya itiyordu. Bu durum karşısında Sovyet Rusya, genel
bir anlatımla şöyle hareket etmiştir; Türk Batı cephesi Avrupa
emperyalistlerine karşı yenilgiye uğramıştır. Bunun sonucu olarak Ankara
Hükümeti savaştan çekilebilir. Hâlbuki bu cephenin yeniden tesisi Sovyet çıkarlarına
uygundur. Bu amaçla ve her olasılığa karşı
Enver Paşa ile Kızıl Ordu’dan bazı Müslüman kıtaların Güney Kafkasya’ya
gönderilmesi gerekir.
Avrupa’dan
gelen haberlerden, Yunan saldırısının Sakarya’da durdurabileceğinin
anlaşılmasına rağmen, Sovyet Hükümeti’nin inancı, hâlâ Türklerin dağılacağı
noktasındaydı. Bundan dolayı, durumlarını güçlü göstermeye çalışıyorlar ve
Türklere her türlü yardımı yapabileceklerini söylüyorlardı. Amaçları, Türklerin
maneviyatını yükselterek Batı Cephesi’nde savaşa devam etmelerini sağlamaktı.
Eğer Atatürk’ün başkanlık ettiği TBMM ve Hükümeti savaşa devam edemeyecek
olursa da, Enver Paşa’yı Kızıl Ordu’dan seçecekleri veya yeniden kuracakları
Müslüman güçleriyle Anadolu’ya göndererek, Batı Cephesi’ni ve Ankara
Hükümeti’ni kendi nüfuzları altına alacaklardı. Fakat Sakarya Meydan
Çarpışmasının kazanılması; Ankara’nın güçlü olduğunu göstermişti. Bunun
sonucunda da Ankara’nın siyasal alanda güçlenmesini sağlamıştı.
Özetle,
Enver Paşa sebebi ne olursa olsun Türkiye’den kaçmış ve sürgüne kendi kendisini
mahkûm etmiştir. Enver Paşa’ya göre, Anadolu’ya çok yardım sağlanmıştır ve onun
sayesinde olmuştur. Fakat bu görüş, onun sayesinde elde edilmiş olmaktan çok
uzaktır.
- TBMM’nin
Açılması Ve Sovyet Rusya İle İlk Resmi İlişkiler
Meclis’in kurulduğu
zamanlarda, Anadolu’yu temsil eden Ankara Hükümeti yalnızdı. Dünyada, başta
İngiliz emperyalizmi olmak üzere bütün batı emperyalizmine karşı doğuda bir
başkaldırış söz konusuydu. Ankara hükümetinin birincil önceliği; batı
emperyalizmini kendine düşman olarak gören Sovyetler ile içten ve iyi ilişkiler
kurarak; emperyalizmle yan yana savaşmak isteğiydi. Bunun neticesinde de maddi
ve askeri teçhizat bakımından zayıf kalan Anadolu’ya bir şekilde yardım
gerekiyordu. Bu eksiklerin bir bölümünü karşılamak için Sovyetlerle resmi
ilişkiler kurularak; birtakım antlaşmaların yapılması gerekiyordu. Meclis’in
kurulmasından üç gün sonra Atatürk, Moskova Hükümetine bir mektup yollamıştır:
“1.
Emperyalist hükümetlere karşı harekâtı ve bunların egemenliği ve sömürüsü
altında ezilen insanların kurtuluşu amacını güden Bolşevik Ruslarla çalışma ve
hareket birliğini kabul ediyoruz.
2. Bolşevik güçleri, Gürcistan
üzerine askerî harekât yapar ya da izleyeceği politika ve göstereceği etki ve
nüfuz ile Gürcistan’ın da Bolşevik birliğine girmesini ve içlerindeki İngiliz
güçlerini çıkarmak için bunlara karşı harekâta başlamasını sağlarsa, Türkiye
Hükümeti de emperyalist Ermeni Hükümeti üzerine bir askerî harekâtı yönetmeyi
ve Azerbaycan Hükümetini de Bolşevik devletleri grubuna sokmayı
yükümlenir.
3. Önce ulusal topraklarımızı işgal
altında bulunduran emperyalist güçleri kovmak ve ilerde emperyalizme karşı
meydana gelecek ortak mücadelelerimiz için ordularımızı kurmak üzere
şimdilik, ilk taksit olarak beş milyon altının, kararlaştırılacak sayıda
cephanenin diğer savaş makinelerinin, araçların, sağlık araçlarının ve yalnız
doğuda harekât yapacak güçler için yiyeceklerin Rus Sovyet Cumhuriyeti’nce
sağlanması rica olunur.”([117])
Atatürk’ün
imzasının olduğu bu mektubun bir başlığı yoktu. Bu mektuba Kazım Karabekir
tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Moskova Sovyet Hükümeti’ne
Birinci Önerisidir başlığı verilmiştir. Bu konuda araştırma yapan
araştırmacılara göre, bu mektup bizzat Bolşeviklerin önderi Lenin’e
gönderilmiştir. Ancak, bu mektubun hiçbir yerinde Lenin’e yollandığına dair bir
belirtme yoktur.
Ankara’nın
ikinci girişimi ise; Atatürk’ün görevlendirdiği 5 kişilik bir kuruldu. Bu
kurulun başındaki Bekir Sami Bey, TBMM’nin Dışişleri Vekiliydi. 11 Mayıs
1920’de Rusya ile resmi görüşmeler yapmak için yola çıkmışlardır.
Atatürk’ün
mektubuna 3 Haziran 1920’de Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin tarafından cevap
gelmiştir. Çiçerin, TBMM ile işbirliği ve doğrudan ilişki kurmayı kabul etmenin
yanında, asıl vurguyu Anadolu’da yaşayan halkların kendi kaderlerini belirleme
haklarına ve Boğazlar sorununun
Karadeniz’e kıyısı olan devletlerarasında düzenlenecek bir konferansta çözüme
kavuşturulmasına yapmaktaydı. Çiçerin’in bir ittifaktan hiç söz etmemesi Ankara
Hükümeti için önemli bir konu olmuştur. Gerek Bekir Sami Bey ve gerekse Ali
Fuat Paşa kurullarının Moskova’da bu konuda harcadıkları çabalar, istenilen
sonuçları doğurmamıştır.
Sovyet
Rusya’nın Türkiye ile ittifaka girmekten kaçınmasının sebepleri şunlardır;
1. Sovyet Hükümeti bu sırada İngiltere
ile bir ticaret anlaşması yapmak için çaba harcıyordu. İngiltere’den almaya
muhtaç olduğu birçok madde vardı. Türkiye ile İngiltere’ye karşı yapılacak olan
bir ittifak, bu ticaret anlaşmasına engel olabilirdi.
2. Sovyet Rusya, Polonya Savaşı,
Wrangel ve Gürcistan’daki Menşeviklerle([118]) uğraşmaktaydı. Ankara
ile bir ittifak, Rus askerlerinin Anadolu’da Yunanlılara karşı savaşmasını
gerektirebilirdi.
3. Bolşevikler, komünist olmayan hatta
komünistlere karşı önlem alan bir ülke ile ittifakı da tehlikeli bulmuşlardı.
3 Haziran
1920 tarihli mektup ile Sovyet Hükümeti TBMM’yi resmen tanımış ve iki hükümet
arasında diplomatik ilişkiler resmen kurulmuştur.
- İlk
Türk Kurulu Moskova’da
Sovyet
Hükümeti’nin çeşitli yollardan Türkiye ile temas kurma çabasına girişmesi,
Ulusal Mücadele ile ilgisi olmayan kimselerin Ankara hesabına Sovyetlerle
müzakerelerde bulunmalarını önlemek ve Sovyet Rusya’ya asıl muhataplarının
Ankara hükümeti olduğunu göstermek için Ankara hükümeti, kurul göndermeyi
kararlaştırmıştır. İstanbul’un işgal edilmesi, Sevr Antlaşması koşullarının
açığa vurulması da Sovyetlerden bir an önce yardım sağlanmasını gerektiriyordu.
11 Mayıs
1920’de yola çıkan kurula yapacağı temaslar konusunda şu talimatlar verilmişti:
-
Türkiye’nin Batı devletlerinin köleliğine düşmesini, Rusya kendi temel
çıkarlarına kesinlikle aykırı görüyorsa, bize yardım etmesi ve bizimle
anlaşması için temel bir dayanağımız var demektir.
-
Türkiye’nin isteği, şimdiki ulusal sınırlar içinde iç ve dış tam bağımsızlık
içinde yaşamak ve bu temel isteğin sağlanması
şartıyla Rusya ile kader ve gelecek birliğini kurmaktır.
-
Boğazlardan yararlanma, tüm Karadeniz ülkelerine serbest olacaktır. Bunu
sağlamak için Karadeniz Boğazı’nda tahkimat([119]) yapılmamak,
İstanbul’a Rus donanmasının gelmesinin bizim anlayışımız ve isteğimize bağlı
olmak üzere, Çanakkale Boğazı tahkimatını Ruslarla birlikte savunmamızdır. Bu
koşullardan daha fazlası Rusların Çanakkale tahkimatını bağımsız olarak elinde
bulundurmaları ya da İstanbul’a donanmalarını istedikleri zaman getirmeleridir
ki; her iki şık da İstanbul’un elimizde bulundurulması kuralını bozar. Ruslar
için Boğazların tam özgürlüğünü yalnız anlaşma koşullarıyla sağlamak ya da
Boğazın savunma ve denetimini tüm Karadeniz devletlerinin bir ortak sorunu
olarak onaylatmak çok daha uygun ve iyi bir çözüm yoludur.
- Dışardan
yapılacak yardım; para, savaş araçları, makineler olacaktır.
- Ruslarla
kader birliği etmek, onların yardımından yararlanmak için ulaştırmanın engelsiz
ve kesinlikle güvenilir olması gerekmektedir.
Türkiye ile
henüz dostluk kurulmayan Taşnak Ermenistan’ı ve Menşevik Gürcistan
topraklarından geçerek Moskova’ya ulaşmaları olanaksızdı. Bu yüzden çok
dolambaçlı yollarla Moskova’ya gitmişlerdir. Yola çıktıktan altmış dokuz gün
sonra ancak Moskova’ya ulaşabilmişlerdir. Sovyet Rusya’nın tutumunu
gösterecek bir başka olay ise; Moskova’ya ulaşan ilk resmi kurulumuzu, Moskova
garında karşılayan herhangi bir yüksek rütbeli Sovyet yetkilisinin olmayışıdır.
Trende tanıştıkları biri onlar için Rus Dışişlerine telefon etmiş, ancak bir
saat sonra bir otomobil gelip kendilerini almıştır. Ruslar, o günlerde
Petersburg’da oturum yapan III. Enternasyonal’e katılmış olmalarını özür olarak
öne sürmüşlerdi. Kendilerine karşı gösterilen bu ilgisizlik, Türk
temsilcilerini öfkelendirmişti. Yine o günlerde Bolşeviklerin, İngilizlerle bir
ticaret anlaşması imzalamak üzere yaptıkları görüşmeler, Kafkaslar ile
Anadolu’ya karşı besledikleri amaçlar, Ermenilerle Türkler arasındaki sınır
sorununda arabuluculuk önerisinde bulunmuş olmaları ve böylece Kemalistleri
Kafkaslardaki Ermeni seddini yıkmak fırsatından yoksun bırakmaları, Türklerin
Sovyetlere karşı olan kuşkularını epey arttırmıştır.
- Moskova’da
İlk Müzakere
Bekir Sami
Bey başkanlığındaki Türk Kurulu 24 Temmuz 1920’de Sovyet Dışişleri Komiseri
Çiçerin tarafından kabul edilmiştir. Bu görüşmede Komiser Vekili Karahan da
bulunmuştur. Çiçerin, Cemal ve Halil Paşalarla lüzumlu esasların tespit
edildiğini, ayrıntıların da Türk delegeleri ile kararlaştırabileceğini
söylemiştir. Bekir Sami Bey ise; Cemal ve Halil Paşaların TBMM tarafından
görevlendirilmediklerini, bundan dolayı girişim ve üstlendiklerinin kişisel bir
değer taşıdığını belirtmiştir.
Daha sonra
25 Temmuz 1920 gecesinde Türk Kurulu, Karahan ile görüşmüş, muhtaç olunan silah
ve mühimmatın Anadolu’ya süratle nakledilebilmesi için kapalı olan Ermenistan
yolunun bir an önce açılmasını öne sürmüştü. Karahan ise, Lehistan meselesinin
önemi üzerinde durarak oradan güç getirerek yolun açılmasının güç olduğunu ve
Ermenistan’a karşı sebepsiz bir saldırının Batı ve Amerika kamuoyunda kötü bir
etki bırakacağını söylemişti. Bunlara ek olarak; Ermeni Hükümeti’nin, nezdine
gönderilen elçilik kurulunun sınırı geçmesini uygun görmediğini, siyasî
girişimlere başlandığı için bir iki hafta içinde yolun açılmasından ümitli
olduğunu söylemişti. Bekir Sami Bey, durumun on beş gün bile beklemeye uygun
olmadığını, yolun bir an önce açılarak ulaşımın sağlanmasının yaşamsal bir
sorun olduğunu ısrarla belirtmiş ve şunu sormuştu:
“Ermeni
ordusunun sınırımıza saldırma olasılığı var mıdır?”([120])
Karahan,
Ermenilerin böyle bir yürekliliğe bulunamayacakları, bulundukları takdirde
şiddetli bir uyarı vererek yolu açtırmanın olası olacağı, ısrarları halinde ise
Ermenilerle savaşın kaçınılmaz olduğu şeklinde bir cevap vermişti.
Bu görüşme
zamanının geç olmasından dolayı Karahan, ikinci görüşmenin 26 Temmuz Pazartesi
olacağını belirtmişti. Ancak, kendisinden pazartesi günü haber gelmediği gibi
sonraki günlerde de gelmemişti. Türk Kurulu kendisine verilen görevin gereği olarak,
esaslı müzakerelere bir an önce girişilmesini istemesine rağmen Sovyetler, Türk
Kurulunu oyalıyorlardı. Nihayet, 31 Temmuz Cumartesi günü Bekir Sami Bey’in
imzası ile Dışişleri Komiseri Çiçerin’e bir mektup gönderilmişti. Mektupta,
Anadolu’nun durumunun beklemeye uygun olmadığından söz edilerek, bir an önce
görüşme yapılması gerektiğini bildirilmişti. Mektuba hiçbir cevap gelmeyince
kurye İbrahim Efendi, Karahan’a gönderilmiş ve sonunda 4 Ağustos’ta Karahan’la
görüşme gerçekleşmiştir.
Görüşmelerde
ilk sözü alan Karahan, şu açıklamalarda bulunmuştur:
“Ankara
Hükümeti’nin Ermenistan’a bir nota vererek, Ermeni askerlerinin Brest -
Litovsk
antlaşmasındaki sınırlara çekilmelerini istediğini haber aldık. Türkiye’nin ne
kendi başına ve ne de Sovyet Rusya ile birlikte Ermenilerden maden isteğinde
bulunmasını bazı sebeplerden dolayı uygun bulmuyoruz. Eski Rusya içindeki
Ermenistan ile sorunu biz hallederiz. Savaş istememekle beraber Ermenistan’a
karşı hazırlıklı bulunuyoruz. Ermenistan’a savaş sebebi yapmak bize aittir;
bunun için de elimizde bazı deliller vardır. Bunları bir şekle koyarak ilân
edeceğiz. Örneğin Türkiye’ye gönderdiğimiz yirmi beş put altını Ermeniler alı
koydular. Kırk sekiz saat zarfında bu altının iadesi için Ermenistan
Hükümeti’ne bir nota verdik. Ermenistan Hükümeti, buradaki Ermeni kurulunu geri
çağırmıştır. Türkiye’ye yardım gerekliliğini ehemmiyetle takdir ediyoruz. İyi
biliniz ki, bu ay nihayetine kadar yol açılacaktır. Konu, gizli tutulsun; bunu
yalnız hükümetinize bildirebilirsiniz. Brest - Litovsk sınırını iddia
ediyorsunuz. Fakat her şeyi şimdi yürürlükte olmayan bir antlaşmaya dayandırmak
doğru olmaz. Aradan zaman geçti ve birçok şey değişti. Böyleyken bu antlaşmanın
aramızda incelenmesi gerekir.”([121])
Türk Kurulu,
Moskova’ya yalnız yardım sağlamak için gelmediklerini, aynı zamanda dostluk ve
ittifak esaslarını tespit etmenin de görevleri arasında olduğunu ve bu işlere
bir an önce başlanarak işlerin
halledilmesini istediklerini söylemiştir. Bekir Sami Bey, Karahan ile
yaptıkları görüşmeden sonra düşüncelerini Ankara’ya bildirmiş; ayrıca bazı
haberler de göndermişti: “Moskova’ya ulaştığımızda İliyava adında
bir kişinin büyükelçi olarak Ankara’ya gönderileceğini öğrendik.
