Atatürk'te Devlet Düşüncesi


Önsöz
Burada amaç, ulu önderimizin “Devlet Düşüncesini” açıklamak ve kimi tabuları yıkmak olacaktır. Önemli bir savda, devlet sistemimizin Wilson İlkeleri’nden (neredeyse pek dile getirilmese de zaman zaman bazı tarihçilerimizin ağızlarından çıkıyor) ve özellikle Fransız İhtilali’nden esinlenildiği vurgusu yapılmaktadır. Hâlbuki konu tam olarak böyle değildir. Çünkü dünya üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısına benzer başka bir devlet yoktur. Bu tümcemizi Atatürk’ün ağzından da açıklarsak:

“Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Sosyalist hükümet değildir ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin bilimsel niteliği bakımından hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Bilimsel, sosyal noktadan bizim hükümetimizi söylemek gerekirse halk hükümeti deriz.” Ve devamında:

“Kendimizi dünyada bulunan herhangi bir hükümete benzetmek kadar yanlış olamaz. Biz kendi benliğimiz içinde ve kendi mizaç ve tabiatımızla ilerliyoruz ve ilerleyeceğiz. Biz benzememekle ve benzetmemekle övünüyoruz. Çünkü biz, bize benziyoruz.”([1])

Bilgileri vermeden önce kısaca şunu özetlemek gerekir ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin sistemi temel olarak İslamiyet öncesi Türk Kültürü’nde yatar. Atalarımızın kurdukları devlet sistemlerinde, yönetim biçimlerinde... Fakat geçmişi çağdaş çağa uyarlayabilmek, daha hızlı gelişebilmek ve Türk ulusuna uygun bir devlet sistemini yaratabilmek için de Ata’mız, dönemin çağdaş Batı devletlerini ve onların sistemlerini incelemiştir:

“Biz, Batı uygarlığını bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için dünya uygarlık seviyesi içinde benimsiyoruz.”([2])

İlk olarak; Tarihe damgalarını vurmuş ve uygarlığı diğer topluluklara öğretmiş ve taşımış olan önemli Türk devletlerinden birkaçını inceleyelim. Belgeler elimizde olduğundan vereceğimiz bilgiler yer yer kısa olacaktır. Konuları ayrıntılı bir biçimde öğrenmek isteyen arkadaşlara belgeleri sunabiliriz. Birçoğu elektronik ortamdadır. ("Kaynaklar ve Belgeler" Bölümü İçerisinde Yararlandığımız Bütün Kaynakları ve Belgeleri Yayınladık)

SÜMER MEDENİYETİ (M.Ö. 4000 – M.Ö. 2000)
Bugüne kadar olan keşiflerden insanlığın ilk uygarlıklarından biri olduğu anlaşılan Sümer Uygarlığının uzun süre Ön Asya’da genel bir uygarlık olduğu, özellikle Akad ve Elamların bütünüyle bu uygarlık etkisinde kaldıkları ve yüksek bir seviyeye erdikleri sabit olmuştur.([3]) Sümer Uygarlığını tanımlayan başlıca uygarlık örnekleri:

1.      Hayvancılık ve Ziraat
2.      Sanayi
3.      Ulussever ve Kanun: Sümerler onurlarını koruyan, ulusal gurur sahibi ve ulusallığıyla övünen bir kavimdiler. Memleketleri işgal edildiği zaman galiplerin egemenliği altında birlikte yaşamaya razı olmadılar. Sümerlerin genel bir isyanıyla “Sargon” saltanatının sona erdiği bilinmektedir. Milattan 1900 sene önce konulan Hamorabi Kanunu eski Sümer kanunlarının ve geleneklerinin bir araya toplanmasından oluşur. Zaten Babil Uygarlığı, her bakımdan Sümer uygarlığından çıkmıştır. Hamorabi kanunu bu bölgede ilk defa oluşturulan kanunlar toplamı da değildir. Sami Hamorabi’nin kanunları Türk Sümer kanunlarından ceza itibariyle daha şiddetliydi. Örneğin; ailede iki taraftan birinin ihaneti Hamorabi kanunlarında idam ile cezalandırıldığı halde, Sümerlerde boşanmaya bile yetecek bir sebep oluşturmazdı. Ayrıca Sümerler, esirlere karşı davranışlarında daha şefkatliydiler. Bir kölenin kaçması, Hamorabi kanuna göre idamı gerektirirdi. Hâlbuki Sümerler küçük bir para cezası almakla yetinirlerdi. Sümerlerin düzenli mahkemeleri vardı. Düzenli tapu işlemleri de yapılırdı. Ortak tasarrufla beraber kişisel mülkiyet de vardı. Sümerlerde aile örgütü tek eşlilik üzerine kuruluydu. Her iki cinse bağlantılı gençler arasında serbest görüşmeye izin vardı. Bir genç ile nişanlanan veya sözleşen kız, evlenmeden önce kayınbabasının evinde kalabilirdi. Evlilik dini bir nitelikte değildi. Evlilikten sonra kadın aile mallarında ve mülklerinde ortaktı. Erkek, kadının rızası olmaksızın ortak malları satamazdı. Aile borçları için her ikisi sorumluydular. Kadın ekonomik bir geleceğe sahipti. İstediği işte çalışabilirdi; tezgâhlarda, mağazalarda çalışır, rahat bir şekilde gezerdi, işini yapardı.
4.      Eğitim ve Öğretim: Sümerlerin, eğitim ve öğretim örgütü kusursuzdu. Erkek ve kız çocukları bir arada öğrenim görürlerdi. Okullarda okuma yazma, dil bilgisi, inşa, coğrafya, matematik, ölçme yöntemleri, ölçek ve edebiyat öğretilirdi. Yüksekokullarda, doktorlar, mimarlar gibi meslek adamları yetiştirilirdi. Sümerlerin birden fazla Tanrılara inanan bir dini vardı. Tanrılar insan şeklinde ve niteliğinde betimleniyordu. Tapınaklar, bu Tanrıların evleriydi. Bunlar, orada ölümlü bir yaşam yaşarlardı. İnsanların mutlulukları ve felaketleriyle yakından ilgilenirlerdi. Cezalandırma ve ödüllendirmeleri dünyada verirlerdi. Sümerler, ruhun sürekliliğine inanırlardı ancak cennet, cehennem ve ahirete inanmazlardı.
5.      Din ve İlimler
6.      Edebiyat ve Yazı
7.      Mimari ve Konfor ([4])
Sümerler, Mezopotamya'da yaşamışlardır.