...Elçilik kurulu iki yüz kişiye yakındır.”([122])
Türk Kurulu,
13 Ağustos’ta Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin tarafından kabul edilmiştir. Bu
görüşmede Çiçerin, Brest - Litovsk ve Ermenistan konuları üzerinde durmuş ve
temel konulara bir türlü geçilememişti. Çiçerin’in silah ve mühimmat komisyonu görüşmelerinin ne yönde olduğuna dair
sorduğu bir soruya Türk Kurulu; istenilen savaş malzemesinin bir liste
halinde komisyona verildiğini, fakat henüz cevap alınamadığı yanıtını vermişti.
Türk Kurulu,
yardımdan bir an önce yararlanmak için Ermenistan yolunun açılması gerekliliği
üzerinde ısrarla duruyordu. Çiçerin, Bekir Sami Bey’in: “Yol hakkındaki
güvenceyi de tarafınızdan hükümetinize ulaştırabilir miyiz?”([123]) sorusuna cevap vermedi.
Ancak aynı soru tekrarlandığı zaman: “Biz Ermeniler ile bir antlaşma
sözleşmesini ve metnini bugün gazetelerde yayımladık. Bu antlaşma belgeleri
gerekliliğince Nahcivan, ordumuzun ve Şahtahtı kasabası ile Gulfa-Şahtahtı
demiryolu yolu Ermenistan’ın işgalinde kalacaktır. Bu önlem geçicidir”([124]) demiştir. Bunun üzerine Türk delegeleri derhal karşı çıkmışlar,
yolun açılmasını beklerken Ruslarla Türkler arasında mevcut tek bağlantı ve
ulaşım yolunun kapanmış olduğunu,
durumun çok daha kötü bir duruma girdiğini, buradan kalkıp gitmelerinin
gerekeceğini söylemişlerdir. Rusların Taşnak Ermenistan’la yaptıkları
anlaşmayla, Azerbaycan ile Türkiye arasındaki ulaştırma yolları Ermenilerin
eline geçiyordu. Rusların hedefleri şunlardı; Batı’ya yaranmak, Ermenistan’ı
Türkiye ile Azerbaycan arasında bir duvar gibi kullanmak ve Türkiye’nin de
Ermenistan lehinde toprak fedakârlığı (özveri) etmesini isteyebilmek. Nitekim
öyle de olmuş ve Ruslar Türkiye’den üç ili istemişlerdir.
Türk Kurulu
ile Karahan arasındaki görüşmeler, Sovyetlerin henüz esaslı müzakerelere
girişmeye yanaşmadıklarını ve bir oyalama siyaseti izlediklerini
göstermektedir. Çiçerin ile olan mülakat ise, yapacakları yardım ile Türk
toprakları üzerine gelecekte topraklarına katacakları Ermenistan hesabı için
bir pazarlığa zemin oluşturmak istedikleri anlaşılmaktadır. Türk Kurulu,
Dışişleri Komiseri Çiçerin ile yaptığı mülakattan bir gün sonra, yani 14
Ağustos 1920’de Sovyet Sosyalist Danışma Kurulu Cumhuriyeti’nin devlet başkanı
Lenin tarafından kabul edilmiştir. Kurul, istenilen yardımın geciktiğini
söyleyip açılacağı defalarca tekrar edilen Ermenistan yolunun henüz açılmadığı
gibi, Ruslarla Türkler arasında ulaşım ve bağlantıyı sağlayacak tek yol olan
Nahcivan – Şahtahtı demir yolunun Sovyet Hükümeti tarafından bu defa
Ermenistan’a bırakılmasının şaşırtıcı olduğunu belirtmiştir. Lenin ise:
“Evet, bunda
haksızlık ve hata oldu. Sorun incelenmekte olup üç dört gün zarfında uygun bir
durum sureti bulunacağından umutluyum”([125]) demiştir.
Bekir Sami
ve Yusuf Kemal Beylerin Lenin ile yaptıkları mülakatı Ankara’ya anlatırken
Lenin’in içten ve iyi birisi olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşmelerde Lenin, ezilmiş uluslara yardımın Sovyet
Hükümeti’nin temel prensiplerine dayandığını, emperyalistlere ve özellikle de
İngiltere’ye karşı savaşa devam eden Türk ulusu hakkında pek içten duygular
beslediklerini ve Türkiye’ye yardım edeceklerini belirtmiştir.
Moskova’da
bir aydan fazla süren müzakereler neticesinde bir dostluk antlaşması projesi hazırlanmış ve 24 Ağustos 1920 tarihinde Türk ve Rus
delegeleri tarafından imzalanmıştır.
Ankara ve
Moskova Hükümetlerinin onayından geçtikten sonra yürürlüğe girecek olan dostluk
antlaşması ile Rusya Ulusal Ant sınırları içinde bağımsız bir Türkiye’yi resmen
tanıyor, Türkiye de Rusya’daki yeni Bolşevik Hükümeti’ni tanımayı onaylıyordu.
Taraflar, iyi komşuluk ilişkileri kurmayı, ticaretlerini geliştirmeyi, bir
diğerinin topraklarında yaşayan kendi uyruklarının hak ve hukukunun korunmasını
ve Boğazların uluslararası bir konferansta belirlenecek yeni durumu onaylamayı
üstleniyorlardı. Sovyetlerin isteği üzerine parasal ve askerî yardım konusu
antlaşma metninde yer almayacaktı.
Antlaşma
maddeleri her iki taraf delegeleri tarafından imzalandıktan üç gün sonra Çiçerin,
Türk Kurulu başkanı Bekir Sami Bey’i davet etmiş ve Dışişleri Komiserliği
binasında gece yarısından sonra üç buçuk saat süren bir mülakat yapılmıştır.
Çiçerin, Ermenistan’a Van ve Bitlis vilayetlerinden bir arazinin bölünmesini
istiyordu. Bu istek karşısında Bekir Sami Bey, Türkiye’de Ermenistan
vilayetinin bulunmadığını, Ermenilerin ülkemizin her yerinde Türklerle karışık
bir halde yaşadıklarını, hiçbir yerde üçte bir derecesinde bile çoğunluğu oluşturamadıklarını söylüyordu.
Çiçerin,
Ermenistan’a Van ve Bitlis’ten mutlaka bir kıtanın bırakılmasının zorunlu
olduğunu, Türklere yapacakları yardımın bu esaslara dayandığını, Halil ve Cemal
Paşalarla yaptıkları müzakerelerde aynı esasın onlar tarafından kabul
edildiğini ve Ermenistan’a bırakılacak yerlerde bir göçmenlik yapılacağını
tekrarlıyordu.
Bekir Sami
Bey: “Söylenen yardımın buna dayalı olduğunu bilmiyorduk. Yunanlılarla
Ermenilere toprak vermemek için bir buçuk seneden beri İtilâf Hükümetleri ile
savaşan ulusumuz, kendisine dost bildiği bir hükümetin de aynı siyaseti
güttüğünü görünce bu dostluğun kendisine ne yarar sağlayacağını düşünmekte
haklıdır. Bununla birlikte ülkemizi bölme amacından oluşan her iki siyaset
arasında ne yazık ki; fark kalmamış olacaktır.”([126]) demişti. Ayrıca Halil ve
Cemal Paşaların Türk ulusu yerine söz söyleme hakkının olmadığını belirtmişti.
Sovyet
Hükümeti’nin Türkiye’den toprak istediği tarih, Ulusal Hükümetin içeride ve
dışarıda türlü zorluklarla ve tehlikelerle savaştığı zamana rastlamaktaydı.
Yunanlılar, Uşak’a kadar gelmiş, bu durum Hükümet ve Meclis çevrelerinde
kararsızlık ve korku uyandırmıştı. Atatürk, Ali Fuat Paşa’ya gönderdiği
telgrafında Ruslarla ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Ermenistan’la
10 Ağustos’ta yaptıkları antlaşmada Şahtahtı –Culfa tren yolu Ermenilere bırakmışlar;
Azerbaycan’ın ve bizim kurulumuzun protestolarına karşı yanlış olduğunu
sözle anlatarak kararlarında henüz değişiklikler yapmamışlardı.
…Bolşeviklerin malzemece pek yoksul ve barışa istekli olduklarını,
fakat Lehistan yolculuğunu başarıyla bitirmeleri kolaylıkla ortaya çıkınca
Batılılarla hemen uyuşmak düşüncesinde olduklarını anladık. Bize karşı dost ve
ilgili görünerek hem İslam kamuoyu, hem İngiliz kamuoyu üzerinde etki yapmak ve
bu etkiyi korumak için zorunda kalırlarsa bize en düşük yardımlarda bulunmak
daha sonra Batılılarla uyuşmak olanağını korumak için bizimle kesin kararlara
girmemek hareketini gözlemledik. Bolşevikler aynı zamanda ülkemizde,
Bolşevik örgütü oluşturmak için olağan üstü çalışmalara başlamışlardır.
…kuruldan Trabzon aracılığıyla aldığımız yeni bir raporda ahitnameden
bahsedilmektedir. Buna nazaran Van, Bitlis ve Muş taraflarında Ermenilere
toprak bırakılması mevzubahis olduğu görülmektedir.”([127])
Çiçerin,
İtilaf Devletleri’nin Sivas ve Trabzon’u da kapsayacak Büyük bir Ermenistan kurmak
dileğinde olduklarını, oysa Sovyet Rusya’nın Ermenistan’a, Ermenistan nüfusuna
göre küçük bir bölgenin verilmesini istediğini belirtiyordu. Çiçerin’in bu
sözlerine sinirlenen Bekir Sami Bey, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve ekonomik
çıkarlarına aykırı bulduğu bu önerinin kabul edilemeyeceğini, ama Türkiye’de
yaşayan ve evlerini bırakıp kaçan Ermeni göçmenlerinin dönmelerini
kolaylaştırmayı hükümetine önereceğini bildirmişti. Çiçerin Ermenilerle ilgili
isteğinde direniyordu. Bekir Sami Bey ise, bu sorun üzerinde karar vermenin
kendi yetkisi dışında olduğunu ve hükümetine danışacağını belirtmişti. Bekir
Sami Bey, bu konuşulanları ayrıntılı bir rapor halinde Ankara’ya bildirmek ve
yeni bir talimat almak için kurulda bulunan Yusuf Kemal Bey’i yola çıkarmıştı.
Yusuf Kemal Bey on altı günlük bir yolculuktan sonra Trabzon’a gelerek 18
Eylül 1920’de bir telgrafla TBMM başkanlığına bilgi vermişti.
Moskova’ya
giden Türk Kurulu geri döndükten sonra Bekir Sami Bey, bir süre daha Moskova’da
kalmıştır. Bekir Sami Moskova’dayken, 16 Ekim 1920 tarihinde Atatürk tarafından
kendisine bir mektup yollanmıştır. Atatürk bu mektubunda, Rusların Ermeniler
adına yaptıkları toprak verme teklifine değinerek bu durumun içten bir ilerleme
gösteren Türk-Rus ilişkileri ile çeliştiğinden söz etmiş ve Ermenilere
kesinlikle herhangi bir toprak parçasının verilmeyeceğini bir kez daha
belirtmiştir. Atatürk mektubun devamında, Ruslar eğer Ermeni konusunda Ankara
hükümetinin isteklerini kabul ederlerse 24 Ağustos 1920’de paraf edilen anlaşmayı
imzalaması için Bekir Sami Bey’e yetki vermiş, aksi takdirde gelişmeleri takip
etmesi için bir süre daha Moskova’da kalmasını istemiştir. Ankara Hükümetinin
istekleri kabul edilmeyince TBMM Hükümeti, konuyu yeniden müzakere ederek
Sovyetlere karşı kesin bir tavır almış, alınan kararları da bir talimat halinde
telgraf ile Bekir Sami Bey’e bildirmiştir. Atatürk, bu telgrafın arkasından,
Doğu Cephesi’ndeki Ermenilerin bütün saldırı ve taşkınlıkları karşısında
sabırla beklemesini istediği Kâzım Karabekir Paşa’ya, harekete geçmesi için
gerekli direktifi göndermiştir.
24 Temmuz
1920’de Moskova’da görüşmelere başlayan TBMM Kurulu başarısız olmuştur. Kurul,
görüşmeler boyunca açlık çekecek düzeyde ilgiden yoksun kalmıştır. Öyle ki;
kurulun açlıktan kurtulmasına Tatar Türkleri yardımcı olmuşlardır. Yusuf Kemal
Bey, bu konuda şunları söylemektedir: “Moskova’da biz âdeta aç yaşıyorduk.
Hatıra defterime 24 Temmuz gününde yazmışım ‘…açlık canıma tak demeğe başladı.
Bir günlük yemeğimiz şu; sabahleyin saat 10 da -tabii Moskova saatiyle- çay,
tereyağı, gravyer cinsinden bir peynir, azıcık kara ekmek. Ben bunlardan yalnız
çayı içiyorum. Saat 4’te sade suya bir çorba, bir küçük et, yanında darı
(mısır) pilâvı. Etin, ne eti olduğu belli değil. Yenilemiyor. Darı, tuhaf bir şey...
Pişmeleri çok fena… Akşam saat 10’da çorbasız et, darı pilavı… O kadar…
Yemekler gayet az ve kötü. Ticaret yasak. Her yer kapalı. Lokantadan yemek,
çarşıdan bir şey almak olanaksız, sözün kısası açlığa idman ediyor ve
yavaş yavaş güçten düşüyorum’”([128])
Moskova’da
yapılan görüşmeler sonunda bir anlaşma imzalamayı başaramayan kurulun geri
dönüşü de karmaşık yollardan olmuştur. Bekir Sami Bey, 11 Eylül’de Moskova’dan
ayrılmış, 3 ay boyunca gözden kaybolmuş, 31 Ocak 1921’de Ankara’ya dönmüş, 1
Şubat’ta da gezi hakkındaki raporu TBMM’ye sunmuştur.
Çiçerin’in
Anadolu’dan Ermenistan devleti için toprak istemesi; Sovyetlerin yalnızca
doktriner([129]) değil, siyasi ve
emperyalist amaçlarının olduğunu gösteriyordu. Her ne kadar kapitalizm ve
emperyalizme karşı mücadele ettiklerini söyleseler de Sovyetlerin de diğer
Batılı emperyalistlerden bir farkı yoktu.
- Bakü
Doğu Milletleri Kongresi Ve Türkiye İle İlgili Düşünceler
1920 yılı
içerisinde, birisi Moskova’da diğer ikisi Bakü’de olmak üzere Türkiye’yi
yakından ilgilendiren üç kongre yapılmıştır. Birincisi Moskova’da yapılan
Üçüncü Enternasyonal’in İkinci Kongresi, ikincisi Bakü’de yapılan Doğu
Halklarının Birinci Kongresi, sonuncusu da Bakü’de yapılan Türkiye Komünist
Teşkilatlarının Birinci Kongresi’dir. Burada önemle üzerinde durulan, Doğu
Halklarının Birinci Kongresi’dir. Bu kongre, 1 - 8 Eylül tarihleri arasında
toplanmış ve kongreye 37 ülkeden 1891 delege katılmıştır. Delegelerin hepsi
komünist partilerin üyeleri değildi. Bu nedenle kongre, komünistler ve
partisizler -komünist olmayanlar- olmak üzere iki kümeye ayrılmıştı. Türk
delegelerinin sayısı 235 idi. Ve hepsinin Anadolu’dan gelmedikleri açıktı. Sovyet
Rusya’nın, Doğu Halkları Kongresi’ne Türkiye’den delege gönderilmesi için TBMM
Hükümeti’ne resmen başvurmadığı, doğrudan doğruya halka başvurulduğu
anlaşılmaktadır. Türk ulusunun kendi seçtiği temsilcilerden oluşan ve
Türkiye’yi temsil eden TBMM’nin devre dışı bırakılarak doğrudan ulusa çağrı
yapılması, TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
TBMM
Hükümeti, bu kongreye resmen davet edilmediği için resmî olarak delege
göndermemişti. Yalnız temsilci olarak Moskova’da bulunan Dr. İbrahim Tali Bey,
Türkiye adına kongreye gözlemci olarak katılmaya memur edilmişti. Türkiye’nin
çok güç şartlar içinde bulunduğu bir zamanda, Doğu Halklarını ilgilendiren
böyle bir kongreye ilgisiz kalması söz konusu olamazdı. Çünkü bu kongre, diğer bütün
Doğu halklarından çok Türkiye’yi ilgilendirmekteydi. TBMM Hükümeti, Sovyet
Rusya ile iyi geçinmek, ondan parasal yardım almak ve onlarla dost olmak
istiyordu. Kongrede olup biteni ve Sovyet siyasetinin ne yönde geliştiğini
görmek de oldukça önemliydi. Ayrıca, kongreye gelecek diğer halklar arasında
gerekli propagandalar yapılabilir ve Türkiye’nin batı emperyalizmine karşı
verdiği mücadelede, onların desteği sağlanabilirdi.
Kongreye
Trablus, Cezayir, Tunus ve Fas devrimcilerinin vekili olarak Enver Paşa ve Azmi
Bey’ler de katılmıştı. Halifenin damadı sıfatını taşıyan Enver Paşa’nın oraya
getirilmesi de yine Doğu uluslarını Sovyetlerle işbirliği yapmaya teşvik etmek
içindi. Özellikle İttihatçı düşmanı olan Mustafa Suphi çevresinde, Enver Paşa
soğuk bir tepki yaratmış olmakla birlikte, Asya uluslarının temsilcileri
tarafından büyük bir coşkunlukla karşılanmıştı.
Kongrenin
amacı; Doğu’nun sömürge veya yarı sömürge durumundaki uluslarını kapitalist
İtilaf Devletleri’nin, özellikle İngiltere’nin oluşturduğu emperyalist cepheye
karşı ayaklandırmaya kışkırtmak, yani ulusal kurtuluş hareketlerini
özendirmekti. Bunun sağlanması, dünya devriminin gerçekleştirilmesi yolunda bir
adım olması bakımından Komintern’in([130]) amaçlarına ve Batılı
kapitalistlere karşı Sovyet anavatanının güçlü bir desteğe kavuşması yönünden
de Rus Bolşeviklerinin çıkarlarına hizmet edecekti. Doğu uluslarının Sovyet
Rusya’ya yaklaşmaları için, kongrede Türkiye iyi bir örnek oluyordu.
Kongrenin
Türkiye’ye dair kararı şöyle olmuştur:
“ Türkiye
emperyalizmin istilâcı çetelerine karşı savaşırken; kurultay, ona düşünce ve
gönül birliği gösterecektir. Fakat kurultay, bütün Doğu işçi ve
köylülerine de bağımsız Türkiye’ye yardımcı olmalarını dilerken Türk işçi ve
köylülerine de bağımsız örgüt ile düzenli olarak toplanmalarını öğütler. Onlar,
ancak bu sayede kendilerini özgürlüğe kavuşturabilirler. Baskılara ve hilelere
kurban olmaktan kendilerini kurtarabilirler. Bu suretle hükümet gücünü
ellerinde tutan birkaç kişi, artık kendilerini istilâcı kütlelerden birinin
çıkarına sürükleyemezler. Hem içerden ve hem dışardan zalimlerin pençesinden
kurtulmaktır ki; Türkiye’yi gerçek ve sağlam bağımsızlığa kavuşturabilir.”([131])
Bu kongrenin
çıkardığı kararda da görüldüğü gibi, Türk ulusunun bütününü kapsayan bir görüş
olmayıp; sadece tek bir sınıfa –işçi ve köylülere- dayandırılmış bir karardır.
Hâlbuki Türk ulusu, o sıralarda var olma savaşı vermektedir. Bu savaş, sadece
sınıfsal bir mücadele değildir. Atatürk’ün de dediği gibi, Türk ulusu
topyekûn savaştı. Emperyalist güçler, Türk ulusunu yok etme çabasındadır.
Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bu kongrenin çıkardığı ana karar;
Anadolu’da kurulması gereken hükümetin yönetim şekli, tek bir sınıfa dayanan
Sosyalist sistemidir. Bu kongre, Anadolu’da yaşanan olaylara karşı hiçbir
şekilde içten ve gerçekçi yaklaşmamıştır. Bu yüzden Bakü Kongresi, TBMM
Hükümeti’nin Sovyet Rusya’ya, komünizm düzenine, Türkiye’deki komünist
çalışmalara ve İttihatçılara karşı uygulayacağı siyasî yaklaşımında önemli rol
oynamıştır. Bakü Kongresi, Türkiye için bir dönüm noktasıdır; komünizme karşı
ciddi önlemler alınmıştır. Atatürk, Bakü Kongresi hakkında özetle şunları
söylemiştir:
“… Biz
kongrelere de gideriz. Her tarafa gideriz, her şeye katılırız. Yalnız biz
yaparız. Ulus gider, yani yalnız ulusun temsilcilerinden oluşan Meclis gider ve
yapılması gereken şeyi o yapar… Bakü’deki kongre gayri resmidir. O resmi olsa
idi, tabii Millet Meclisini davet ederdi.”([132])
Daha önceden
de belirttiğimiz gibi, enternasyonal kongrelerine Ankara Hükümeti davet
edilmez. Çünkü orada geri kalmış uluslar hakkında birtakım kararlar alınır. Ve
bu kararların içinde Anadolu Türkiye’si de vardır. Lenin’in sömürgeler ve geri
kalmış ülkelerle ilgili tezleri, III. Enternasyonal’in II. Kongresi’nde (21
Temmuz – 6 Ağustos 1920) uzun uzadıya tartışılmış ve değişikliklere uğramış
olmakla birlikte, anılan kongreden önce ve sonra hemen Lenin’in onlara verdiği
ilk biçimde uygulanmıştır. Bu tezlerden bizi ilgilendiren şudur:
Atatürk’ün
başkanlık ettiği kurtuluş hareketi bir burjuva - demokrat hareketi (doğrusu halk hareketidir) olduğundan ona komünist
rengi verilmesine yanaşılmamalıdır. Batılı devletlerle savaşında ona yardım
edilmelidir. Şu şartla ki, oda gerçek, yani, komintern yoluyla Moskova’ya
bağımlı bir komünist partisinin kurulmasına razı olsun. Bu partinin öz vazifesi
de Atatürk’ün yönettiği akımla çarpışmak olmalıdır. Yani Lenin, kendisinin
yayınladığı halkların kendi kaderlerini tayin edebilir bildirisi ile
çelişiyordu. Buradan da anlaşıldığı gibi, Sovyetlerin batılı emperyalistlerden
farklı olarak başka bir emperyalist düşünceler ile yayılmacılığı esas
almalarıdır.
- Kurtuluş
Savaşı Sırasında Sovyetler İle İlişkiler
Türk -
Ermeni sorununun temeli, Çarlık Rusya’sının Akdeniz’e inme emeline dayanır.
Batıda Boğazlar, doğuda Kafkasya ve Erzurum - Kars platosu bu yolu açan iki
kapı olarak seçilmiştir. I. Petro’dan II. Nikola’ya kadar gelip geçen on iki
Çar ve İmparatoriçe bu politikayı adım adım yürütmüşlerdir. Ermenileri, hep
Türklere karşı kışkırtarak kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Ermeni sorunu, ilklerden kabul edilen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşında
ortaya çıkmıştır. Rus Çarlığı, Ermenilere birtakım haklar tanıyarak onları
Osmanlı’dan koparmıştır. Daha sonralarında da ABD, İngiltere ve Fransa gibi
emperyalistler bu karışıklara neden olmuş ve Ermenileri, Türklere karşı
insanlık dışı eylemlere giriştirmişlerdir.
Bolşevik
ihtilalinden sonra da amacı pek değişmeyen Sovyet Rusya’nın yeni amacı da,
Ermenileri kullanarak Doğu Anadolu’yu egemenliği altına almaktı. Ermeniler de
savaş sırasında Rus işgalini kolaylaştırmışlardı. Rus güçleri saflarında
bulunan Ermeni gönüllü alaylarının yaptığı zulüm o kadar ağır olmuştu ki; Rus
komutanlığı bazı Ermeni birliklerini cepheden uzaklaştırarak geri hatlara sevk
etmek zorunluluğu hissetmişti. Rusya, Brest - Litovsk Antlaşması’nı imzalayarak
savaştan çekilmeden önce, Lenin ve Stalin imzası ile Pravda Gazetesinde, 13
Ocak 1918 tarihinde bir bildiri yayınlanmıştı: “Türk Ermenistan’ında Rus
askerlerinin çekilmesinden sonra güvenlik için Ermeni milisleri kurulup
silahlandırılması, Ermeni göçmenlerin yerine dönmeleri” gibi kararlar taşıyan
bu bildiri Rusya’nın gelecekteki amaçlarını gösteriyordu. Çünkü ihtilâli
başarabilmek isteyen Rusya, Brest – Litovsk’u istemeyerek imzalamıştır. Osmanlı
Devleti, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşması ile I. Dünya Savaşı’ndan
çekilmişti. Bu mütarekenin İngilizce metninde de benzer bir konu vardır: “6
Ermeni vilayetinde ayaklanma çıktığı takdirde buraların işgal hakkının saklı
olduğu” yazılıdır. Böylece, Ermenistan’ın kurulacağı anlaşılıyordu.
- Ermenilerle
Savaş ve Gümrü Antlaşması
Taşnak
Partisi tarafından idare edilen ve İtilaf Devletleri’nin yardımını gören Ermeni
Devleti, Çarlık Rusya’sının I. Dünya Savaşı’nda yenilmesi sonucu Güney Kafkas
sınırında Erivan, Gümrü ve Kars dolaylarında kurulmuştu. TBMM’nin açılmasını
izleyen günlerde bir yandan iç ayaklanmalar ülkeyi sarsarken, diğer yandan 22
Haziran’da Yunan ordusu, saldırıya geçerek Bursa’yı almıştı. Batıda bu
gelişmeler sürerken Doğuda Ermeni saldırıları tehlikeli boyutlara varmaktaydı.
Ermeniler, Paris Barış Konferansı’na başvurarak Türkiye’de 2.100.000 Ermeni
bulunduğunu ileri sürmüşler ve altı vilayete ek olarak Adana, Mersin,
İskenderun, Sivas, Tokat, Amasya, Trabzon ve hemen bütün Doğu Anadolu’yu içine
alan toprakların kendilerine verilmesini istemişlerdi. 15. Kolordu Komutanı
Kâzım Karabekir Paşa, Ermeni saldırıları karşısında Kars-Bakü yolunu açmak,
Ermeni saldırılarına fırsat vermeden Elviye-i Selase’yi([133]) ele geçirmek için
hazırlıklara başlamıştı. Ermenilerin Türklere karşı zulmü, her geçen gün
artıyordu. Ermeniler, Türkiye’nin Doğu illerine göz dikmekle kalmıyor, aynı
zamanda Kafkaslarda Türkiye ile Sovyet Rusya’nın arasını kapatarak, Sovyet
Rusya’dan Anadolu’ya yardım gönderilmesini engelliyorlardı. Atatürk, bu konuda
şunları söylemektedir:
“…Mondros
Ateşkes Antlaşması’ndan beri Ermeniler gerek Ermenistan içinde, gerek sınıra
yakın yerlerde Türkleri toptan öldürmekten vazgeçmiyorlar. 1920 yılı
sonbaharında Ermeni kıyımı dayanılmaz bir duruma geldi.”([134])
Ancak,
Ermenilere yapılacak harekâtın, Sovyetler ile olan ilişkileri kötü etkilememesi
için Ankara Hükümeti, bu harekâtı belli bir süreliğine ertelemişti. Sovyetlerin
Ermeni olaylarına karşı tutumları netleşene kadar beklenen sürede, Ermenilerin
yaptığı katliamlar daha da büyüyordu; zulümler giderek artmıştı. Sovyet Rusya,
Polonya’daki çarpışmalar için Kafkasya’da bulunan orduların bir bölümünü
aktarmıştı. Bunun üzerine Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan askerî
çalışmalarını arttırmışlardı. Özellikle Ermenilerin direnişi Rus Hükümetini
kızdırmıştı. TBMM Hükümeti, Rusya’nın bu elverişli durumu ve Ermenilerin
saldırılarını arttırmaları sebebiyle Doğu ordusunu 28 - 29 Eylül’de ileri
harekete geçirdi. Saldırı, başarı ile gelişmekteydi. 29 Eylül’de Sarıkamış, 30
Ekim’de Kars alındı. Ankara Hükümeti, 1 Kasım 1920’de gönderdiği bir nota ile
Ermenilere barış önerdi. Bu barış önerisine yanıt vermeyen Ermeniler, Sovyet
Rusya ve ABD dâhil diğer emperyalist devletlere danışarak yardım beklemişlerdi.
Hiçbir yerden cevap alamadıkları için de Türk ordusu komutanlığına başvurarak
antlaşma istediler. 2 Aralık 1920’de Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalandı. Bu
antlaşma ile Kars, Sarıkamış, Kağızman, Kulp ve Iğdır gibi daha önce elden
çıkmış olan yerler yeniden Türk topraklarına katıldı. Atatürk, bu antlaşma ile
ilgili olarak şunları söylemiştir:
“…Gümrü
Antlaşması, Ulusal Hükümetin yaptığı ilk antlaşmadır. Bu antlaşma ile
düşmanlarımızın, ta Harşit koyağına dek olan Türk ülkelerini kendisine
bağışlamayı tasarladıkları Ermenistan, Osmanlı Devleti’nin 1877 savaşında
yitirmiş olduğu yerleri bize, Ulusal Hükümete bırakarak aradan çıkarılmıştır.”([135])
Gümrü
Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Ermeni Cumhuriyeti, Kızıl ordunun işgaline
girmiş, Erivan’da Sovyet Ermeni Hükümeti kurulmuştu. Gümrü Antlaşması,
antlaşmanın 18’inci maddesine göre onaylandıktan sonra yürürlüğe girecekti.
Ancak, Antlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra Ermeni topraklarının Kızıl
ordu tarafından işgal edilmesi ve Sovyet Ermeni Hükümeti’nin kurulması,
antlaşmanın yürürlüğe girmesine olanak vermemiştir. Ermenilerin tesliminden bir
hafta sonra, Sovyet Ermenistan’ı Dışişleri Komiseri T. Bekzadian, Ankara
Hükümeti’nden: “Taşnakların imzaladığı antlaşmayı açıkça geçersiz saymasını”
istemiş ve Ermenistan’ın Sovyetleştirilmesinden doğan yeni koşulları dikkate
alarak yeni bir antlaşma hazırlanmasını önermiştir. Sovyetler bu antlaşmanın
değiştirilmesini istiyorlardı. Ancak, Ankara bunu kesin bir şekilde
reddetmiştir. Sovyet istekleri, Ermeni isteklerinden farksız olduğu için Türk -
Ermeni sorununun yerini, Sovyetlerin Ermenistan’ı ele geçirmesinden sonra,
Türkiye - Sovyet sorunu almış ve Moskova Antlaşması’na kadar sürmüştür.
- Türk
- Sovyet İlişkilerinin Gelişmesi
Doğu
Cephesi’nde Ermenistan’a karşı askerî yengi elde edilip Gümrü Barış Antlaşması
yapılırken, güneyde Fransa yenilgiye uğratılmış ve 20 Ekim 1921’de Ankara
Antlaşması imzalanmıştı. İtalya Anadolu’dan çekilmekteydi. Batı Cephesi’nde de
Ocak 1921’deki I. İnönü, Nisan 1921’deki II. İnönü, özellikle de Eylül
1921’deki Sakarya Zaferi’nden sonra Anadolu’nun askerî gücü artık açıkça ortaya
çıkmıştı. Bu zaferler
elde edildikçe, Anadolu’nun diplomatik durumu da güçlenmekteydi. Anadolu, askerî gücünü
gösterdikçe ve siyasî alanda mesafeler kaydettikçe, Sovyetlerle olan ilişki de
kişiliğini bulmuştur. Şöyle ki; Sovyet düzeni Anadolu hareketinin niteliğini
iyi kavradıkça, ilişkilerin karşılıklı çıkara dayalı çerçevesi ve sınırı daha
da belirginleşmiştir. 16 Mart 1921’deki Türkiye - Sovyet Dostluk Antlaşması bu
çerçeveyi çizen belge olmuştur.
- İkinci
Türk Kurulu Moskova’da
İkinci
müzakereyi Moskova hükümeti istemiştir. Bunun üzerine 9 Kasım 1920 tarihli bir
kararname ile Batı Cephesi Kumandanı olan Ali Fuat Paşa’nın Moskova
büyükelçiliğine tayinine karar verildiği açıklanmış ve 21 Kasım 1920’de de
Paşa, bu Büyükelçiliğe tayin edilmiştir. Aralık başında Ankara’dan ayrılan Ali
Fuat Paşa’ya, Moskova’daki görevi ile ilgili yazılı bir talimat verilmiştir. 30
Kasım tarihli bu talimatta: “Rusya ile yapılmasına girişilen, antlaşma
maddeleri, tarafların temsilcilerince parafe edilen dostluk antlaşması
imzalansın, imzalanmasın, Türkiye ile Rusya arasında iyi komşuluk ilişkilerinin
güçlendirilmesine itina edilmesi” maddesi yer almıştır.