ETİLER (HİTİTLER M.Ö. 2300 – M.Ö. 1200)
Hükümet ve Ordu: “Etiler imparatorluğu temelde bir federasyondur. Federasyonun temel şartı, askerî yardım idi. Eti ordusu esas olarak ulusal bir çekirdekten oluşurdu. Bu çekirdek, askerî hizmet şartı ile arazi sahibi orduya yardımcı halk güçlerinden oluşmuştu. Bunlar, kirayla resmen sadakat yemini ederlerdi. Federasyona bağlı olan diğer Etilerin orduları bu çekirdeğin etrafına toplanıyorlardı.” ([5]). Eti ordusunun içinde, uzaktan macera aramaya gelmiş ücretli askerler de vardı. Etilerin bedeni güçleri çok fazla, silahları da gelişmişti.([6])

Hukuk: Bilinen şudur ki; hakanın hükmüne her kim karşı koyarsa bütün eviyle ve ailesiyle yok edilirdi. Yalnız bu durumdadır ki; ceza fail olan ferdin ailesine kadar genişletilirdi. Genel adalet kuralı bu değildi. Eti kanunlarında kişilere karşı cinayetlere ait hükümlerden sonra askerlerin ikamet konusu gelir. Ondan sonra araziye ait dini hükümler gelir. Evlilikte tarafların eşit koşullara sahip olması ve erkeğin kadına bir hediye vermesi temel olarak görünüyor. Aile hayatına dair kanunda ayrıntılar ve bunlara dair hükümler vardır.
Bu kanunlarda kadın hukukuna dair birçok maddelerin bulunması dikkate değer. Etilerde kadın özgürlüğü yüksekti. Bunlar hükümet işlerinde görev almaktan başka hâkimlik de yaparlar ve erkekler gibi savaşlara giderlerdi. Kraliçe, kral kadar hukuka sahipti. Mısır hükümdarı 2. Ramses ile yapılan meşhur anlaşmada, Ramses ve 2. Hatusil’in imzaları yanında kraliçe Budohiya’nın da imzası vardır. Maraş’ta bulunan bir Eti kadının heykelinin başlığı Türkmen kadınlarının başlığına benzemektedir. Bu biçim başlık, bugün hâlâ Kartal köyü kadınları tarafından kullanılmaktadır. Aynı başlığın bazı Etrüsk anıtlarında da bulunması dikkate değerdir. Etilere ait anıtlar arasında bir kumandan kadın heykeli bulunmuştur. Emlak sahibi olmak için askerlik yapmak şarttır. Hırsızlık suçu dikkate alınır ve cezalandırılır. Genellikle yükümlülüklere ait hükümler eksik görülüyor. Fakat buna karşılık birçok ceza sistemleri vardır. İdam cezası, yalnız ve ancak sınırlı durumlarda uygulanır. Eti kanunlarının en dikkat çekici yanı; Kalde yani Sümer ve Akat kanunlarına yakın olmasıdır. Etiler, kendi zamanlarında çevrelerine öğreticilik etmişlerdir. Bu terbiye etkisi, Etiler ülkesi bölgesinde eserlerini bırakmıştır. Bu eslerler özellikle, Yahudilerin eski hükümlerinde görülmektedir. Etilerin çok gelişmiş bir ticaretleri vardı. Para ile ticaret, çağdaşları olan Asurlardan çok ilerde idi. Bu hususta çok ilerlemiş Sümerlilerin kendi soylarından olan Etiler üzerindeki etkisi kesindir. Eti kanunlarında köleliğe ait hükümler de vardı. Eti hukukunun bir özelliği vardır. Bununla beraber Sümer, Elam ve Ege hukuklarına benzemeyen yönleri de çoktur. ([7])
Hititler, Anadolu’da yaşamışlardır.

ETRÜSKLER ( M.Ö. (1000) – M.Ö. (300-100) )
Etrüskler on iki siteden oluşan bir konfederasyon yaptılar. Bu on iki site arasında tam birlik yoktu. Yalnız tehlike zamanında birleşirlerdi. Hareket serbestilerini muhafaza ediyorlardı. Ayrı ayrı hakanlar tarafından yönetilirlerdi. Fakat milâttan önce dördüncü asırda bir aristokrat, bir cumhuriyet ortaya çıkarttı. Bu cumhuriyet, Lükümonlar denilen sınıf tarafından idare olunuyordu.([8])

Etrüsk Medeniyeti: Etrürye (Etrurie) kıtası ve Etrüskler, milâttan sekiz asır önce merkezî İtalya’da uygarlığın merkezi ve kaynağı olmuştu. Diğer hiçbir ulus, kültür açısından Etrüsklere denk değildi. Etrüskler, İtalya’nın en uygar bir durumda olan ve en uygarlaştırıcı ulusuydular. İyi mühendis, mimar idiler. Sistematik bir programla memleketi bayındırlaştırdılar. Bataklıkları kuruttular. Ormanları işlettiler. Nehirlerin akışını düzenlediler.
Taştan mimariyi İtalyanlara öğreten Etrüsklerdi. Bunlar, Pompei şehrinin kurucusu idiler.
Dünya’nın usta çömlekçileri ve en iyi vazo yapanları Etrüsklerdi. Sanat alanında dünyanın öğretmenleri idiler. Mimaride kemer ve kubbe yapmasını bilirlerdi ki; o zaman Grekler bunu bilmiyorlardı. Küçük Asya ve Mısır’a Etrüsk gemileri gider, ticaret yaparlardı.([9])

Etrüsklerin uygarlığa dair özellikleri:
  1. Devlet Teşkilatı ve Hukuk: Romalılar siyasî ve yönetimsel kuruluş şekillerinin çoğunu Etrüsklerden almışlardır. Örneğin; önce bir Danışma kuruluşu olup daha sonra yasama yetkileri kazanmış olan Yaşlılar Meclisi (Senato), Romalılara Etrüsklerden geçmiştir. Roma Hukuku’ndaki meşhur “İmperium” kavramı bile, Etrsükoloji bilginlerine bakılırsa, Romalılar Etrüsklerden almışlardır. Eski Türklerdeki “Kut” kavramına karşılıklı olan ve Devlet otoritesi, Yönetme yeteneği veya Yürütme Gücü diye açıklanan ve tanımlayabileceğimiz bu kavram, bilindiği gibi bugün her Anayasanın temelidir. Romalılar sadece Devlet otoritesi düşüncesini değil, Devlet otoritesinin sembol ve amblemlerini de Etrüsklerden almışlardır. Ve bunlardan bir tanesi de bozkurt figürleridir. Bu arada diğer Lâtin dillerine de geçmiş, “taht” anlamındaki “trona” kelimesi bile Etrüskçedir.
  2.  Ordu Teşkilatı: Romalılar askerî kuruluşları da Etrüsklerden almışlardır. Temelde Roma Ordusunun kurulması ve düzenlenmesi Etrüsk hakanları devrinde olmuştur. Onbaşılık, Yüzbaşılık, Binbaşılık kuruluşları Etrüsklerden Romalılara, Romalılardan da diğer Batı uluslarına geçmiştir.
  3. İnşaat ve Mimarlık
  4. Yol İnşaatı
  5. Bataklıkları kurutma ve toprağı sulama tekniği
  6. Plâstik Sanatlar
  7. Kuyumculuk ([10])

Etrüsklerde aile bağları güçlü ve aile yaşamı önemliydi. Birçok Etrüsk mezarlarında bulunmuş karı koca heykelleri ve bunlardaki yüz ifadeleri, eşler arasındaki karşılıklı şefkati göstermesi bakımından bunun delili sayılmaktadır. Etrüsklerde aile yaşamı, aile dışında da devam ederdi. Çünkü Etrüsk kadını, her yere kocası ile birlikte gider ve onun meslekî meşguliyetleri dışında yaşamına katılırdı. Kendilerinde harem selâmlık hayatı olduğu için, Yunanlılarla Lâtinler buna pek şaşarlardı.

Etrüskler spora ve spor gösterilerine pek düşkündü. Ulusal ve dinî bayramlarda, bütün Etrüsk şehirlerinde at yarışları ve güreş gibi gösteriler düzenlenirdi (örneğin Greko-Romen güreşi olarak bildiğimiz spor, Etrüsk Türklerinden alınmıştır). Bunun dışında da, sık sık çeşitli spor yarışmaları düzenlenir ve bunlar, bugünkü futbol maçları gibi, halkın büyük eğlencesini oluştururdu. Romalılardaki “sirk”, yeni her çeşit yarışma merakının Etrüsklerden geldiğini ve hatta meşhur “gladiatör” oyununun bile Etrüsklerden alınma olduğunu tarih bilginleri yazar.

Süsüne düşkün olan Etrüsk kadını, mücevhere de değer verirdi. Törenlere, ziyafetlere gittiği zaman, kolye, küpe, iğne, yüzük, bilezik gibi çeşitli mücevherler takmayı severdi. Böylece sağlam bir ekonomiye dayanan, güçlü bir devlet kurmuş olan Etrüskler, refah ve bolluk içinde yaşayıp gidiyor; her şeyi kendilerinden öğrenmiş, her şeyi kendilerinden almış olan Lâtinlerin ruhuna gizli aşağılık kompleksinin Etrüsk ulusu için ne büyük tehlike oluşturduğunu akıllarına getirmiyorlardı.([11])

Eski Türklerin de hemen hemen Etrüsklerinkine benzer ve siyasî teşkilata sahip olduklarına ve Fanum Voltumnae’deki gibi yıllık siyasî toplantılar yaptıklarına inanmak için Deguines, De Groot, Klaproth gibi bilginlerin eserlerini okumak yeterlidir. Dans ile müziğe gelince, Fransız Çin tetkikleri bilgini Edouard Chavannes’in, Çinlilerin, komşuları olan Türklerde bu iki sanata gösterilen ilgiye şaştıklarına eserinde işaret ettiğini burada kaydetmeliyiz. Bu nedenle şunu hatırlamak gerekir ki; İslamiyet’ten önceki, yani Mecusi (Ateşe tapan kimse, ateşe tapar; Zerdüşt dininden olan) Türklerde “Kam” adlı rahipler dinî danslar yaparlardı. İslamiyet’ten sonra ise, Konya’da bugün bile ince “sema” hareketlerini seyretmek olası olan bir Mevlevî tarikatını kurmuşlardır. Aynı şekilde Etrüskler “sıçrayan” veya “Dans eden” rahipler sınıfını oluşturmuşlardır ki, Romalılar da bunu onlardan almışlardır.([12])

Ön-Atalarımızın, YUĞ-SUN, saflaştırma, temizleme anlamına kullandıkları ad, Etrüskler tarafından Roma’ya taşınmış olan “Ön-Türk hukuku”nun adıdır. Yuğmak, halen Batı Anadolu ağzında temizleme, çamaşırın daha temiz olması için çitileme anlamında kullanılır.
Kısaca Ön-Türk dünya görüşünü inceleyelim:

TANRIDA OLMA: Kişi Tanrı’da; renksiz, kokusuz, durağan ve şekilsiz bulunmaktadır. Buna UYU-USUQ; Tanrısal uyku durumu diyebiliriz. (Günümüzde uyuşuk olmuştur.)
TANRIDAN GELİŞ: Tanrı buyruğu ile Uyu-usuq kişi, her yerden -insan, bitki, hayvan, taş, dağ, maden- geçen, fakat tahrip etmeyen bir top halinde, toparlak bir RUH halinde yeryüzüne iner. Can olur canlanır. Var olur, varlık olur; artık yeryüzü kişisi olmuştur.
Çoğalmışlardır:
* Toplum olma, HALK olma bilincine sahip olmuşlardır.
* Tanrıdan eş geldiklerinden aralarında kadın-erkek ve tür ayırımı yoktur. Bu düşünce, dile de yansımıştır. Bugün Türkçede üçüncü tekil şahıs olarak; kadına da erkeğe de “O” deriz. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi yabancı dillerde böyle bir şey yoktur; ayrım vardır. Bu eş değerde Ön- Türk kişilerden oluşan toplum yönetilme gerekliliğini hissetmiş, düşünmüştür. Bundan da otorite gereksinimi doğmuştur. Artık sorun, kimin yönetici olacağı, kimin otoriteye sahip olacağıdır. Bunun için toplanılır. Bu ileride ‘’KURULTAY’’ adını alacaktır.
* Etrüsklerin bu kavramları İtalya’ya, Roma’ya taşımaları üzerine ona ‘’FORUM’’  denecektir.
*Toplantılarında oylarıyla isteklerini ortaya koymuşlar, sosyal ve politik deyimle ‘’SEÇİM’’ yapmışlardır.

Ön-Türklerin geleneği haline dönüşen, bu ‘’DÜNYA GÖRÜŞLERİ’’ İKİ EVRENSEL DEĞERİ ortaya koymuştur:

1- EGEMENLİK HALKINDIR.
2- DEMOKRASİ

Egemenliğe sahip halk, seçimle bir kişiyi ‘’BUĞ’’ seçerdi. BUĞ yalnızca;

* Yönetecek kişi sıfatına sahiptir. Çünkü; ‘’Eşitlik prensibi’’ bu hakkı ona vermemektedir.
* Yönetme sorumluluğunun geçerli ve yasal olması gereklidir. Halk, Tanrı halkı olduğuna göre bu sorumluluk; Tanrı tarafından, Tanrı adına verilirdi.

GÜNEŞ KÜLTÜ

Ön-Türk dünya görüşü, bu sorumluluğun Buğ’a verilmesi için Güneş Kültü’ nü görevlendirmiştir.

* KÜN-ËKİ, Güneş ve Eşi ya da GÜNEŞ ve AY (günümüzde Günay olmuştur.)
* Gökyüzünden yeryüzüne inerler.
* AY, TANRI ADINA BUĞ’A HALKINI YÖNETME YETKİSİ VERİR.
* Ama bu yetkiyi kullanmanın iki şartı vardır:
1.Halkına bir kul, köle gibi hizmet edecektir.

ATEŞ KÜLTÜ

Bu aşamada, Ön-Türk Dünya görüşü Ateş Kültü’ne gereksinim duymuştur.
2.Ölümünde halk toplanacaktır.