Sovyet
Rusya, Ali Fuat Paşa’nın Moskova Elçiliğine gönderilmesinden önce, 1920
Ekim’inde Budu Medivani’yi Ankara’ya elçi olarak atamıştı. Ancak, Sovyet elçisi
Ankara’ya 19 Şubat 1921’de gelebilmişti. O henüz yoldayken, Sovyet Dışişleri
Komiseri Çiçerin’den yeni bir telgraf almıştı. 1 Aralık 1920 günlü bu telgrafta,
Lenin ve Stalin’in 24 Ağustos görüşmelerinin
kesilmesine kadar geçen sürede hazırlanan taslak üzerinden bir “yardımlaşma”
antlaşmasını tamamlamak istediklerini bildiriliyordu. Elçi Medivani de Gümrü’de
buluştuğu Karabekir’e, Sovyetlerin Türkiye ile bir siyasal antlaşma ile
birlikte bir “askerî ittifak” sözleşmesi yapmak istediklerini bildirmişti.
Bunun üzerine Moskova’ya gönderilecek yeni bir kurul daha oluşturulmuştu.
Moskova’ya gidecek ikinci TBMM Kurulu, İktisat Vekili Yusuf Kemal Bey başkanlığında,
Maarif Vekili Doktor Rıza Nur Bey’den ve zaten yola çıkmış olan Büyükelçi Ali
Fuat Paşa’dan oluşuyordu. Kurula ayrıca kâtipler ve şifre memurları da
eklenmişti.
Elçilik
kurulu Kars’ta bulunduğu sırada, Sovyetlerin Ankara temsilciliğine atanmış
bulunan Medivani de Kars’a gelmişti. Medivani, Moskova’da egemen olan havanın
ilk Türk kurulunun gönderildiği zamankinden çok farklı olduğunu, Türkiye
sorununa daha fazla önem verildiğini belirtmiş, bu sözlerini resmî bir mektupla
doğrulayabileceğini söyleyerek 14 Ocak 1921 tarihinde Ali Fuat Paşa’ya hitaben
bir mektup yazmıştır. Bu mektupta şunları söylemiştir:
“...Sovyet Hükümeti’nin
Kafkas temsilcisi Yoldaş Orjanikidze... Moskova’da Yoldaş Çiçerin’le
her sorun hakkında görüştüğünü ve Türkiye Dışişleri söz konusu olan
sorunlar hakkında da görüşmüş olduğunu bana ulaştırdı. Bu esnada Çiçerin,
Orjanikidze’ye demiş ki; eğer Türk delege kurulu geç kalmayıp daha erken
gelebilirse bütün sorunlara hızlı bir hal sureti bulunabilecektir. Çiçerin,
Bekir Sami Bey’le olan konuşmasının çok eski zamana ait olduğunu ve o
konuşmanın gayesi resmî olmayan ve fakat daimi ve tabii müttefikleri bulunan
doğu Avrupa proletaryasının dikkat nazarını çekmeye yöneltilmiş
olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda Türk notasında ileri sürülen sorunların
Moskova ile Ankara arasındaki dostluğa engel olmayacağını TBMM Hükümeti’nin
anlayacağını ummuştur… Kendi namıma şunu beyan etmek isterim ki, Kâzım
Karabekir Paşa’ya daha önce de bildirmiş olduğum gibi Türkiye’ye hareketimden
önce ne bana verilmiş olan talimatta ve ne de yoldaş Stalin’le yapmış
olduğum mülakatta Ermenistan’a Türk toprağından herhangi bir bölümün
bırakılacağı hakkında bir sözcük bile yoktur...”([136])
- İkinci
Moskova Müzakereleri
19
Şubat’ta Moskova’ya varan ikinci Türk Kurulu, ilkine oranla büyük bir törenle
karşılanmıştır. İlk görüşme 21 Şubat 1921’de Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin
ve yardımcısı Karahan ile yapılmıştır. Görüşmede,
Çiçerin çok garip bir davranış içine girmiş, kurula niçin geldiğini sormuş,
Türkleri kendilerinin davet etmediklerini söylemiş ve Gümrü Antlaşması’nın
kaldırılmasını istemişti. Anadolu’da komünistlere yapılan kovuşturmalardan da
yakınarak, Türkiye ile bir ittifak antlaşması imzalayamayacaklarını ancak bir
dostluk antlaşması imzalayabileceklerini belirtmişti. Türk tarafının ise
amaçları şöyleydi: Ermenistan’dan hiç söz etmemek, toprak vermemek, TBMM
Hükümeti’nin Sovyetler tarafından hukuken tanınmasını sağlamak, para, silah,
cephane sağlamak.
Bu
görüşmelerde Çiçerin’in, Bekir Sami kuruluyla başlayan görüşmelerdeki olumsuz
görüşünü sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Türk Kurulu, görüşmeleri çıkmaza girmekten
kurtarabilmek için Stalin’e başvurmayı gerekli bulmuştur.
Sovyetlerin
Ankara Büyükelçisi olan Budu Medivani’nin önerisine uyarak, Stalin’den bir
mülakat istenmiştir. Bu isteğin onaylanması üzerine 22 – 23 Şubat gecesi Stalin
ile görüşülmüştür. Stalin, dostluk
antlaşmasının yapılmayışının nedenini bir ceza olarak değil, yapılmakta olan
İngiliz - Rus ticaret antlaşmasına, İngilizlerin Türkiye’ye yardım edilmemesi
konusunda ekledikleri bir kaydın gereği olduğunu göstermiş ve yardımın açıktan
yapılacağını belirtmiştir. Stalin bu görüşme sırasında şunları söylemiştir:
“İttifak
kuramayız. Çünkü İngilizlerle ticaret antlaşması yapacağız. Bundan amaç,
ticaret antlaşması aleyhinde bulunan Fransa ile bu antlaşmanın taraftarı
İngiltere’nin ve sonuç itibariyle Amerika’nın rekabetini doğurma ve bunların
bizlere karşı olan ittifakını parçalamaktır. Fakat asıl maksadımız olan
mücadeleye kapalı veya açık olarak devam edeceğiz. Biz muhtaç bulunduğumuz
maddeleri İngiltere’den alarak ve İtilaf Devletleri’nin ittifakını parçalayarak
önemli bir başarı sağlamış oluruz. Bununla birlikte bu ticaret antlaşmasına
zarar verecek her şeyden kaçınmak sizin de çıkarınızadır. İttifaktan
amacınız; para silah ve insanca yardım ise bunu derhal yapacağız. Kardeşlik
antlaşmasını imzalarız. Çünkü onda ticaret antlaşmasına zarar verecek
bir şey yoktur.”([137])
Stalin’le
yapılan bu görüşme, anlaşmanın önünü de açacaktır. Ama Stalin’in bu konuşması,
kendisinin Çiçerin’den daha yumuşak bir insan olmasından değildir. Stalin,
büyük olasılıkla iki önemli gelişmeyi dikkate alarak bu tutumu almıştır:
1. Aynı günlerde TBMM Hükümeti
adına Bekir Sami Bey Londra’da Batılılarla görüşmeler
yapmaktaydı.
2. I. İnönü
Savaşı’nda Yunan orduları ilk defa durdurulmuştu.
Türk
Kurulu, 23 – 24 Şubat gecesi Dışişleri Komiseri Çiçerin ile görüşmüştür. Ali
Fuat Paşa, Çiçerin’de hayret edici bir değişim olduğunu belirtmektedir.
Çiçerin, Ermeni sorunuyla ilgili önerisinin yanlış anlaşıldığını öne sürerek bunun
Ankara ve Anadolu’da, Rusya’ya karşı kötü görüşlere yol açmasından dolayı
üzüldüğünü söylemiştir.
Moskova’da
26 Şubat’tan 15 Mart’a kadar devam eden müzakereler sonunda Türk-Sovyet Dostluk
Antlaşması’nın temelleri saptanmıştır. Müzakereler sırasında Türk Kurulu şu
görüşleri ileri sürmüştür:
1. İttifak antlaşması imzalanması,
Rusların yapacakları her türlü yardımın gizli bir antlaşma olarak buna ilavesi.
2. 28 Ocak 1920’de İstanbul
Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilen Ulusal Ant’taki Türkiye sınırlarının
Rusya tarafından onaylanması.
3. TBMM Hükümeti tarafından
onaylanmayan, Türkiye’ye ait hiçbir uluslararası sözleşme veya antlaşmanın
Rusya tarafından da tanınmaması.
4. Boğazların bütün ulusların
ticaretine serbest olarak açılmasının Ruslar tarafından onaylanması (Rusların
ileri sürecekleri şartların niteliğine göre, tarafımızdan da Türkiye’nin mutlak
egemenliği ile Türkiye’nin ve İstanbul’un güvenliğine bozukluk getirilmemesine
özen gösterilecek ve gerekirse bu yönde bazı karşı şartlarımız olacak).
5. Antlaşmadan önce Çarlık Rusya
ile yapılmış olan bütün sözleşme ve antlaşmalarda yer alan savaş borçlarının ve
kapitülasyonların kaldırılması.
6. I. Dünya Savaşı’nda esir düşen
ve hâlâ Rusya’da bulunan Türk subay ve askerlerinin süratle Türkiye’ye
gönderilmesi.
- Moskova
Antlaşması
16 Mart
1921’de Türkiye ile Sovyet Rusya arasında Moskova Antlaşması imzalanmıştır.
Aynı gün Londra’da İngiltere ile bir ticaret antlaşmasının imzalanacak olması
nedeniyle Türk antlaşmasının ilânı, Rusların isteği üzerine 18 Mart günü
yapılmıştır. Bunun nedeni de Sovyet Rusya’nın, İngilizler ile yapacakları
anlaşmanın tehlikeye girmemesi içindir. Bu antlaşma; bir önsöz, on altı madde
ve üç ekten oluşmaktadır. Antlaşmanın başlangıç bölümünde tarafların, ulusların
kardeşliği ilkesini ve her ulusun kendi geleceğini serbestçe saptama
hakkına sahip olmasını tanıdıklarını vurgulanmıştır. Bu nedenle, Dostluk ve
Kardeşlik Antlaşması olarak nitelendirilmiştir. Antlaşmayı, TBMM Hükümeti adına
Yusuf Kemal Bey, Dr. Rıza Nur Bey ve Ali Fuat Paşa, Sovyet Rusya adına Çiçerin
ile Celal Korkmazof imzalamıştır.
TBMM
Hükümeti’nin büyük bir devletle imzaladığı bu ilk antlaşma çok önemli kararlar
içermektedir. Bu kararlar şunlardır:
1. Madde: İki taraftan
birine zorla imzalatılmak istenen antlaşma ve devletlerarası sözleşmeyi, diğeri
de tanımamayı kabul edecektir. Sovyet Rusya Hükümeti, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nce temsil edilmekte olan Türkiye Hükümeti tarafından tanınmamış hiçbir
senedi tanımayacaktır.
Bu
antlaşmadaki Türkiye terimi ile Ulusal Ant’ın kapsadığı topraklar
kastedilmektedir. Böylece ilk kez büyük bir devlet Ulusal Ant’ı tanımış
oluyordu.
2. Madde: Batum liman şehri
bazı şartlarla Gürcistan’a bırakılacaktır.
Ulusal
Ant’a dâhil olan Batum’un Gürcistan’a bırakılışı antlaşmanın yapılabilmesi için
Ankara’nın verdiği tek ödündür.
3. Madde: Nahcivan toprağı,
Azerbaycan egemenliğinde bağımsız bir bölge durumuna getirilecektir.
4. Madde: Sözleşmeli
taraflar, Doğu uluslarının ulusal kurtuluş hareketleri ile Rusya işçilerinin
yeni bir sosyal düzen için savaşımı arasındaki yakınlığı gözlemleyerek, bu
ulusların özgürlük ve bağımsızlık haklarını ve diledikleri hükümet düzeni ile
yönetilmek haklarını açıkça belirtirler.
5. Madde: Boğazların tüm
ulusların ticaretine açılması ve geçiş özgürlüğünün sağlanması için, sözleşmeli
taraflar, Karadeniz ve Boğazların bağlı olacağı düzenin kesin biçimde
hazırlanması işinin, kıyı devletlerinin temsilcilerinden oluşmak üzere daha
sonra yapılacak bir konferansa bırakılmasını uygun bulurlar.
Şu da var
ki, bu konferansta alınacak kararların Türkiye’nin salt egemenliğine ve Türkiye
ile onun başkenti olan İstanbul’un güvenliğine hiçbir zarar getirmemesi
gerekir.
6. Madde: Taraflar, iki ulus
arasında şimdiye kadar yapılmış bütün antlaşmaların karşılıklı çıkarlara uygun
olmadığı için geçersizliği konusunda görüş birliğine varmıştır. Daha önce Çar
Hükümeti ile Türkiye arasında yapılan antlaşmalarda yer alan parasal vb.
kararlar onaylanmayacaktır.
Böylece
Türkiye, Çarlık Rusya’sına olan borçlarından kurtulmuştur.
7. Madde: Sovyet Rusya
Hükümeti, kapitülasyonlar yönetiminin, her ülkenin ulusal gelişmesinin özgürce
sürmesi ve egemenlik haklarının bütünüyle kullanılmasıyla bağdaşmadığını kabul
ederek, kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmiştir.
Moskova
Antlaşması, Türkiye’de kapitülasyon düzeninin ulusal egemenlik kavramıyla
bağdaşmayacağını Lozan Antlaşması’ndan önce açıklayan ilk uluslararası belge
değerini taşır.
8. Madde: Sözleşmeli
taraflar, toprakları üzerinde karşı taraf ülkesinin ya da ona bağlı topraklardan
birinin hükümeti rolünü üstlenmek savında bulunan örgüt ve kümelerin
kurulmasını ya da yerleşmesini ve öteki ülkeye karşı savaşım amacında olan
kümelerin yerleşmesini hiçbir zaman onaylamamayı yükümlenmişlerdir.
Bu,
Türkiye’de Beyaz Ordu’nun amaçları doğrultusunda çalışanların ve Sovyet
Rusya’da Türk Komünistlerle İttihatçıların barındırılmaması anlamına
gelmektedir.
9. Madde: Sözleşmeli
taraflar, iki ülke arasındaki bağlantıların kesilmeden sürdürülmesi amacıyla,
demiryolu, telgraf vb. gibi ulaşım ve iletişimi koruma ve geliştirmeyi ve iki
ülke arasında zorluklarla karşılaşmaksızın, kişi ve malların özgürce geçişini
sağlamak için gerekli önlemlerin aralarında anlaşarak alınmasını
yükümlenmişlerdir.
10. Madde: Sözleşmeli
taraflardan birinin öteki taraf topraklarında oturan uyrukları, yerleşmiş
oldukları ülke yasalarından doğan hak ve görevlere uygun biçimde işlem görmekle
birlikte, ulusal savunmaya ilişkin yasalardan ayrı tutulup onlara uymaları
istenilmeyecektir.
11. Madde: Taraflardan
birinin öteki taraf topraklarında oturan uyrukları için, En Çok Gözetilen Ulus
işlemi uygulanmasına izin verilmiştir.
12. Madde: 1918 yılından önce
Rusya bölümünde iken, üzerlerine Türkiye’nin egemenlik hakkı teyit edilmiş
topraklarda oturanlar, Türk bağlılığından çıkmak istedikleri takdirde eşya ve
mallarını alarak Türkiye’den özgürce ayrılabilirler. Yine, Türkiye tarafından
Gürcistan’a bırakılmış olan arazide oturanlar Gürcü bağlılığından çıkmak
istedikleri takdirde eşya ve mallarını veya bunların bedellerini alarak
Gürcistan’dan ayrılabileceklerdir.
13. Madde: Rusya, tüm savaş
tutsakları ile sivil tutuklulardan, Kafkasya ve Avrupa Rusya’sında bulunanları
bu antlaşmanın imzası gününden başlayarak üç ay içinde, Asya Rusya’sında bulunanları
altı ay içinde, Türkiye’nin kuzeydoğu sınırına kadar geri yollamayı
yükümlenmiştir. Henüz Türkiye’de bulunan Rus savaş tutsakları ile sivil
tutuklular için de Türkiye, özdeş işlem uygulayacaktır.
14. Madde: Konsolosluk ve
diğer bazı konularda anlaşmalar yapılacağı belirtilmiştir.
15. Madde: Bu, Türk - Rus
Antlaşması’nda, Güney Kafkasya Cumhuriyetlerine ilişkin kararlara Türkiye ile
bu Cumhuriyetler arasında yapılacak antlaşmalarda uyulmasını zorunlu kılmak
için, Rusya söz konusu Güney Kafkas Cumhuriyetleri katında gerekli girişimlerde
bulunmayı yükümlenmiştir.
Yani,
Sovyet Rusya bu antlaşmayı ve özellikle de Türkiye’nin doğu sınırlarını Kafkas
Cumhuriyetlerine kabul ettirmeyi üstleniyordu.
16. Madde: Bu antlaşma onay
işlemi görecektir. Onay belgeleri en kısa süre içinde Kars’ta verilecektir.
Moskova
Antlaşmasının 13. maddesinde öngörülen esirlerin ülkelerine dönmeleri konusunda
da 28 Mart 1921’de bir antlaşma imzalanmıştır. Bütün bu gelişmelerin sonrasında 22 Nisan 1922 günü
Moskova’daki Türk Askeri Ataşeliği, ÇEKA Polisi tarafından basılarak arama
yapılır; bazı belgelere el konulur ve kimi personel sınır dışı edilir. Bu
baskının nedeni bazı personelin casusluk yaptığı iddiasıdır. Yine de diplomatik
kurallar çiğnenerek yapılan bu baskın Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa ve
Ankara’da büyük memnuniyetsizlik oluşturur. Bazı personelin sınır dışı
edilmesine çok kızan Ali Fuat Paşa, Sovyet Dışişleri Komiser Yardımcısı
Karahan’ın görüşme isteğini reddederek Moskova’dan ayrılır ve Ankara’ya döner.
Ali Fuat Paşa’ya göre olay kışkırtmadır. Ali Fuat Paşa daha sonra
anılarında, 2 Temmuz 1922 günü Sovyet Hükümetinin resmen özürlerini
bildirdiğini ve konunun bütünüyle kapandığını söylemiştir. Ali Fuat Paşa, bu
olaydan sonra Moskova’ya dönmez ve yerine Ahmet Muhtar (Mollaoğlu) atanır.
- Kars
Antlaşması
Yunanistan’ın
Sakarya’da uğradıkları yenilgi, TBMM’nin saygınlığını ve siyasal gücünü
arttırmıştı. Türk ulusunun gözünde daha da büyüyen Atatürk, Türkiye’yi
diplomasi alanında daha da güçlü bir duruma getirmek ve Yunanistan’ı büsbütün
yalnız bırakmak amacıyla, Sakarya’da kazanılan yengiden yararlanma yoluna
gitmiştir.
Nitekim
bu yengiden sonra dış politikada yeni gelişmeler oluşmuş ve Türkiye dört
antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmalardan birincisi, Kafkas Devletleriyle
imzalanan Kars Antlaşması’dır. Aslında Yusuf Kemal Bey 13.09.1921’de Mecliste,
daha Moskova müzakereleri sırasında Rusya’nın bu müzakerelere “...Gürcüler,
Ermeniler ve Azerbaycanlılar beraber bulunsun bu konferansı beraber yapalım.”
diye ısrar ettiğini ancak Türk Kurulunun “Biz burada önce sizinle sorunlarımızı
hallederiz, sonra Bakü’ye gider orada da Azerbaycanlılarla görüşürüz, Tiflis’e
gider Gürcülerle görüşürüz… Ermenistan hakkında yetkimiz yoktur. Özellikle
Ermenilerle aramızda kararlaştırılmış bir antlaşma vardır, Gümrü Antlaşması.
Ona dair hükümetimizden talimat isteriz ve alınacak cevaba göre hareket ederiz”([138]) diyerek Rusya’nın
ısrarlarını reddettiğini belirtmektedir.
Görüşmelerde
TBMM Hükümeti’ni; Kâzım Karabekir Paşa, Veli Bey, Muhtar Bey ve Memduh Şevket
Beyler; Ermenistan’ı İskinaz Muradyan ve Boğus Makizyan; Azerbaycan’ı Behbut
Şah Tahtineskiyi; Gürcistan’ı Şalva İlyava ve Aleksandr Swanidze; Sovyet
Rusya’yı Jak Halskiyi temsil etmiştir. Hayli çetin geçen müzakerelerden
sonra Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan Devletleriyle 13 Ekim 1921’de Kars’ta
Antlaşma imzalanmıştır. Kars Antlaşması, gerek Türkiye’nin sınırları gerekse
koyduğu ilkeler bakımından yedi ay önce Moskova’da imzalanan Türk - Sovyet
Antlaşmasının bir benzeridir. Böyle de olsa, Kars Antlaşmasının Türkiye
açısından bir önemi şudur ki; Türk sınırı ve ilkeler Ermenistan, Azerbaycan ve
Gürcistan ulusları adına da kabul edilip yükümlenmiştir. Kars Antlaşmasını,
Moskova Antlaşmasıyla kıyaslayarak maddeleri inceleyelim:
Eski
antlaşmaların geçersizliği, Türkiye’nin Ulusal Ant sınırları ve Sovyetler
Birliği ile güneydoğu sınırlarına ilişkin birinci, ikinci, dördüncü ve altıncı
maddeleri Moskova Antlaşması’nın 1. ve 2. maddelerini karşılamaktadır. Sınır
üzerinde Azerbaycan’ın koruyuculuğunda, Nahcivan bölgesine ilişkin 5. Madde ve
III. Sayılı Ek, Moskova Antlaşması’nın 3. maddesi ve I (C) Ekinin karşılığıdır.
Kapitülasyonlarla
ilgili 3. madde Moskova Antlaşması’nın 7. maddesinin benzeridir. Sınır halkının
gidip gelmesi ve otlaklardan yararlanmasına ilişkin 7. ve 8. Maddeleri yeni
kararlardır; Moskova Antlaşması’nda yoktur.
Boğazlar
rejimine ilişkin 9. madde ile Gürcistan, bir Karadeniz kıyısı devleti olarak
aynı Sovyetler Birliği’nin Moskova Antlaşması’nın 5. maddesiyle ortaya konulan
duruma getirilmiştir. Sözleşmeli devletlerin birbiri aleyhindeki eylemlere izin
vermemeleri konusunda Moskova Antlaşması’nın 8. maddesinde yer alan kararları
Kars Antlaşması küçük değişikliklerle, 10. maddesiyle içermektedir. Kars
Antlaşması’yla Türkiye’nin doğu sınırı kesinlik kazanmıştır. Türkiye,
Kafkaslardaki durumunu sağlamlaştırmış ve Ulusal Ant’ı üç devlete kabul
ettirmiştir.
Atatürk,
01.03.1922’de Mecliste Kars Antlaşması ile ilgili şunları söylemiştir:
“Bu
antlaşma ile doğuda hukukî bir şekil alan eylemsel durumumuz da Sevr
Antlaşmasının uygulanamaz olduğunu gösteren olaylardan birisidir. Ermeni sorunu
denilen ve Ermeni ulusunun yararı gerçeğinden oluşan dünya kapitalistlerinin
ekonomik çıkarlarına göre çözmek istenilen sorun, Kars Antlaşmasıyla en doğru
durumuna geldi.”([139])
- Frünze
Kurulu’nun Ankara’ya Gelişi
Kars
Antlaşması’nın ardından Rusların görüşünde saygınlığı artan Türkiye, yeni
durumlardan yararlanarak Yunanlıların Anadolu’dan atılmasını sağlayacak genel
bir saldırı hazırlamak amacıyla, Sovyet Rusya’dan daha fazla parasal ve askerî
yardım istemek kararını almıştır. Moskova’daki Ali Fuat Paşa, o sıralarda
Kemalistlerle Fransız temsilcisi Franklin Bouillon arasında yapılan
görüşmelerden dolayı oluşan Sovyet kuşkularını yatıştırmak için, 17 Ekim’de Rus
önderlerinden Stalin’le görüşmüştür. TBMM yönetiminin amacının, Rusya ile
Türkiye’nin iki güçlü düşmanı olan Fransa ile İngiltere’yi birbirlerinden
ayırmak olduğunu, Türk - Fransız görüşmelerinin gizli bir yanı olmadığını
belirtmiştir. Stalin, Ali Fuat Paşa’nın verdiği bilgiden memnun görünmekle
birlikte, 20 Ekim1921’de Türkiye ile Fransa arasında imzalanan Ankara
Antlaşması’nda, gizli bir bölüm olduğuna inandığını ve bu bölümde, Ruslar
Batılı devletlere saldırırlarsa Türkiye’nin Kafkasya’yı istilâ edeceğini belirtmişti
Aslında
Dışişleri Vekili Yusuf Kemal Bey, Türk - Fransız müzakerelerinin başladığı
günden itibaren yapılan işlerden, Ankara’daki Rus Büyükelçisini günü gününe
haberdar etmekle kalmamış, bütün işlemlerle ilgili birer sureti kendisine
göndermiş ve itilaf nameye ait olup da yayımlanmamış olan mektupların
asıllarını Rus Büyükelçisine okutturmuştu. Bunların hiçbirinde Sovyetlerin
aleyhine bir şey bulunmamasına rağmen, Türkiye’ye gereksiz yere güvensizlik
göstermişlerdi. Aslında Rusların Ankara İtirafnamesinden memnun olmaları
gerekirdi. Çünkü itilaf name, Fransızları Yakın Doğu siyasetinde İngilizlerden
ayırmıştı. Bu ayrılış ortak dava bakımından iki tarafa da yardımcı
olacaktı. Kasım sonuna doğru bu konu, iki ülke arasında adeta bir bunalım
yaratmıştı. TBMM Hükümeti’ne bir nota göndererek bu antlaşmayı protesto eden ve
Sovyet yönetiminin kendisini Moskova’ya geri çağırması olasılığına değinen
Ankara’daki Sovyet diplomatik temsilcisi Natzarenus([140]), Ankara
Antlaşması’nda, kendi deyimine göre, “Rus çıkarlarına karşı olan maddeler”
konusunda Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’den bilgi istemişti.
Yusuf Kemal’in verdiği karşılıktan memnun olmayınca da doğrudan Atatürk’e
başvurmuştu. Atatürk ile Yusuf Kemal,
Sovyet diplomatik temsilcisini tatmine çalışmışlarsa da başarılı
olamamışlardır. Natzarenus, bu konuda hükümetine bir rapor göndereceğini ve
sorunun kapanmamış olduğunu açıklamıştır. TBMM Hükümeti, Türkiye’nin iç
işlerine karışan ve Enver Paşa yandaşlarıyla iş çeviren Natzarenus’un, protokol([141]) dışı davranışlarda
bulunması sebebiyle, geri çağrılması için Sovyet yönetimine başvurmuştu. Türk -
Fransız Antlaşması’nın imzalanmasına engel olamadığı için Natzarenus’u zaten
geri çağırmak isteyen Sovyet yönetimi, rahatsızlığını ileri sürerek onu
görevden almıştır. 3 Kasım 1921’de Çiçerin, Aralov’a Ankara Elçiliğini önermiş
ve 26 Ocak 1922’de de Aralov Ankara’ya gelmiştir.
Aradaki
gerilim, Ankara hükümetinin çabalarıyla düzelmiş; bunun üzerine de Sovyet
Rusya, iki ülke arasındaki yeni yakınlaşmadan yararlanarak, Ukrayna’daki Sovyet
orduları Başkomutanı General Mihail Frünze başkanlığındaki yeni bir kurulu
Ankara’ya göndermişlerdir. 5 Kasım 1921’de yola çıkan Frünze Kurulu, Tiflis’te
Sovyet temsilcisi B. V. Legran’dan Ankara’ya götürülmek üzere 1.100.000 altın
ruble teslim aldı. Frünze kurulu Türkiye’ye doğru yol alırken, Türk - Sovyet
ilişkileri normal bir şekilde yürümekteydi. Sovyet Dışişleri, Türk - Fransız
Antlaşması’nı kabul ederken, Kars Antlaşması ile Kafkasya sorunları çözülmüştü.
Kurul, 13
Aralık 1922’de Ankara’ya geldi. Kurulda 40 kadar subay ve emir eri vardı.
Rusların Frünze’yi böyle bir kurulun başkanı olarak atamalarının sebepleri
vardı. Türkiye ile son zamanlarda gerginlik geçiren ilişkilerini iyileştirmek
ve Türk askerî davranışlarını kısmen denetlemek istiyorlardı. Oysaki General
Frünze’nin görünürdeki amacı, o sıralarda dış işlerinde özerk bulunan
Ukrayna Sovyet Cumhuriyet’iyle Türkiye arasında bir antlaşma imzalanmasıyla
ilgili olarak görüşmelerde bulunmaktı. O dönemlerde Frünze’nin Ankara ziyareti,
Türkiye – Sovyet İlişkilerini doruk noktasına ulaşmıştır. Ve Türkiye-Ukrayna Antlaşması
imzalanmıştır.
- Kurtuluş
Savaşı’nda Sovyet Yardımları
Para
Yardımları: Bu konu
çok önemlidir. Bugüne kadar, bize hep Sovyetlerden büyük miktarlarda para
aldığımızı veya Sovyetlerin para yardımı yaptığını söylediler. Ama uzun
araştırmalarımızın sonucunda bu söylenenlerin çoğunluğunun asılsız olduğunu
öğrendik. Öyle ki; Türk ulusunun göğsünü kabartacak olaylar yaşanmıştır.
Sovyet
Rusya’dan Türkiye’ye Büyükelçi olarak gönderilecek olan Aralov, Türkiye’ye
gelmeden önce Lenin’le görüşmüştür. Bu görüşmede Lenin kendisine şunları
söylemiştir:
“Kendimiz
yoksul olduğumuz halde Türkiye’ye maddî yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız
gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır.
Böylece Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır... Ne gibi
yardımlarda bulunacağımızı bildirelim; en güçlü bir olasılıkla silah yardımında
bulunacağız. Gerekirse başka şeyler de veririz...”([142])
1920
Temmuz’unda Moskova’dan yola çıkan Halil Paşa, 100 bin lira değerindeki altınla
Ermenilerle mücadele ede ede Nahcivan’a ulaşmıştır. Daha sonra Karaköse’ye
geçerek altınları Tümen komutanı Cavit Bey’e vermiştir. Altınlar, 8 Eylül
1920’de Erzurum’a ulaşmıştır.
1920 yılı
Eylül ayı içinde Rusya’dan gönderilen deniz motorlarının birisinde bir milyon
altın ruble Trabzon’a gelmiş, Doğu Cephesi Komutanlığı’nın Trabzon’daki Tümene
verdiği emir üzerine 9 Ekim 1920’de Trabzon’dan hareket eden kamyonlarla
Erzurum’a gönderilmişti.
17 Aralık
1920 günü Tuapse’den Trabzon’a gelen bir motorla, önceden Moskova’ya gönderilen
Teğmen Bekir tarafından beheri 10 rublelik 150.000 adet yani bir buçuk milyon
altın ruble getirilmişti. Teğmen Bekir; bu paradan 100 adedinin Moskova’da
bulunan Bekir Sami Bey tarafından ve ayrıca 100 adedinin de Rize mebusu Osman
Bey tarafından alınarak Tuapse Konsolosuna verildiğini söylemiştir.
Bunlardan
ayrı olarak, Gümrü’de bulunan Rusya Müttefik Cumhuriyetleri Danışma Kurulları Vekili
tarafından Erzurum’daki askerî okullar ve sanayi tesisleri için 50.000 altın
ruble ve Azerbaycan Danışma Kurulu Cumhuriyeti adına da 100.000 Osmanlı altını
bağışlanmıştır.
Rusların
özellikle Ermeniler lehine tavır koyup Türk ulusal çıkarlarına ters düşen
tutumları olduğu günlerde Türkiye’nin Sovyetlerle ilişkilerinde bir süre
gerginlik yaşanmış ve yardımlarda duraklama olmuşsa da, Moskova Antlaşması’nın
imzalanmasından sonra alınan prensip kararı gereği Sovyet Rusya’dan yardımlar
gelmeye devam etmiştir. 1921 ve 1922 yıllarında da partiler halinde gelen Rus
yardımlarını görmekteyiz.
Yayınlanan
belgelere göre Sovyetlerden gelen yardımlar, o dönemin para değeriyle ve
yıllara göre şöyledir:
1920
yılında 2.316.412 TL
1921
yılında 5.997.600 TL
1922
yılında 2.714.000 TL olmak üzere toplam; 11.028.012 TL’dir. O dönemin, bir Rus
altın rublesi, Türk Lirası olarak 59 kuruştur (0.59 TL).