* Buğ’u hizmetleriyle yargılayacaktır. Yani mahkeme yapılır. (Bugün, herhangi bir cenazede rahmetliyi nasıl bilirdiniz sorusu gibi…)
* Eğer halkına iyi hizmet etmişse; canının, ruhunun Tanrı’ya UÇMASI,
* TANRI BİL’ inde([13]) ASILI kalması, ASQAN olması, Cennette asılı olması (transfiguration),
* ÖLÜMSÜZLÜĞE KAVUŞMASI ve
* ÖTEKİ DÜNYADA YAŞAMASI için (réincarnation)
* BEDENİ ATEŞE VERİLECEKTİR. (incinération)
* Ateşi hazırlamak için gerekli olan odunu, gerekli dua ve oyunlarla HALK TOPLAR.
* Yanan bedenden kalan küller, URNA’larda, kül kaplarında saklanır. Merasim,
* ATEŞE VERME ZİYAFETİ ile sona erer.”([14])

Etrüskler, İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yer alan Etruria bölgesinde yaşamışlardır. Roma şehrini kuran Etrüsklerdir. Roma İmparatorluğunun sahip olduğu uygarlık, Etrüsk Türklerine aittir. Ayrıca DNA testi ile Etrüsklerin Türk oldukları da ispatlanmıştır.([15])

Cumhuriyet’imizin bağları köken olarak kendi kültüründedir. Yukarıda sıraladığımız üç farklı Türk devletlerinin çoğu özellikleri, İslamiyet öncesindeki diğer Türk devletlerinde de vardır. Eski Türk devletlerinin kimi hukuksal ve toplumsal yapılarının daha çağdaş ve çağına uygun daha gelişmiş durumunu Cumhuriyeti’mizde görüyoruz. Şimdi de Atatürk’ün devlet düşünce yapısını inceleyerek devletimizi daha iyi tanıyacağız. Bu konuyu ayrıca, genel hatlarıyla Kemalizm’in Tarihsel Temelleri Hâkimiyeti Milliye adlı yazı da açıklığa kavuşturur. Belgelerimiz arasındadır.

Atatürk’te Devlet Düşüncesi
Bu devlet, öyle bir devlet ki; bütünüyle Türk ulusuna ait bir devletti. Osmanlı’nın kalıntılarından arınmış çağdaş bir devlet kurmak için Atatürk, okumuş, araştırmış ve kafa yorup düşüncelerini zamanı geldikçe uygulamıştır. Atatürk’ün yaptığı hiçbir çalışma şans eseri ya da öngörüsüz değildir. Dönemin bütün bilim dallarını kullanarak sürekli gelişen, bütün Türkiye halkının refahını gözeten, dünyanın güçlü devletleri arasında yerini almış sağlam bir Cumhuriyet kurmuştu.

Konuya, Atatürk’ün 1 Kasım 1937’de TBMM beşinci dönem üçüncü toplantı yılındaki CHP programında söylediği sözler ile başlayalım:

“Aziz milletvekilleri, Dünyaca bilinmektedir ki; bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı ilkeler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”([16])

Atatürk’ün düşüncelerini yanılgıya düşmeden anlamak önemlidir. Atatürk’ün söylediği sözleri bugüne dek çoğunlukla bölüm bölüm ele alındığından dolayı yanlış anlaşılmış; toplumumuzda, Atatürk’e ve kurduğu devlete karşı kötü düşünceler oluşmuştur. Bu yüzden neden-sonuç ilişkisiyle Atatürk’ün sözlerini irdeleyeceğiz.

Osmanlı Düzeni Yıkılırken Devlet Gereksinimi
Atatürk, “Tarih yaprakları” derken en çok Osmanlı dönemini gösteriyordu. Yine kendisinin ağzından duyarsak:

“…İzlenilen amaçlar hiçbir zaman kişisel olmamalıdırlar. Geçmiş sistemlere takılanlar ve geleneklerden sıyrılamayanlar hiçbir zaman çağdaş bir devlet kuramazlar.”([17])

(Konuyu detaylı bir biçimde görmek için bakınız: İzmir İktisat Kongresi, Atatürk Söylevleri http://atam.gov.tr/?p=1136)

Atatürk’ün sıyrılmak istediği geleneklerden en önemlisi, Osmanlı saltanatıydı. Burada yapılan vurgu, Osmanlı’nın patrimonyal bir devlet yapısına dahi sahip olmadığı anlayışıdır. Yani patrimonyal([18]) devlette yöneticiler, bazı geleneklere uymak zorundadırlar. Atatürk Osmanlı’nın patrimonyal yönetiminin sadece bir boyutunu kişisel yönetim biçimiyle özdeşleştirmiştir.

Atatürk, 14 Ekim 1925’de İzmir’de bazı memurlarla yaptığı bir konuşmada, Osmanlı’nın kişisel yönetim biçiminin sonucunu şöyle açıklamıştır:
“Arkadaşlar, geçmiş zamanda en büyük felaketleri hazırlayan bir geçmişte, çok derin geçmişlerde dahi, Türk ulusunu benliğinden çıkaran bir örgüt vardı ki; ona devlet ve hükümet örgütü derlerdi. Ulus, hükümet örgütünün görünüşte esiriydi. Bu onun görünen manzarasıydı. Hâlbuki Türk, köleliği kabul etmeyen bir ulustur. Türk ulusu köle olmamıştır.

Yalnız hükümet başka bir konumda kalmış, ulus da hükümete yabancı ve ondan nefret eder bir durumda kalmıştır. İşte bunun için çok felaketler oldu. Fakat bunların oluşmaları, devlet-hükümet örgütü üzerinde oldu. Yok, olan devletler idi ve devlet ölmüştür. Fakat Türk ulusu görüyorsunuz ki; daha güçlü, daha onurlu olarak yaşamakta berdevamdır. Bugünkü hükümetimiz, teşkilatı devletimiz doğrudan doğruya ulusun kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir teşkilatı devlet ve hükümettir ki; onun adı Cumhuriyet’tir. Artık hükümet ile ulus arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Artık hükümet ve hükümet üyeleri kendilerinin ulustan gayrı olmadıklarını ve ulusun efendi olduğunu bütünüyle anlamışlardır.” ([19])

Atatürk’e göre, Osmanlı’nın gerilemesi ve tüm özgürlüğünü yitirmesi, yönetimin kişiselleşmesi ve devletin ölmesinin sonucudur. Bu düşünceyi de Atatürk, İzmir’de 1. Türkiye İktisat Kongresi’ni açarken yaptığı konuşmada şöyle açıklıyordu:

Osmanlı ülkesi yabancıların sömürgesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, Türk ulusu, köle durumuna getirilmişti. Bu netice, arz ettiğim gibi, ulusun kendi istenç ve egemenliğine sahip bulunamamasından, şunun bunun elinde kullanılmasından ileri gelmişti. O halde diyebiliriz ki; ulusal bir dönem yaşamıyorduk. Ulusal tarihe sahip bulunmuyorduk. Osmanlı tarihi padişahların, hakanların, zümrelerin destansı niteliğindeydi. Geçmişin tarih diye uzattığı kitabın iç yüzü bundan oluşmaktadır.([20])

O zaman diyebiliriz ki; kurulacak yeni devlet, bu tip sorunların yaşanmadığı bir devlet, ulusuyla bütün, ulusun devleti ve öz kültürünü yaşatan bir devlet olacaktı. Bu yüzden yeni devlet, eski uygar köklerinden gelecekti. Yani Türk toplumu ile bağdaşan bir devlet düşüncesiyle…

Egemenlik Ulusundur İlkesi: Atatürk, 27 Ocak 1923’de İzmir’de Hükümet Konağı’nda halk temsilcilerine şöyle hitap ediyordu:

“…Kayıtsız şartsız deyimiyle belirtilen ulusal egemenliğin sorumluluğunda tutmak demek; bu egemenliğin bir parçasını, sıfatı, adı ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir…”([21]) Atatürk’e göre egemenliğin kayıtsız ve şartsız ulusa ait olmasının birincil anlamı; egemenliğin hiçbir biçimde padişaha ya da Babıali’ye ait olmamasıdır. Çünkü padişah ve Babıali; ulusu değil, kendilerini kurtarmanın peşindedirler. Ulus, kaderini kendi eline almalıdır. Başarı ulusun bağrından fışkıracaktır.