Şimdi
gelelim anlatılmayan bir şeyin, ortaya çıkarılmasına! Rusya’dan gelen para
yardımlarıyla ilgili olarak; şimdiki Özbekistan Devleti, o zamanki Buhara
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın 1972 yılında yayınlanan açıklamaları, Rus
yardımının esas kaynağının neresi olduğunu göstermektedir. 1920 yılında
Buhara Cumhuriyeti’nin ilk ve son Cumhurbaşkanı olan Osman Kocaoğlu’nun
açıklamasına göre, Sovyet yardımının iç
yüzü şöyledir:
“1920
yılında Buhara Cumhuriyeti kurulduktan sonra… Sovyet Rusya büyükleri
ve Lenin ile temasta bulunmak üzere Moskova’ya gitmiştim. Bizden bir süre
önce Temmuz ayı ortalarında Türkiye’den de Bekir Sami Bey başkanlığında bir
kurul ulusal hükümet için yardım konusunu görüşmeye gelmişti. ...kendisiyle
görüştüğüm gün, Lenin, önem verdiğini hissettirdiği Türkiye’den söz açarak,
‘Ankara’dan bir kurul geldi acele yardım istiyor; bu hususta sizin fikriniz
nedir’ dediler. Hiç tereddüt etmeden: Elbette yardım etmek gerek ve vakit
geçirmeden yapılmalıdır, deyişim üzerine bu işe zaten kararlı olduklarını,
fakat bazı zorluklarla karşılaştıklarını belirten bir ifadeyle, ‘yardım
problemi için bizi düşündüren iki zorluk vardı. Birisi, Türklerin
istedikleri altın para bizde azdı’ deyince sözünü kestim, bizde altın para var
verebiliriz, dedim. Lenin sevindi. ‘Diğer zorluk, yol problemidir. Çünkü
Türklere yalnız para değil, cephane ve savaş gereçleri ve silah da vermemiz
gerekiyor.’…Buhara’ya döndüm. Durumu meclise aktardım. Meclis itirazsız 100
milyon altın rublenin gönderilmesini onayladı. Süre kaybetmeden formaliteleri
tamamlattım ve rubleleri derhal Ankara’ya yetiştirmek üzere Rus hazinesine
teslim ettik.”([143])
Osman
Kocaoğlu’nun açıklamasına göre, 100 milyon altın rublenin Buhara tarafından,
TBMM Hükümeti’ne teslim edilmek şartıyla Rusya’ya gönderildiği açıkça bellidir. Fakat Ruslar bu parayı
Türkiye’ye yollamamışlardır. O zamanki değere göre, birlik ruble bizim
paramızla 59 kuruş idi. Bu kura göre yardımın tutarı 59 milyon TL tutmaktadır.
Gelen altınların bir bölümünün üstünde Taşkent damgası da vardır.
Daha önce
de belirttiğimiz gibi üç yıl içinde Sovyet Rusya’nın para olarak yaptığı yardım
11.028.012 TL’yi geçmemiştir. Bu durumda, 59 milyon TL’nin 47.971.988 TL’sinin
gönderilmediği anlaşılmaktadır. Bu para eksiksiz olarak Türkiye’ye gelmiş
olsaydı gerek ordunun gerekse Türk ulusunun ve sanayinin o zamanki yoksul
halini düzeltirdi.
Bilindiği
gibi 1920’de Buhara, Sovyetler tarafından işgal edilip Bağımsız Buhara Hanlığı,
Sovyetler içinde özerk bir cumhuriyete dönüştürülmüştü. Uluslararası
ilişkilerde tamamen Sovyetlere bağlı olan Buhara Cumhuriyeti ancak yönetim ve
malî konularda, yani içişlerinde serbestti. Durum böyle olunca, Buhara’dan
gönderilecek yardımların Moskova kanalıyla gelmesinden başka doğru bir yol
olamazdı. Öte yandan Moskova’nın bilgisi dışında gizli yollardan gönderilmesi
ise zamanın şartları, yol güvenliği ve paranın çokluğu gibi nedenlerden dolayı
neredeyse olanaksızdı. Konuya başka bir açıdan bakacak olursak, yeni bir düzene
geçmiş, iç ve dış problemleri oldukça çok olan ve paraya her zamankinden daha
fazla ihtiyaç duyulan bir dönemde olan Rusya’nın, kendi hazinesinden bu kadar
yüklü bir parayı gönderebileceği de pek usa (akla) yatkın gelmemektedir. Uzun
lafın kısası, Sovyetler, Anadolu’ya gönderdikleri paradan arta kalanını kendi
ihtiyaçları için kullanmıştır. Hâlbuki o paralar bütünüyle bizim paralarımızdı.
Özbek Türkleri olan kardeşlerimiz, zor günlerimizde bizi yalnız
bırakmamışlardır.
Gelelim
şimdi bizlere anlatılmayan başka bir olaya daha… Hepimiz, Kurtuluş Savaşı’nın
ne kadar büyük yokluklarla yapıldığını ve sonucunda da kazanıldığını biliyoruz.
Böylesi ölüm kalım savaşı verdiğimiz bir dönemdeyken bile Türk ulusu,
insanlığından hiç vaz geçmemiş; Türkiye sınırları dışında yaşayan dost bildiği
insanlara yiyecek yardımı yapmıştır. Atatürk, 3 Eylül 1921 tarihinde
Moskova Elçiliğine gönderdiği yazıda, zahire depolarındaki tekâlif-i milliye
kapsamında el konulan yüzde kırk hububattan, Karadeniz kıyılarında bulunan açlığı
hafifletmek için Rus halkına armağan vermeye karar verdiklerini bildirmiştir.
10 Eylül’de bu konuya açıklık getirilerek Samsun sancağının bütün buğday
ürününün aç kalanlara yardım için Rusya’ya gönderilmesi kararlaştırılmıştır.
Ayrıca Kırım’da açlık sıkıntısı çekenlerin de Türkiye’ye sığındığı, bu
çerçevede Samsun’a 1575 Kırımlının geldiği ve Samsun’da bu iş için kurulmuş bir
komitenin bunlara yardım ettiği de kaynaklara yansımıştır.
Silah,
Cephane ve Malzeme Yardımları: Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İtilaf
Devletleri, bir yandan Türk ordusunu dağıtırken diğer yandan da orduya ait
silah ve cephaneye el koymuşlardı. Toplayamadıkları silahların önemli
parçalarını kendi bölgelerine taşıtıp, geri kalanları yok etmişlerdi.
Anadolu’ya
dağılmış bulunan birlikler içinde en düzgün ve malzeme bakımından en iyi
durumda olanı Erzurum’da bulunan 15. Kolordu idi ve bu kolordu Ermeni
saldırılarına karşı bulunuyordu. Atatürk’ün Samsun’a çıktığı sırada Anadolu’da
bütün güç 35 bin savaşçı kadardı.
Orduya olanak
sağlamak için İtilaf Devletleri’nin işgali altında bulunan yerlerden özellikle
İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve cephane kaçırmak için çeşitli örgütler
kurulmuştu. Bu örgütler büyük hizmetler yapmışlardı. Tekâlif-i Milliye Emirleri
ile de Anadolu’nun kaynakları ordunun emrine verilmişti. Eski tren ve ray
parçaları eritilerek kılıç, süngü, tüfek süngüsü, top kamaları yapılıyordu.
Çapları büyük mermiler, patlama tehlikesine rağmen inceltiliyordu. Böylece iç
kaynakların tüm sınırı zorlanmıştı. Bu zor şartlar içinde ordunun
ihtiyaçlarını karşılamak için dış kaynak arayışına gidilmiş ve Sovyetler
Birliği’nden silah, cephane ve malzeme yardımı alınmıştı.
Atatürk,
Rusya’dan gelen Sovyet diplomat Aralov’a şunları söylemiştir:
“Biz
Türkler, sizin ağır durumunuzu hesaba katmıyor değiliz. Rusya’nın kendisi
de şu anda zengin değildir. Bunun için, bize neler verip neler
veremeyeceğinizi düpedüz ve açıkça söylemenizi rica ederim. Bundan dostluğumuza
hiçbir zarar gelmeyeceğine emin olabilirsiniz! Biz yine de Sovyetler
Birliği’ne saygı göstermekte kusur etmeyeceğiz. Aramızdaki dostluk, yalnız
sizin maddî yardımınıza değil, manevî yardımınıza da dayanmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin, durumumuzun en ağır olduğu bir sırada
yardımımıza koştuğunu, bizi desteklediğini hatırımızdan çıkarmıyoruz.”([144])
18 Eylül
1921 tarihi ile 14 Haziran 1922 tarihi arasındaki sürede Rusya’dan gelen silah,
cephane ve gereç toplam sayısı şu şekildedir:
43.374
adet piyade tüfeği
56.042
sandık çeşitli piyade mermisi
18 sandık
Rus piyade mermi fabrikası aletleri
318 adet
ağır ve hafif makineli tüfek
81 adet
top
13 adet
Rus bomba topu
159.043
atım çeşitli top mermisi
40 sandık
Fransız el bombası
83 sandık
İngiliz el bombası
200 adet
Rus el bombası
60 adet
süvari kılıcı
10 sandık
dumansız barut
48 sandık
Rus piyade mermi kovanı
8 sandık
Rus piyade mermi kapsülü
104
sandık Rus piyade mermi çekirdeği
- Mustafa
Suphi Olayı
Bir de
Mustafa Suphi olayı var... Aslında Mustafa Suphi olayı üstünde ayrı bir çalışma
yapılması gerekir; ama zaman sıkıntısı yüzünden birkaç kısa paragraflar ile
Bolşevik önderlerinin desteklediği Mustafa Suphi’yi anlatalım:
Mustafa
Suphi, Türkiye Komünist Teşkilatı’nın kuruluşundan itibaren, Türkiye’ye
gelerek, işçi ve köylüyü teşkilatlandırıp halkı isyana özendirme amacındaydı.
Yani Lenin’in Rusya’da yaptığını o Türkiye’de gerçekleştirmek istiyordu.
Nitekim Moskova Büyükelçisi olarak atanan Ali Fuat Paşa, Mustafa Suphi ile
görüşmüş ve izlenimlerini şöyle belirtmiştir:
“Mustafa
Suphi şöhret ve tutku peşinde koşan zeki, kurnaz ve azim sahibi” bir insandır.
“…Bir gün gelip Türkiye’nin Lenin veyahut Stalin’i olması olasılığını
hatırından geçirdiği kesindir. Dışardaki ittihatçıların ülkeye girmemeleri ve
içerde ittihat ve Terakki Fırkasının her ne surette olursa olsun umut vermemesi
hakkındaki Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncelerine bütünüyle katılıyordu…
Memleketimize III. Enternasyonal’in hakiki bir komünist elçisi gibi girmek
istediği ilk bakışta anlaşılıyordu.”([145])
Mustafa
Suphi ve arkadaşları Türkiye’de bir Sovyet hükümeti kurmayı düşünmüşlerdir.
Bunun için de serbestçe propaganda yapma ve örgütlenmeleri gerekmekteydi. Ancak
Anadolu’da TBMM Hükümeti ve bunun başkanı Mustafa Kemal Paşa vardı. Onun izini
olmadan bunun gerçekleşmesi olanaksızdı. Mustafa Suphi’nin bu gerçeği bilmemesi
düşünülemez. Ancak TBMM ile Sovyet Rusya arasında kurulacak ilişkilerde yetkili
olan Mustafa Suphi, Sovyet yardımı karşılığında Türkiye’de rahatça propaganda
ve teşkilatlanma yapabileceğini düşündü.
Mustafa
Suphi’nin Ali Fuat Cebesoy’la Kars’ta görüştüğü sıralarda, O’nun Ankara’ya
gelmemesi hükümetçe kararlaştırılmış bulunuyordu. Bu karar hemen Kazım
Karabekir Paşa’ya bildirilmişti. Bundan sonra da Erzurum halkı Mustafa Suphi ve
kuruluna karşı örgütlenerek müthiş bir şekilde Mustafa Suphileri eleştirmiş,
linç etmek istemişlerdir. Kazım Karabekir, Mustafa Suphilerin korunmasını
üstlenmiş ve Trabzon’da Yahya Kemal’in eline teslim edildikten sonra
Türkiye’den sınır dışı edilmişlerdir. Trabzon’dan bir tekneyle yurt dışına
çıkartılırken arkalarından da Yahya Kemal’in silahlı adamları tarafından başka
bir tekne yola çıkarak Mustafa Suphilerin peşine düşmüşlerdir. Açık denizde
Mustafa Suphileri yakalayan silahlı adamlar, onları katletmişlerdir. Tekneden
denize atılmışlardır. Canlı mı yoksa öldürüldükten sonra mı denize atıldıkları
bilinmiyor. Yahya Kemal olarak bilinen kişinin, büyük bir İttihatçı yanlısı
olduğu söylenmektedir. Enver Paşa ile ilişkileri olduğu da söylenmektedir.
Mustafa Suphi ile Enver Paşa arasında büyük sorunlar vardı. Biz, şunu
söylüyoruz: bu cinayetin kimler tarafından işlendiği kesinlik kazanmamıştır.
Kimi taraflar da bu cinayeti, Atatürk’e yıkmaya ya da onun bilgisi dâhilinde
yapıldığını söylemeye çalışmışlardır. Ama bu sözler ve suçlamalar, gerçeklerle
taban tabana zıttır. Sadece bir tane ağaç kesildi diye oturup ağlayan bir
insana karşı bu derece konuşulması saçmalıktır. Ama tabii ki; biz yine bilimsel
kişiliğimizden vaz geçemeden bu işin neden Atatürk ile alakası olmadığını
ortaya koyacağız. Bu konuyu kapamadan önce birazdan söyleyeceğimiz şu sözleri
her konu için aklınızdan çıkarmamanız gerekir:
Eğer
Atatürk, gerçekten Mustafa Suphi'yi yok edilmesi gerekecek kadar büyük bir
engel olarak görseydi, onu siyasi suçlu olarak tutuklatır ve yargılardı. Yasal
ve Türk töresine uygun olan yöntem de buydu. Atatürk kendisi haklıyken, neden
terör yöntemiyle Mustafa Suphi’yi öldürerek haksız duruma düşsün?
Atatürk'ün yolu terör yönteminin yolu değildir ve kesinlikle olmamıştır.
Atatürk, Kurtuluş savaşı koşullarında bile yaptırım gerektiren hiç
bir olayı yargılamadan yaptırım uygulamamıştır. Savaş koşullarında bile
Türkiye'de çekirdek bir yargı düzeni vardır ve günümüzdeki yargıdan
çok daha doğru, gerçekçi ve yansız kararlar vermiştir. Bu konuda
söylenecek son söz şudur: Atatürk, hiçbir kimseyi, özellikle de ölümünü
gerektiren bir durumda yargılamadan öldürtmezdi! Büyük insanlar, neden
büyüktür? Çünkü tarih önünde kendi toplumuna ve insanlığa veremeyecekleri
hesapları yoktur! İnsanlığın onaylamadığı terör yöntemini hiçbir
zaman kullanmazlar ve kullananları da kınarlar, desteklemezler!
- SONUÇ
Sovyet
Rusya, Atatürk’ün ve Türk ulusunun gücünü kabullenene kadar kendi
politikalarına uygun hareket etmiştir. En güçlüyü destekleme amacında oldukları
görülür. Zaten Sakarya’dan sonra Atatürk’ü bütünüyle tanımaları da bunu
kanıtlar.
Türk –
Bolşevik antlaşmaları, komünist düşünceleri benimsenmeden başarılmıştır. Kimi
taraflar, Atatürk’ün Sovyetlere sığındığını belirtir ama gerçekler böyle
değildir. Atatürk, çok güzel bir şekilde tavrını tüm emperyalistlere koyduğu
gibi, Sovyetlere de koymuştur.
Atatürk’ün
Sovyetlerle olan ilişkilerinde yaranma gibi bir amacı olmamıştır. Atatürk,
hayalci değildi. Öyle olsaydı Kafkasların Bolşevik egemenliğine girmesini
istemezdi. Atatürk, Sovyetlerin Anadolu üstündeki amaçlarını kırarak Sovyet –
Türkiye ittifakını kurmuştur. Ve bunu da büyük bir ustalıkla başarmıştır.
Atatürk,
komünizm dâhil Türk ulusuyla örtüşmeyen görüşler ve akımlar karşısında nasıl
durulması gerektiğini şöyle açıklamıştır:
“…Efendiler,
iki türlü önlem olabilirdi. Birisi doğrudan doğruya komünizm diyenin kafasını
kırmak; diğeri Rusya'dan gelen her adamı derhâl denizden gelmiş ise vapurdan
çıkarmamak, karadan gelmiş ise sınırın dışına atmak gibi zorlayıcı, şiddetli,
kırıcı önlem kullanmak. Bu önlemleri almak, iki noktadan yararsız görülmüştür.