Gerçek Devrimciler Kimlerdir: Atatürk’e göre ulusun istenci, bütün ulusun isteklerinin bileşkesinden oluşur.([22]) Atatürk’e göre gerçek devrimciler ya da halkçılar, onlardır ki; ilerleme ve yenileşme devrimine yönlendirmek istedikleri, insanların ruh ve vicdanlarındaki eğilimlere yerleşmesini bilirler.([23])

Atatürk burada gerçek eğilimden söz ettiğine göre, toplumda ortaya çıkan bazı eğilimleri gerçek bulmamıştır. Bu noktayı daha iyi anlayabilmek için, Atatürk’ün 22 Eylül 1924 tarihinde Samsun’da öğretmenlere yaptığı konuşmadan bir kesiti vurgulamak gerekir:

“Bir sosyal kurumun kuşkusuz toplumsal bir düşüncesi vardır. Eğer bu, her zaman dışa vurulamıyorsa ve açığa çıkarılamıyorsa, onun âdemi mevcudiyetine hükmolunmamalıdır. O fiiliyatta ister istemez vardır, varlığımızı, bağımsızlığımızı kurtaran bütün eylem ve harekât, ulusun ortak düşüncesinin, isteğinin, çabasının yüksek alınyazısı eserinden başka bir şey değildir.”([24])

Toplumun içyapısında saklı, toplumsal düşüncesine uymayan eğilimler; gerçek eğilimler değildir. Söz konusu eğilimler göz önüne alınmamalıdırlar. Bu konunun derinliğini Atatürk, 5 Ocak 1925’de Konya’da tuttuğu uzunca günlük notunda açıklamaktadır. ([25])

Ayrıca Atatürk, bir ulusun kendi mutluluğuna nasıl erişeceğini şöyle dile getirmiştir:

“Bir ulusun mutluluk saydığı şey, diğer bir ulus için kötü olabilir. O halde bir ulus, kendine göre mutluluk sayacağı bir şeye erişebilmek için başvurduğu gerek ve araçlar, kendi ruhundan çıkarsa o zaman amaca varabilir.”([26])
Burada Atatürk, toplum için alınacak kararların toplumun benliği ile uyuşması gerektiğini söylemiştir.

İlerleme ve Yenilik Devrimi: Bu konuda Atatürk’ün düşüncelerini 30 Ağustos 1925’de Kastamonu’da CHP binasında partililerle yaptığı bir konuşmada buluyoruz:
“Kuşku yok, bu yörenin saygıdeğer halkı gerçekten uygarlaşmanın doğal gidişatı üzerinde ilerlemektedir. Bugün ben, o olgunlaşmanın doğal belirtilerinin mutlu bir tanığı bulunuyorum. Bu gerçeğin aksini anlatarak ve açıklayarak yenilenme adımlarımızı felce uğratmaya yeltenen beyinsizin, hükümlerini vermekte kendi yarım yamalak bilimlerine, çürük mantıklarına, yetersiz akıllarına dayandıklarını sanıyorum. O zavallı kendini beğenmişler böyle yapacaklarına halkın sağduyusuna danışsalardı, ondan ilham ve bilgi alsalardı, kendilerini bugün gülünecek ve utanılacak durumda bırakan bu kadar iğrenç hatalara düşmezlerdi. Fakat sağduyunun, akıl, mantık ve yeteneğin üstünde önem sahibi olduğunu takdir etmek yalancı bilginin işine gelmez.”([27])

Atatürk’ün Hedefi ‘’Halkın Devletini Kurmak’’: Atatürk’ün hayatı boyunca özellikle 1923-1938 yılları arasındaki kimi söylemlerinde, öz kültürümüze yönelmeyi vurguladığını görüyoruz. Bunlardan en çarpıcı olanı da; 1930 ve 1938 yılları arasında ortaokullarda ders olarak verilen Atatürk’ün manevi kızı Prof. Dr. Afet İnan’ın bizzat Atatürk’ün el yazılarından derlediği bir kitap vardır. Bu kitabın adı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” dir. Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kesinlikle okunmalıdır.

Konuya başka bir açıdan da bakarsak Aristo, fizik ve biyoloji alanlarında olduğu gibi siyaset alanındaki çalışmalarında da İyona([28]) okulunun etkisi altında kalmıştır. Bu geleneğe göre; doğada her şey kendi özünden gelen belirli bir gelişme potansiyeline yani her nesneyi önceden belli bir gelişmişlik hedefine iten gizli bir güce sahiptir. Dolayısıyla, nesnelerin bile gelişme süreçlerini anlayabilmek için özlerinin yöneldiği kesin ya da son biçimlerini keşfetmek gerekir. Yani anladığımız üzere her olgunun ve kavramın bir kökü vardır. Bu yüzden de köklere inmek gerekir. İşte Mustafa Kemâl Atatürk’ün yaptığı da buydu. Atatürk’e göre devri saltanatı şahsiye, bu doğal gelişme sürecini tıkamış, toplumu çöküntünün eşiğine getirmiştir. Ülkenin kurtarılması ve toplumun doğal sürecinde ilerleyebilmesi, eşhas (kişisel) devletinin yerini halkın devletine bırakmasına bağlıdır.

Yani çıkardığımız sonuç; Osmanlı Devleti’nin gerek toplumsal gerekse siyasal yapısı Türk toplumunun yaşayış biçimine terstir. Halkın Devleti’nin kurulmasıyla toplumda gömülü gizli güç, kurtuluş yolunu gösterecektir. Halkın Devleti’nin bir işlevi, toplumun gizli gücünü eylem tasarısına aktararak toplumun kurtuluşunu sağlamaktır. Söz konusu devletin ikinci işlevi ise; toplumun özünün yöneldiği son biçimi keşfederek toplumun o doğrultuda adımlar atmasını sağlamaktır. Yani toplum kendi kültürünü hatırlayacak ve eski üretken haline yeniden erişip gelişimine kaldığı yerden devam edecek. Devlet ise, bu ruhu ortaya çıkaracak ve kültür devrimleriyle toplumu özendirecek. Böylelikle toplum, hem devletini yönetecek hem de gelişimini sürdürecek.

Bu konuyu Atatürk’ün bir sözüyle daha da açarsak, neden öz kültürümüze yoğunlaşmamız gerektiğini anlayacağız. Çünkü Atatürk, demokrasinin tarihsel gelişimiyle beraber Türk Ulus’unun köklerini vurgulamaktadır:
“Bundan yedi bin yıl önce Mezopotamya’da, insanlığın ilk uygarlığını kuran; Sümer, Elam ve Akad kavimlerinde demokrasi ilkesi uygulanmıştır. Gerçekten bu Türk kavimler, birleşik bir Cumhuriyet kurmuşlardır. Bundan sonra Atina ve Sparta gibi Yunan şehirleri, bir tür demokrasi ile yönetilmiştir. Roma’da demokrasi hayatı yaşamıştır. Türk ulusu, en eski tarihlerinde, ünlü kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet başkanlarını seçmeleriyle, demokrasi düşüncesine ne denli bağlı olduklarını göstermişlerdir. Son tarih dönemlerinde Türklerin kurduğu devletlerde, başlarına geçen padişahlar bu yoldan ayrılarak baskıcı (zorba) olmuşlardır.”([29]) – ([30])

Ayrıca Atatürk’ün Amerikan halkına yaptığı konuşmada şu ifadeyi kullanmıştır: “Türkler zaten demokrattır.”([31])

Bu ifadeler ile Atatürk’ün neleri hedeflediği ve Türk tarihi bilgilerinin ne kadar derin olduğu ortadadır. Atatürk’ün Demokrasi düşüncesini daha iyi anlamak için “Atatürkçülüğün Demokrasi Boyutu-Halkçılık” adlı yazının okunması önemlidir.([32])

Diğer bir yönden de; Halkın Devleti, siyasal sistemden özgür ve onun üstünde bir devlet olgusu durumundadır. Bu yüzden çeşitli topluluk ve sınıflardan gelen istemler, bu süzgeçten geçiriliyor. Bu istemler yapay düşünceler ise; toplumsal düşünceye uygun düşmedikleri için, toplumun genel düşünce sistemine uymayan düşüncelerdir. Bu yüzden de kabul görmüyorlar. Süzgeç rolünü tek bir kişi dahi oynasa, diktatörlükten söz edilemez. Çünkü diktatörlük; eşhas devleti ile eşanlamlıdır. Cumhuriyet Türkiye’sinde ise; süzgeç rolünü oynayan kişi, bu işlevi yerine getirirken toplumun özünün yöneldiği son biçimi kendisine ölçüt alacaktır. Yoksa kendi çıkarları ya da keyfî düşünceleri için değil. Yine bu yüzden, yaşamda en doğru yol gösterici bilimdir. Çünkü bilim, toplumun özünün yöneldiği son biçimi keşfetmekte vazgeçilmez bir araçtır. Devlet işlevini yerine getirecek kişi, kurum ya da kurumlar, bilimsel bir biçimde, halkın sağlam ve insanı yanıltmayan duygularına başvurup onun gerçek ruhunu ortaya çıkartacaklardır. Halkın Devleti bir eşhas devleti olmadığından, devlet işlevini yerine getirecek kişi ya da kişiler; bir yandan bilgili olacak, öte yandan toplumun şimdiki ve gelecekteki genel çıkarına duyarlı bulunacaklardır. Ayrıca bu kişi ya da kişiler, özel çıkarlarının peşinde koşmayacaklardır. Konuyu, Atatürk’ün 1 Aralık 1921’de

TBMM’de söylediği sözlerle daha da net anlayalım:

“…Kanun koyan insanlar, birtakım seçkin özelliklere sahip olmak zorundadırlar. O özelliklerden birincisi şudur efendiler:

Kanun öneren, kanun yapan, kanun koyan bir insan; insanlığın bütün duygularını bütün tutkularını herkesten daha çok sezer ve bilir. Fakat nefsini herkesten çok ve bütünüyle bunlardan ayırt etmek kudret ve yeteneğine sahip olmalıdır. Bu seçkin özelliklere sahip olmayan insanlar, insan topluluğu için kanun yapmak hak ve yetkisinden men edilmiştir. Efendiler! Kanunlar duygulara dayanarak ve uyularak yapılmaz.”([33]) Atatürk, TBMM’de söylediği bu sözlerin bir benzerini de Romanya Dışişleri Bakanı’na söylemiştir: “Herhangi bir kişinin, yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey; kendisi için değil kendinden sonra gelecekler için çalışmaktır.”([34]) 

Türkiye’de Belli Bir Hedefi Bulunan ‘’Egemen Devlet’in Oluşturulması
Atatürk’ün hedefi, ana iki temel boyut içermektedir. Ancak bu iki bölüm, kendi içlerinde birçok alana yayılır. Özellikle ikinci bölüm Atatürk devrimlerini içerir. Şimdi ana iki boyuta değinirsek:

1)      Ülkeyi emperyalist güçlerin işgalinden kurtarmak
2)      Ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine getirmek

Aslında toplumun her iki konuda da büyük potansiyele sahip olduğu bilinmektedir. Ancak o dönemde, toplumun harekete geçirilmesi, topluma yol gösterilmesi gereklidir. Çünkü toplum; henüz söz konusu hedeflerin gereklerini yerine getirebilmek için gerekli bilgiye sahip değildir. Bunların en temel sebebi de; o dönemde toplumun bilinçsiz, toplumsal ve ekonomik bakımdan geri kalmasından gelir.

Değişim Gücü, Köreltilen Toplum: Toplumun benliğinde bulunan gizli gücü, büyük potansiyeli, eşhas devleti köreltmişti. Toplum, girişim gücünü kaybetmişti. Atatürk, ülkenin kurtuluşu konusunda ulusun gösterdiği umursamazlıktan bile şikâyetçi olmuştur. Ve Ata’mızın büyük nutkunda da yer alan şu sözlerini söylemiştir:

“Dikkate değerdir ki; İzmir'in ve bunu izleyen Manisa'nın ve Aydın'ın işgali ve yapılan tecavüz ve kıyımlar hakkında henüz ulus aydınlanmamış ve ulusal varlığa vurulan bu feci darbeye karşı açıkça bir üzüntü ve şikâyet açığa vurulmamıştı. Ulusun, bu haksız darbe karşısında suskun ve hareketsiz kalması, elbette ulusun lehinde yorumlanamazdı. Onun için ulusu uyarıp harekete getirmek gerekiyordu.”([35])

Atatürk daha sonra 21 Mart 1923’de şu sözleri söylemiştir: “Efendiler! Acı, kara günlerden sonra ulusun düşürüldüğü ölüm mezarından kurtulması, ulusun bugünkü onurlu yerini bulması hakkında şükretmeye ve övmeye değer girişimler ve harekette bulunan arkadaşların amaçlarına varmakta başarılı olabilmesi ancak; ulusun aydınlarının ulusu her olayda aydınlatmaları ve uyarmaları, ulusu her zaman ana hedefe yöneltmeleriyle mümkün olmuştur.”([36])

Ülke kurup sıra ulusu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmaya geldiğinde Atatürk, aynı sorunların yine süregeldiği düşüncesindedir. Laiklik devrimi ile ilgili olarak söylediği şu sözler, ulusun sürüklendiği hakkındaki düşüncelerini de yansıtmaktadır:

“Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara kaderlerini ve yaşamlarını emanet eden insanlardan oluşmuş bir topluluğa, uygar bir ulus gözüyle bakılabilir mi?