Birincisi, iyi ilişkilerde bulunmayı gerekli saydığınız Rusya Cumhuriyeti
tümüyle komünisttir. Eğer böyle zorlayıcı önlem uygularsak, o hâlde kayıtsız
koşulsuz Ruslarla ilişkide bulunmamak gerekir. Oysa biz, birçok siyasal düşünce
ile birçok neden ve etkenden dolayı Ruslarla temas ve ilişkide bulunmak ve
görüşmek istedik ve istiyoruz ve isteyeceğiz. O hâlde uygulayacağımız
önlemlerde dostluğunu istediğimiz bir ulusun, bir hükümetin ilkelerini
aşağılamamak zorundayız. İşte bunun içindir ki; zorlayıcı önlem kullanmak
istemedik. İkinci bir noktadan da zorlayıcı önlem kullanmayı yararlı görmedik.
Bildiğiniz gibi düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmaya güçle karşılık
vermek, o akımı yok etmedikten başka, herhangi bir kişiyle, herhangi bir
insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir düşüncesini güç zoru ile
reddederseniz; o ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta daha çok
ileri gidebilir. Bundan dolayı, düşünce akımları şiddet ve güçle reddedilemez.
Tersine desteklenir. Buna karşı en etkili çare; düşünce akımına karşı düşünceyi
oluşturmak, düşünceye düşünce ile karşılık vermektir. Bundan dolayı; komünizmin
ülke için, ulusumuz için, dinimiz için, kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani
kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çare görülmüştür…”([146])
Bu yüzden de
Anadolu’da bir komünist partisi kurdurmuştur. Atatürk, komünizm ilkelerinin
Anadolu’da yaşayamayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden anlatması gerektiği
her yerde, bu konuya değinmiştir. Gerçekten de Türk ulusu için komünizm,
oldukça ters bir düşüncedir. 1920’li yıllara baktığımızda Türkiye’de
sanayileşme yoktu, işçi sayısı yirmi bini geçmezdi. Toprak deseniz, köylüye
bile ait değildi. Bu yüzden de halkın sömürülmesi yoktu. Bütün topraklar,
padişaha aitti. Ayrıca bu konunun bir de tarihsel kökleri vardır. Atatürk, Türk
tarihini, Türk toplumunun töresini, yaşayış biçimini ve düşünsel boyutunu çok
iyi biliyordu. Tarihi, bilimsel bir şekilde ele aldığı için kurulacak yeni Türk
devleti de yine köklerinden gelecekti. Türk toplumunda, hiçbir zaman Karl
Marx’ın ön gördüğü gibi bir sömürü düzeni olmamıştır. Bu anlayış, Türk
toplumunun zıttı bir anlayıştır. İşte bu gerçekler doğrultusunda Atatürk,
komünizmin Anadolu’da yeşermesine izin vermemiştir. Ama hiçbir zaman Sovyetler
Birliği ile ittifak kurmaktan da çekinmemiştir. Atatürk’ün kurduğu ittifakların
en önemli özelliklerinden biri; ittifak kurulan devletlerin, Türkiye
Cumhuriyeti’nin yönetim biçimine saygı duyması gerektiğidir. Böylelikle İç ve
dış işlerde, T.C. bağımsızdır. Şeffaflık, Atatürk için çok önemli bir ilkeydi.
Ancak, dış işlerde özel bir durum varsa Atatürk, ittifakta bulunduğu
devletlerle ortak hareket etmeyi amaçlar. Örneğin Atatürk, devletlerarası
konferanslarda, eğer Sovyetler Birliği davet edilmemişse Sovyetlerin de davet
edilmesini ister. Aksi takdirde T.C. konferanslara katılmaz. Aynı tutumu
Atatürk döneminde, Sovyetler Birliği de izlemiştir.
Atatürk,
Büyük Genel Saldırıyı yönetirken yanında, Türkiye’de bulunan Sovyet yetkilileri
ve yüksek rütbeli subayları da vardı. Türk ordusunun genel karşı saldırısını ve
Atatürk’ün savaşı nasıl yönettiğini gözlüyorlardı, manen destek veriyorlardı.
Son olarak;
Moskova Antlaşmasından önce Ankara Hükümeti’ni tanıyan ilk devlet Afganistan
devleti olmuştur. Moskova Antlaşmasını imzalayan kurul, 1 Mart 1921’de
Afganistan ile ciddi bir antlaşma yapmıştır. Böylelikle Afganistan ile
karşılıklı ve içten dostluklar kurulmuştur.([147])
Özer YAVUZASLAN, DAÜ – Atatürkçü Düşünce Kulübü
_________________________
[1] Atatürk’ün Askerliği s.1-2-3, Emekli Kurmay Albay Yrd. Doç Dr. Mustafa Tarakçı
[2] Çağdaş
Düşüncenin Işığında Atatürk s.90, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları,
Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[3] Trablusgarp Konu Anlatımı, Özer Yavuzaslan, DAÜ –
Atatürkçü Düşünce Kulübü
[4] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.90-91-92, Dr.
Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[5] Atatürk’e Mektuplar s.5, Dr. Mehmet Öner, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 10, Cilt IV, Kasım 1987
[6] Atatürk'ün Ordu ve Askerlik ile İlgili Sözleri s.9,
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, Ankara,
1997, s. 128
[7] Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi
Haikimiyeti Milliye Yazıları s.79 – s.81 arası, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş
2. Basım, İstanbul Nisan 2004: “En büyük düşman,
düşmanların düşmanı, ne falan ne de filan millettir; bilakis bu, adeta dünya
çapında bir saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan ‘kapitalizm’ afeti ve
onun çocuğu olan ‘emperyalizmdir’…”
[8] Kaynakçalı Atatürk Günlüğü s.398-399: http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CB4QFjAA&url=http%3A%2F%2Fwww.ataturk.de%2Fturk_Kaynakcali_Atatuerk_Guenluegue.pdf&ei=EJ6IUIr8DJDs0gWJyIDQBA&usg=AFQjCNEkBnuSkLS8lkNYavFmOaqP-5Smgw&sig2=6cMK1SlyGct0KX1Wxx0o-A&cad=rja
[9] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.92 – s.93, Dr.
Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[10] Atatürk Konuşuyor s.1, Falih Rıfkı ATAY - İsmet
BOZDAĞ, Tekin Yayın Dağıtım, 1998
[11] Kaynakçalı Atatürk Günlüğü s.64-65: http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CB4QFjAA&url=http%3A%2F%2Fwww.ataturk.de%2Fturk_Kaynakcali_Atatuerk_Guenluegue.pdf&ei=EJ6IUIr8DJDs0gWJyIDQBA&usg=AFQjCNEkBnuSkLS8lkNYavFmOaqP-5Smgw&sig2=6cMK1SlyGct0KX1Wxx0o-A&cad=rja
[12] Uluğ İğdemir, M. Kemal, Arıburnu Muharebeleri
Raporu s. 6 – Ankara, TTK, 1968
[13] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.93 – s.94, Dr.
Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[14] Görüntüleri görmek için videoya bakınız: Anzakların Gelibolu Çıkarması
[15] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.94 – s.95, Dr.
Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[16] Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat s.5
– s.14 arası, Ruşen Eşref Ünaydın, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul
tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve
Yayıncılık A.Ş., Mart 1999
[17] Kaynakçalı Atatürk Günlüğü s.67-68: http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CB4QFjAA&url=http%3A%2F%2Fwww.ataturk.de%2Fturk_Kaynakcali_Atatuerk_Guenluegue.pdf&ei=EJ6IUIr8DJDs0gWJyIDQBA&usg=AFQjCNEkBnuSkLS8lkNYavFmOaqP-5Smgw&sig2=6cMK1SlyGct0KX1Wxx0o-A&cad=rja
[18] Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat
s.32, Ruşen Eşref Ünaydın, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından
hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık
A.Ş., Mart 1999
[19] Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat
s.25 – s.31 arası, Ruşen Eşref Ünaydın, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul
tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve
Yayıncılık A.Ş., Mart 1999
[20] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.95 – s.96, Dr.
Nejat F. EczacıbaGı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[21] Alaturka: Türk işi, Türk töresi
[22] Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat
s.32-33, Ruşen Eşref Ünaydın, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından
hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık
A.Ş., Mart 1999
[23] Atatürk’e Göre Atatürk s.10, Atatürk Araştırma
Merkezi
[24] Çankaya
s.219, Falih Rıfkı Atay
[25] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.96 – s.97, Dr.
Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[26] Mustafa Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları s.22,
Prof. Dr. A. Afet İnan, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından
hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık
A.Ş., Nisan 1999
[27] Atatürk’ün Askerlikle İlgili Çeviri Kitapları s.12,
Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır, Cumhuriyet
Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., Ağustos 1998
[28] Atatürk ve Filistin Cephesi Konu Anlatımı s.2, Özer
Yavuzaslan, DAÜ-Atatürkçü Düşünce Kulübü
[29] Parantez içini biz ekledik. Orijinalinde
“bakmadan” yazmaktadır. Yaptığımız araştırmalar sonucunda Atatürk’ün, durumları
çok dikkatli bir şekilde incelediğini ve başarının olanaklı gördüğü her yerde
karşı saldırı yapmıştır. Çanakkale’deki başarılarının içinde: hızlı davranmak
da vardır. Bu yüzden güç dengelerinin eşit olmamasına rağmen hızlı davranılırsa
başarıya erişebileceğini biliyordu. Nitekim böyle olmuştur.
[30] Atatürk’ün, Nuri Conker’in yazdığı Zabit
ve Kumandan’a güzel söyleyişiyle cevap verdiği Zabit ve Kumandan ile Hasbihal
adlı yapıtının “İnisiyatif” (üstünlük) bölümünde Atatürk’ün bu durumu nasıl yorumladığını
öğrenebilirsiniz s.14 – s.17 arası
[31] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.97 – s.99
arası, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[32] Operatif: Bir savaşı yönetme sanatı
[33] M. K. Atatürk'ün Diyarbakır'daki Kafkas Cephesi
Komutanlığı s.6 – s.7, Şevket Beysanoğlu, Atatürk Araştırma Merkezi
[34] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.99 – s.100 -
s.101, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2. Baskı)
[35] M. K. Atatürk'ün Diyarbakır'daki Kafkas Cephesi
Komutanlığı s.7 – s.8 – s.9, Şevket Beysanoğlu, Atatürk Araştırma Merkezi
[36] Atatürk ve Filistin Cephesi Konu Anlatımı, Özer
Yavuzaslan, DAÜ-Atatürkçü Düşünce Kulübü
[37] Mustafa Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları s.16,
Prof. Dr. A. Afet İnan, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından
hazırlanmıştır, Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık
A.Ş., Nisan 1999
[38] Parsiyel: Bütününü
kapsamayan, tam olmayan anlamlarına gelir
[39] Alman Cephelerini Ziyaret s.3 – s.4, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992
[40] Alman Cephelerini Ziyaret, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992
[41] 58 GÜN Mustafa Kemal İle Filistin’den Anayurdun
Dağlarına, Mustafa Yıldırım, Ulus Dağı Yayınları, Ankara, 2009, 3. Baskı, ISBN
No: 9756047038
[42] 1. Dünya Savaşı Sonunda Halep Sokak Muharebeleri ve
Mustafa Kemal Paşa, Yrd. Doç. Dr. S. Hatipoğlu, Atatürk Araştırma Merkezi
[43] Osmanlı’nın Filistin Cephesi’ndeki Son Muharebesi, Dr.
Cemal Kemal, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu
Dergisi, s.45, Bahar 2010, s. 37-69
[44] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.103, Dr. Nejat
F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[45] Celal Erikan, Komutan Atatürk s.355, Ankara,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları – (2. Baskı), 1972
[46] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.104, Dr. Nejat
F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[47] Sakarya Meydan Muharebesi s.1 (23 Ağustos-13 Eylül
1921), Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanlığı
[48] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.105, Dr. Nejat
F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı) – s.106, Sakarya
Meydan Muharebesi s.6 (23 Ağustos-13 Eylül 1921), Türk Silahlı Kuvvetleri Genel
Kurmay Başkanlığı
[49] Ş. Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt II s.510,
İstanbul, Remzi Kitapevi, 1966 (2. Baskı) – Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin
Anıları s. 147
[50] NUTUK Cilt II s.184 (pdf sayfa düzenine göre), K.
Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[51] Hat: Sınır – Satıh: Yüzey, alan
anlamlarına gelir
[52] Sakarya Meydan Muharebesi s.1 (23 Ağustos-13 Eylül
1921), Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanlığı
[53] Sakarya Meydan Muharebesi s.9 (23 Ağustos-13 Eylül
1921), Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanlığı
[54] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.109, Dr. Nejat
F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[55] Türk Tarihinin En Büyük Zaferi- Sakarya Meydan Muharebesi s.4, Dr. M.Galip Baysan
[56] Türk Tarihinin En Büyük Zaferi- Sakarya Meydan
Muharebesi s.4, Dr. M.Galip Baysan
[57] Çankaya s.122, Falih Rıfkı Atay
[58] Çankaya s.122, Falih Rıfkı Atay
[59] Türk Tarihinin En Büyük Zaferi- Sakarya Meydan
Muharebesi s.5, Dr. M.Galip Baysan
[60] Büyük NUTUK s.303, K. Atatürk: http://www.isteataturk.com/haber/4954/buyuk-nutuk-soylev
[61] Hububat: buğday, ekinler; dâneler, tahıl anlamlarına gelir
[62] Hâkimiyeti
Milliye gazetesinin başyazılarından derlenen Gizlenen ATATÜRK Belgeseli Bağdat
Yayınları
[64] Milli Mücadele Sırasında Günlük Hayat s.7, Prof.
Dr. Mehmet Evsile, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi
[65] M. Kemal Atatürk'ün Yaşamına Dair Anılar s.9,
Atatürk Araştırma Merkezi
[66] M. Kemal Atatürk'ün Yaşamına Dair Anılar s.9,
Atatürk Araştırma Merkezi
[67] Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri s.252 –
s.253 (pdf sayfa sistemiyle s.260 – s.261), Atatürk
Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, TTK Basımevi, 1991
[68] Çankaya s.106, Falih Rıfkı Atay
[69] Günümüzün Yeni Olguları Ve Saflaşma s.12, Mehmet
Ulusoy
[70] Bolşevikler Ve Atatürk s.6, Kuzey Fırat
[71] Milli Mücadele Döneminde Kütahya Ve Birinci
Mecliste Kütahya Milletvekilleri Siyasi Görüşleri Ve Hizmetleri s.200 (pdf
sayfa düzeni ile), Sevinç Sezengöz, T.C. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Kütahya, 2006
[72] Bolşevikler Ve Atatürk s.6, Kuzey Fırat
[73] Bolşevikler Ve Atatürk s.7, Kuzey Fırat
[74]Panturanizm: Tüm Ural-Altay kavimlerinin
birliğini savunan bir siyasi görüş
[75] NUTUK Cilt
I, II, III - Kemal ATATÜRK, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul 1970
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.105
ve s.109 arası, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986 İstanbul (2.
Baskı)
Falih Rıfkı Atay, Çankaya
Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı s.15-16,
Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
İstiklal Harbinin Ana Hatları, İsmet
GÖRGÜLÜ, TTK
Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
Dr. M.Galip
Baysan, Türk Tarihinin En Büyük Zaferi: Sakarya Meydan
Muharebesi
Kuzey Fırat, Bolşevikler Ve Atatürk
Sakarya Meydan Muharebesi, Türk Silahlı
Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı
Gazi Paşa, Attila İlhan, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 10. Baskı, Ekim 2011, ISBN 978-975-458-673-2
Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları,
Hulusi Turgut, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları (12. Baskı)
Hâkimiyeti Milliye gazetesinin
başyazılarından derlenen Gizlenen ATATÜRK Belgeseli Bağdat Yayınları
Araştırmacı tarihçi Turgut Özakman’ın
senaryosundan TRT Ankara Televizyonun yayınladığı KURTULUŞ adlı belgesel
Sinan Meydan, Karşı Devrimin Tarihçi
Tetikçileri ve 19 Mayıs Gerçeği
Büyük NUTUK s.241 ve s.244 arası: http://www.isteataturk.com/haber/4954/buyuk-nutuk-soylev
Kurtuluş Savaşında İstanbul ve
Anadolu'daki Türk ve Düşman Gizli Faaliyetleri, Necdet Ekinci
Lenin Döneminde Türk Rus İlişkileri,
Özlem Çolak, Yüksel Lisans Tezi, T.C. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Hayri
Çapraz, Isparta 2010
[76] NUTUK Cilt I s.13 (pdf sayfa düzenine göre), K.
Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[77] İstibdat: Keyfî
idare sistemi… Zulüm ve tahakküm İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri
yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve
nizamlara bağlı olmayarak; çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi
hükmünü icra ettirmek… Kimseyi tanımadan kendi dediğini ve keyfi emirlerini
kuvvet ve cebir kullanmak suretiyle yaptırmaya çalışmak. Allah'ı ve adaletini
unutarak dinsizdarane bir zulümle hüküm ve idare etmek anlamlarına
gelmektedir.
[78] Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selânik Şubesini
Kurarken s.1, Atatürk Araştırma Merkezi
[79] Gizlenen Atatürk Belgeseli, 1. Bölüm, 00:08:32 –
00:09:10 süreleri arası, Bağdat Yayınları
[80] NUTUK Cilt I s.87 (pdf sayfa düzenine göre), K.
Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[81] NUTUK Cilt I s.95-96 (pdf sayfa düzenine göre), K.
Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[82] Siyasi Partiler s.11, TBMM Kütüphane ve Arşiv
Hizmetleri Başkanlığı
[84] Milli Mücadele'de Manda Sorunu s.7, Doç. Dr. Oğuz
Aytepe, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi
s.24, Kasım 1999-2003 s. 475-4
[85] Mektubun orijinal halini görmek için
bakınız: ABD'ne yollanan
Mektup
[86] Sivas Kongresi - Mustafa Kemal Kongre Başkanı s.2,
Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, İzmir, 1986,
s.175-184
[87] Monroe Doktrini: Avrupa sorunlarından uzak durmayı temel alan bir
politika, düşünce biçimidir.
[88] Kafkas Seddi Projesi ve Türkiye s.9 – s.10, Dr. Mehmet
Seyfettin Erol, Yrd. Doç. Dr. Abdürrahim Fahimi Aydın, Karadeniz Araştırmaları,
sayı 7 (Güz 2005), s.19-35
[89] Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında
s.551-552-553 (pdf sayfa düzeninde), 5. Basım
[90] NUTUK - Kemal ATATÜRK, Cilt I s.122, s.401, Sivas
Kongresi ve Manda konusu ile ilgili bölümler, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü,
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri
s.73 - s.252, Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Araştırma Merkezi, TTK Basımevi, 1991
Atatürk'ün
Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları, Derleyen Hulusi Turgut, Türkiye İşbankası Kültür
Yayınları 12. Baskı
Falih Rıfkı Atay,
Çankaya s. 77, Mart 1968
Prof. Dr. Çetin
Yetkin, Karşı Devrim 1945-1950, s.5-6
Amerikan
Mandasını İsteyenler, Prof. Dr. Zeynep
Korkmaz, Atatürk Araştırmaları Merkezi Başkanlığı
Bilge Orhunlu,
Kurtuluş Savaşımızın Başlangıcındaki Amerikan Mandası Taraftarları ve Sonrası
s.9-10-11, 1995 Yeni Hayat
Kenan Özkan,
Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Türkiye ABD İlişkileri (1918 - 1923) s.109 - s.125 - s.134 – s.219, Eylül 2006
Ahmet Emin Yalman Dönemi ve Gazetecilik
1918-1938, Asuman Tezcan, Yüksek Lisans Tezi T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı, Ankara 2007
Doç. Dr. Oğuz Aytepe, Milli Mücadele'de
Manda Sorunu s.1 – s.7, Ankara Üniversitesi Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü
Atatürk Yol Dergisi, s. 24, Kasım 1999-2003
Ergün AYBARS, Sivas Kongresi - Mustafa
Kemal Kongre Başkanı s.2-3-4, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi,
İzmir 1986
Yrd. Doç. Dr. Fatih M. Dervişoğlu, Sivas
Kongresi s.5 – s.10–11 – s.24–25–26 – s.29, 2007
Sivas Kongresi I s.1-2, Nurer Uğurlu
başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır. Yayımlayan: Yeni Gün Haber
Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Eylül 1999
Mütareke Döneminde Amerikan Mandaterliği
Tartışmaları s.15 -16 -17, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Necdet Ekinci, Kurtuluş Savaşında
İstanbul ve Anadolu'daki Türk ve Düşman Gizli Faaliyetleri s.5
İsmet İnönü İle Bir konuşma s.15-16-17,
Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Rauf Orbay’ın Hayatı, Atatürk Araştırma
Merkezi Başkanlığı
Atatürk ve Barış s.2, Dr. Selman Yaşar
Büyük Zafer
Hakkında s.2 - Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri s.272, Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 1997
Prof. Dr. Afet
İnan Vatandaş İçin Medeni Bilgiler ve Atatürk'ün El Yazıları s.38, Çağdaş
Yayınları, 3. Baskı
Kafkas Seddi Projesi ve Türkiye, Mehmet
S. Erol, Abdürrahim F. Aydın
Okunuşunun 70. Yılını Kutladığımız Büyük
Nutuk Nedir s.2, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Kaynakçalı Ermeni
Meselesi Kronolojisi (1878-1923) s.195-196-197-198-199 – s.218-219, T.C.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı
Yayın No: 52
Osmanlı Devleti
Dönemi Türk - Amerikan İlişkileri (1795 - 1914) s.10 (pdf sayfa düzeni ile),
Yavuz Güler, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı
1, 2005
Pontus Meselesi
1912 – 1923 s.8 – s.10-11, Stefanos
Yerasimos (ABD’nin Anadolu topraklarındaki çalışmaları)
Araştırmacı tarihçi Turgut Özakman’ın
senaryosundan TRT Ankara Televizyonun yayınladığı CUMHURİYET adlı belgesel
Hâkimiyeti Milliye gazetesinin
başyazılarından derlenen Gizlenen ATATÜRK Belgeseli, Bağdat Yayınları
[91] NUTUK Cilt II s.241 (pdf sayfa düzenine göre), K.
Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[92] NUTUK Cilt II s.242 – s.243 (pdf sayfa düzeninde),
K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[93] NUTUK Cilt II s.243 (pdf sayfa düzeninde), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü,
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[94] Büyük NUTUK s.331: http://www.isteataturk.com/haber/4954/buyuk-nutuk-soylev
- http://atam.gov.tr/?p=2234
[95] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s. 113, Dr.
Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[96] Milliyetçilik, Milli Birlik ve Beraberlik s.2,
Atatürk Araştırma Merkezi
[97] Büyük NUTUK s.332: http://www.isteataturk.com/haber/4954/buyuk-nutuk-soylev
- http://atam.gov.tr/?p=2235
[98] NUTUK Cilt II s.245 (pdf sayfa düzeninde), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü,
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[99] Büyük Zafer Hakkında s.3 – s.8 arası, Atatürk
Araştırma Merkezi
[100] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III s.274 – s.279
arası, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Araştırma Merkezi, 1997
[102] Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç
Ali'nin Anıları s.156 – s.157, Derleyen Hulusi Turgut, Türkiye İşbankası Kültür
Yayınları 12. Baskı
[103] Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç
Ali'nin Anıları s.157 – s.158, Derleyen Hulusi Turgut, Türkiye İşbankası Kültür
Yayınları 12. Baskı
[104] 30 Ağustos Zaferi Ve Önemi s.1 – s.2, Ahmet Bekir
Palazoğlu
[105] 30 Ağustos Zaferi Ve Önemi s.2, Ahmet Bekir
Palazoğlu
[106] Kemal Atatürk, NUTUK Cilt II Genel Karşı Saldırı
ile ilgili anlatılan bölümler, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul 1970 – Büyük Nutuk: http://www.isteataturk.com/haber/4954/buyuk-nutuk-soylev
Atatürk'ün Söylev
ve Demeçleri I-III s.271 – s.293 arası, Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 1997
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.110
ve s.113 arası, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları Kasım 1986, İstanbul
(2. Baskı)
Mustafa
KEMAL, Fevzi ÇAKMAK, Salih BOZOK, Muzaffer KILIÇ, Cevat Abbas GÜRER 30 Ağustos
Hatıraları, Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından
hazırlanmıştır. Dizgi - Yayımlayan: Yeni
Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve
Yayıncılık Ltd. Şti. Ağustos 2000
Büyük Taarruz ve
Başkomutan Muharebesi (26 Ağustos – 30 Ağustos 1922), Türk Silahlı Kuvvetleri
Genelkurmay Başkanlığı
Büyük Zafer
Hakkında s.3 – s.7 arası, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Atatürk ve Türk
Kurtuluş Savaşı, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Gazi Paşa, Attila
İlhan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 10. Baskı, Ekim 2011, ISBN
978-975-458-673-2
Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü s.299 – s.306 arası (pdf sayfa düzenine göre)
Mustafa Kemal
Paşaya Başkumandanlık Verilmesine Ait Kanun Dolayısıyla, Atatürk Araştırma
Merkezi Başkanlığı
Araştırmacı tarihçi Turgut Özakman’ın
senaryosundan TRT Ankara Televizyonun yayınladığı KURTULUŞ adlı belgesel
[107] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.113 – s.114,
Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[108] Atatürk Epistemolojisi, Doç. Dr. Kutlu Merih: http://www.merih.net/ata/wata/wataturk01.htm
[109] Atatürk’ün Üstün Kişiliği, Bekir Tünay, Atatürk
Araştırma Merkezi Başkanlığı
[111] Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk s.114 – s.115,
Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Kasım 1986, İstanbul (2. Baskı)
[112] Mustafa YILDIRIM, Ulus Dağına Düşen Ateş Belge
Roman s.314-315-316, 7. Basım, Ulus Dağı
Yayınları, Ankara, 2010
[113] Kapitalizmin ekonomik çözümlemesidir.
Kapitalist üretim şeklini inceleyen bir kitaptır.
[114] Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri s.51, Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma
Merkezi, TTK Basımevi 1991
[115] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.50, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[116] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.52, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[117] Atatürk'ün Tamim Telgraf Beyannameleri s.326, Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma
Merkezi, TTK Basımevi 1991
[118] Bolşeviklerin karşıtı, azınlık durumunda
kalanlar
[119] Bir yeri düşmanın hücumuna karşı
sağlamlaştırmak
[120] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.61, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[121] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.61, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[122] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.62, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[123] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.62, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[124] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.62, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[125] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.62, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[126] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.63, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[127] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.64, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[128] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.64, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[130] Doktrin: Öğreti
anlamına gelir. Yani kendine özgü özellikler taşıyan ve düzenli bir görüşü
oluşturan ilke ve dogmaların bütünü...
[131] Komünist Enternasyonal ya da Üçüncü Enternasyonal anlamlarına gelir
[132] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.67, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[133] Milli Mücadele'de Mustafa Suphi Olayı s.7, Yrd.
Doç. Dr. Adil Dağıstan, Atatürk Araştırma Merkezi
[133] Osmanlı döneminde Batum, Kars ve Ardahan
sancaklarının ortak adıdır.
[134] NUTUK Cilt II s.56 (pdf sayfa düzeni ile), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü,
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[135] NUTUK Cilt II s.58 (pdf sayfa düzeni ile), K. Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü,
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
[136] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.75, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[137] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.77, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[138] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.82, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[139] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.82, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[140] Medivani hastalanınca yerine
gelen elçi
[141] Protokol:
Diplomatlar arasında yapılan anlaşma tutanağı
[142] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.86, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[143] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.88, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[144] Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri s.89, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
[145] Milli Mücadele'de Mustafa Suphi Olayı s.9, Yrd.
Doç. Dr. Adil Dağıstan, Atatürk Araştırma Merkezi
[146] TBMM Gizli Celse Zabıtları 22 Ocak 1922 s.16: http://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/tutanak_sorgu.html
[147] NUTUK
Cilt II (Sovyetler ile ilgili bölümler), K. ATATÜRK, Türk Devrim Tarihi
Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
Atatürk'ün Tamim
Telgraf Beyannameleri, Atatürk Kültür Dil Ve Tarih
Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, TTK Basımevi, 1991
Atatürk'ün
Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları, Derleyen Hulusi Turgut, Türkiye İşbankası Kültür
Yayınları 12. Baskı
Gazi Paşa, Attila
İlhan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 10. Baskı, Ekim 2011, ISBN
978-975-458-673-2
Atatürk Dönemi Türk – Rus İlişkileri, Hazırlayan: Bilgihan ÇOLAK, Danışman: Prof. Dr. İlker ALP, Yüksek Lisans
Tezi, Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2007
Atatürk Dönemi Türk – Afgan İlişkileri,
Aydın Can, Ç.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Okutmanı
Atatürk Ve Komünizm, Alaattin Uca, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Dergisi, Sayı 15, Erzurum 2000
Atatürk’ün Devletçiliği, Prof. Dr.
Mehmet Eröz
Atatürk’ün Türk Dünyası İle İlişkileri, Cem Özer,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara
2007
İşte Atatürk Budur, Uğur Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi, 3
Ekim 1980
Kafkas Seddi
Projesi ve Türkiye, Mehmet S. Erol, Abdürrahim F. Aydın, Karadeniz
Araştırmaları
Kliment Yefromoviç Voroşilov'un Türkiye'yi Ziyareti ve Türkiye - Sovyet Rusya
İlişkilerine Katkısı, Yrd. Doç. Dr. Erdal Aydoğan, Ankara Üniversitesi Türk
İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Atatürk Yolu Dergisi, Mayıs 2007
Kurtuluş Savaşı
Sırasında Kurulması Düşünülen Rum - Ermeni Konfederasyonu, Atatürk Araştırma
Merkezi Başkanlığı
Kurtuluş
Savaşı’nda Savaş Sanayi, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Lenin Döneminde
Türk Rus İlişkileri, Özlem Çolak, Yüksel Lisans Tezi, T.C. Süleyman Demirel
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Tez Danışmanı: Yrd.
Doç. Dr. Hayri Çapraz, Isparta 2010
Gizli Celse Zabıtlarına Göre Birinci
Türkiye Büyük Millet Meclisinde Dış Politika Konusunda Yapılan Tartışmalar,
Prof. Dr. Mehmet Evsile, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Samsun 2010
Milli Mücadele Dönemi Türkiye-İslam
Ülkeleri Münasebetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Milli Mücadele Sırasında Günlük Hayat,
Prof. Dr. Mehmet Evsile
Milli
Mücadele Şahsiyetlerinden Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk), Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Milli Mücadele'de Mustafa Suphi Olayı, Yrd.
Doç. Dr. Adil Dağıstan, Atatürk Araştırma Merkezi
Milli Mücadele'de Yusuf Akçura'nın
Faaliyetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı
Moskova Antlaşmasına Giden Yol Milli
Mücadele Dönemi TBMM - Bolşevik İlişkileri, Atatürk Araştırma Merkezi
Başkanlığı
Rusya'nın Barış Dekretinin Kafkas Cephesindeki Olaylara Etkisi, Nurcan Yavuz,
Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Araştırma
Görevlisi
Stalin Dönemi Türk - Rus İlişkileri
(1924 - 1953), Çağatay Benhür, Doktora Tezi,
Danışman: Doç. Dr. Osman Akandere, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bilim Dalı,
Konya 2008
TBMM Gizli Celse Zabıtları 18 Nisan 1921:
http://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/tutanak_sorgu.html
TBMM Gizli Celse Zabıtları 22 Ocak 1922:
http://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/tutanak_sorgu.html
Türk Kurtuluş Savaşında Sovyet Rusya'nın
Mali ve Askeri Yardımları, Ülkü Çalışkan, Trakya Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi, Karadeniz Araştırmaları sayı 9,
Bahar 2006
Sevr Ve Lozan’da Ermeni Sorunu, Barçın
Kodaman, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Ahmet Halaçoğlu, T.C.
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı,
Isparta 2002
Hâkimiyeti Milliye gazetesinin
başyazılarından derlenen Gizlenen ATATÜRK Belgeseli, Bağdat Yayınları
Araştırmacı tarihçi Turgut Özakman’ın
senaryosundan TRT Ankara Televizyonun yayınladığı KURTULUŞ adlı belgesel
http://www.turkey.mid.ru/hron/news_t_15.html - http://moskovanotlari.blogspot.com/2010/06/rusya-buyukelciligi-turk-sovyet.html - http://www.tarihogretmeni.com/kurtulusavasicephelerilkler.htm - http://blog.milliyet.com.tr/90--yilinda-afgan--turk-dostlugu/Blog/?BlogNo=352153
- http://www.ihkupcu.com/makale/rusyadakibol%C5%9Fevikdevrimivesonras%C4%B1.htm
- http://www.ataturktoday.com/AtaturkGunlugu/MartMarch/1.htm