Ulusumuzu yanlış anlamda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kurumlar, yeni Türkiye Devleti'nde, Türk Cumhuriyeti'nde devam ettirilmeli miydi? Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme için en büyük ve karşılanması olanaksız yanılgı olmaz mıydı? İşte biz, Takrir-i Sükûn Yasası'nın yürürlükte bulunmasından yararlandıksa; bu tarihî yanılgıyı işlememek için, ulusumuzun alnını olduğu gibi açık ve temiz göstermek için, ulusumuzun bağnaz ve Ortaçağ düşünüşünde olmadığını kanıtlamak için yararlandık.”([37])

Bu yüzden toplumsal gelişimi ve doğruya yönelimi için devletin, o ulusa örnek olması gerekir. Atatürk: “Efendiler! Bir ulus; varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün maddî ve düşünce gücüyle ilgili olmazsa, bir ulus kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Ulusal hayatımız, tarihimiz ve son dönemde yönetim şeklimiz, buna çok güzel kanıttır. Bu nedenle örgütümüzde Kuvayı Milliye’nin etken ve Ulusal İstencin hâkim olması ilkesi kabul edilmiştir. Bugün bütün dünya ulusları yalnız bir egemenlik tanırlar: Ulusal Egemenlik. Örgütün diğer ayrıntılarına bakacak olursak; işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından, yani kişiden başlıyoruz. Kişiler düşünce sahibi olmadıkça; kütleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya kötü yönlere gönderilebilirler. Kendini kurtarabilmek için, her kişinin geleceğiyle kendisinin ilgilenmesi gerekir. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kurum elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan fazla, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır.”([38])

Ayrıca, laiklik vurgusu yapılırken toplumun büyük çoğunluğunun göz ardı ettiği bir bölüm vardır ki; o da ulus olmadır. Lâiklik, temelde ulusçudur. Ulus bireyleri hangi dine inanırlarsa inansınlar özünde Türktürler. Lâiklik ilkesinin kabulünü izleyen, 1924 Anayasası’nda yapılan, 1928 tarihli ve 1222 sayılı kanunla, değişiklik sonucu ikinci maddede yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” ifadesi “Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçedir, makam Ankara şehridir” diye değiştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti artık lâik bir ülke olmuştur. Ülke içinde yaşayan insanların büyük çoğunluğu Müslüman olup, çok az sayıda da olsa; Hıristiyan, Musevi ve Süryani gibi Müslüman olmayan unsurlar da vardır. Bu unsurlar “kendilerini Türk hissettikleri için” Türk vatandaşı olarak kabul edilmişlerdir. Türkiye’de Türk vatandaşı olan her fert, Anayasa’nın sağladığı hak ve özgürlüklerden eşit olarak yararlanmakta, “din ayrılığı ancak vicdani bir konu halinde kalıp, hiç bir siyasî işleme veya koruyuculuğa olanak ve yer vermemektedir”([39])

Kamuoyu Yaratmak ve Halk Egemenliği: Halkın egemenliğini yaratabilmek için, o egemenliği yaşatacak toplumun düşünce gücü oluşturulması gerekir. Çünkü halkın içinde var olan, fakat daha farkına varamadığı gerçek duygularını ortaya çıkarmak gerekmektedir. Bu gizli olan duyguları ortaya çıkarabilmek için, önce ulusun nabzını yoklamak ve ondan sonra da halkı eğitmek, bilgilendirmek gereklidir. Onun için Atatürk, halk ile temaslarda bulunup toplumun durumunu incelemiştir. Batı Anadolu bölgelerinde geziler yaparak altı-yedi saat süren konferanslar verip halkı bilgilendirmiştir. Halkın iyice anlaması için halktan, kendisine serbestçe sorular sormasını istemiştir. Atatürk, bu yaklaşımıyla egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğunu gösteriyordu. Çünkü “Egemenlik, kayıtsız şartsız ulusundur” sözü aslında, egemenliğin kimde olmadığını anlatmaktadır. Atatürk’e göre; toplumun toplumsal düşünceleri belli bir düzeye çıkmadığı sürece, egemenlik ulusun olamayacaktır. Atatürk, bu düşüncesini şöyle açıklamıştır:

“İnsanlar zorunlu olarak beraber yaşamak ihtiyacında yaratılmıştır. Bundan dolayı, beraber yaşamakta olan insanlar bir toplum oluşturur ki; bu toplum, kendisini oluşturan kişilerin güçlerinin toplamıdır. Bir toplumun içinde beraber yaşamak zorunluluğundan dolayı, ortak bir toplum duygusu vardır. Manevi olan bu duygu, bir güç oluşturur. İşte bu ortak manevi güç, demin açıkladığım gibi o güçle beraberdir; ayrı bir şey değildir. Efendiler! Bu güç, zamanla ve insanların ilerlemesiyle yükselir ve ulusal istenç, ulusal egemenlik bu güçten oluşur. Efendiler! İşte hükümet kavramı, bu gücün derecesinden çıkar!”([40])

Bu yüzden TBMM’nin ve tüm seçkinlerin görevi; toplumu aydınlatmak, toplumun yenilik yolunda ilerlemesini sağlamaktır. Siyasa, çeşitli halk gruplarından gelen istemlerin bağdaştırılması yoluyla değil, en doğrunun ortaya çıkarılmasıyla saptanacaktır. (Bu noktada Atatürk’ün görüşlerini öğrenmek için “Makalede Yer Almayan Atatürk’ün Sözleri” bölümündeki Okuma 1 isimli Word dosyasını inceleyiniz. Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Partilerin ve Politikacıların Görevi - Uygarlık Savaşı: Atatürk’e göre, TBMM’nin ve siyasal partilerin görevi; halkın uygarlık yolunda ilerlemesini sağlamaktır. Atatürk siyasal partinin bu görevini, çeşitli zamanlarda tekrar tekrar ve keskin çizgiler ile vurgulamıştır.(Okuma 2 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Atatürk, iki kez çok partili ortam denemesi yapmıştır. Bu denemelerinde de siyasal partilerin; toplumdaki değişik takımların sözcülüğünü yapmalarını ve onların özel çıkarlarını savunmalarını onaylamamıştır. Atatürk’e göre birden çok siyasal partinin bulunması, tüm toplumun yararına olan noktaların ortaya çıkmasını kolaylaştıracaktır. (Atatürk’ün daha 1924’de ilk iki parti denemesinden iki yıl önce açıkladığı bu eğilimini öğrenmek için, Okuma 3 isimli Word dosyasını inceleyebilirsiniz. Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Cumhuriyetçi Serbest Fırkanın kurulmasıyla ilişkili olarak 1930 yılının Ağustos ayında Atatürk üç ayrı konuşmasında, siyasal parti mücadelelerinin, ‘’neyin ülkenin yararına olduğunu’’ ortaya çıkaracağını ileri sürmüştür. Atatürk, söz konusu parti çatışmalarının bilimsel tartışma şeklinde olması gerektiğini düşünmüştür. Ve bu konudaki düşünceleri şöyledir:

“Büyük Millet Meclisi’nde ve ulus önünde ulus işlerinin serbest tartışması ve iyi niyet sahibi kişilerin ve partilerin görüşlerini ortaya koyarak ulusun ulu çıkarlarını aramaları, benim gençliğimden beri âşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.”([41])
Her münazarada olduğu gibi söz konusu siyasal parti çatışmaları da bir hakemin önünde olacaktır. (Okuma 4 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Ölçüt – Toplumun Gerçek Eğilimi: Atatürk bekleneceği gibi, hakemin de hükümlerini kişisel ve keyfi ölçütlere dayandırmamasını isteyecektir. Son çözümlemede ölçüt, toplumun yine içyapısında saklı olan toplumsal düşüncedir. Yani toplumun yöneldiği gerçeklik düşüncesidir. Atatürk’ün Devlet Düşüncesini oluşturan altı ilke, Türkiye’nin değişmez gerçekleridir. Bu ilkeler, Halk Fırkasının 1927, 1931 ve özellikle 1935 yıllarında yapılan kurultaylarında tartışılmış ve 5 Şubat 1937’de anayasal hükümler durumuna getirilmiştir. Fakat 1937’ye kadar hakemin ölçütü ne olacaktı? Burada Halk Fırkasının kuruluş nedenini yeniden ele almak gerekir. Atatürk’ün Halk Fırkasını kurmasının temel nedeni; kişisel ve keyfi kararların alınmasını önlemek, toplumun gerçek eğilimini vatansever kişilerin tartışmasıyla ortaya çıkmasını sağlamaktır. (Okuma 5 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Yasal – Ussal Otorite: Birinci düzey kamu işlerinin yürütülmesidir. Atatürk olağanüstü niteliklere sahip olmasına rağmen, kamu etkinliklerini kişisel düzeyde yürütmemek için verdiği mücadeleyi kamulaştırmaya çalışmıştır. Nitekim bu mücadele halkın bütünüyle verilip zafere ulaşılmıştır. (Okuma 6 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce İstanbul hükümeti ve Halife Abdülmecit Efendi’yle iletişimlerinde Atatürk, şahsa değil bulundukları makamın ismi ile temasa geçmelerini istemiştir. (Okuma 7 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.) 

Atatürk yalnızca Ulusal Mücadele’nin başında değil, Cumhuriyeti kurduktan sonra da kişi ile o kişinin bulunduğu makamı ayrı tutmaya özen göstermiştir. Bununla birlikte Atatürk, çeşitli yönetim katlarının sorumluluklarını birbirinden ayırmaya, yetki tecavüzlerinin ortaya çıkmamasına da özen göstermiştir. (Okuma 8 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Egemen Devlet’in Ulusal Köklere Oturması: Devlet’in kurumlaşmasıyla ilgili ikinci düzey, egemen devletin hedeflerinin kurumlaştırılması düzeyidir. Atatürk kendisinden sonra da yaşayabilmesi için kuruduğu devleti ve sistemi kendi kişiliğinden ayırmak, topluma benimsetmek için büyük çaba harcamıştır. Daha 7 Şubat 1923’te ortaya çıkan eserin ulusal olması gerektiğini vurgulamıştır: “Efendiler, ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde durumlar çıkarmaya kalkışmayalım. Biz hepimiz o suretle çalışalım ki, kuracağımız şey ulusal bir kurum olsun. Bu da ulusa siyasî eğitim vermekle olur.” ([42])

Atatürk oluşturduğu ilkelerin önce seçkinlerce benimsenmesi için, yoğun bir çabaya girişmiştir. Çankaya’daki ünlü yemek sofrası, bir okula dönüşmüştür. ([43])
İlkelerinin kurumlaşması için Atatürk, kişisel yönetimden kaçınmıştır. Bu yüzden Atatürk, Ali Fuat Cebesoy’a bir tartışmasında: “Benim yardımcılarım yoktur. Memlekete ve ulusa kimler hizmet eder ve hizmet liyâkat ve kudretini gösterir ise; yardımcılar onlardır.”([44])

Atatürk hiçbir zaman kendi kişiliğini yüceltme çabalarına girmemiştir. 2 Aralık 1922’de Meclis’te bazı milletvekillerinin kendisinin büyük kişiliğini belirten demeçleri üstüne: “Benim ayrıcalıklı olduğuma dair bir kanun yoktur.”([45]) diyordu. 1926’da kendisine İzmir’de yapılan suikast girişiminden sonra Atatürk, suikast girişimini kendi şahsına değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan bir suikast girişimi olarak görmüştür. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte: “Benim değersiz bedenim bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar kalıcı olacaktır.” demiştir. (Okuma 9 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Atatürk’ün devlet işlevini kendi kişiliği ile özdeşleştirmediği açıktır. Bu açıdan Atatürkçü devlet düşüncesinde diktatörlüğe yer yoktur. Bu düşüncede kişisel yönetime iki nedenden dolayı yer yoktur:
  1. Kişi ile kişinin yerleştiği makam birbirinden ayrılmıştır.
  2. Devlet’in somutlaştığı, kurumlaştığı makamın devlet işlevini görürken göz önünde tutacağı ölçütler belirlenmiştir; devlet işlevi, Kemalist düzenin çizgisinde yerine getirilecektir.

Atatürk’te Devlet Bürokrasisi: Atatürkçü devlet düşüncesine göre devlet; işlevini hangi yönetim katında somutlaştıracak, hangi kurum bu işlevi yerine getirecektir?

1920’lerin başında kamu bürokratları hiç de güvenilecek bir takım değildir. O kadar ki Atatürk; Kurtuluş Mücadelesi sırasında sürekli olarak bu takımdan yakınmakta, İstanbul hükümetinden ulusal örgüte ters düşmeyecek memur atanmasını istemekte, hatta İstanbul’a atanacak memurlar konusunda ölçütler ortaya koymaktadır:
“Efendiler! İçişleri Nazırı Damat Şerif Paşa, kararlı olarak ulusal birliği bozarak, ulusu her gün aralıksız ve yayılmakta olan tecavüzler karşısında sessiz ve boş önlem almaktan geri durmuyordu. Diğer denetimlerin de aynı ilkede harekete ön ayak olduğu görülüyordu. Örneğin; Eskişehir'de, Hamdi Efendi namında bir kadı vardı. Kuvayi Milliye'ye aleyhtar olduğu için orada duramamış, geri dönmek üzere İstanbul'a gitmiş ve bu Kadı Efendi yeni kabine tarafından tekrar Eskişehir'e gönderilmiş…” ve devamında: “…Bu durumda bulunan, İstanbul memurları az değildi.”([46]) Atatürk, duruma bir çözüm bulması için Harbiye Nazırı Cemâl Paşa’ya 3 Kasım 1919’da bir telgraf göndermiştir. Bu telgraftan dokuz gün sonra yine Cemâl Paşa’ya bir telgraf daha yollamıştır. (Okuma 10 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Ankara Hükümeti duruma egemen olmaya başlayınca, sivil bürokrasiyi giderek askeri bürokrasinin denetimi altına sokmuştur. Özellikle sınırlara yakın bölgelerde tümen ve kolordu komutanları, çoğu kez aynı anda Valilik görevini üstlenmişlerdir. Ankara hükümeti sivil bürokrasi üstünde yetkiyi tümüyle eline aldıktan sonra, Osmanlı geleneklerine bağlı bürokratları görevlerinden uzaklaştırmayı sürdürmüştür. Atatürk bir memur sınıfı yaratılmasına da karşı çıkmış ve yönetimin halka verilmesini istemiştir. Öte yandan en küçük memurlara kadar sivil bürokrasinin Cumhuriyet Ülkü’süne sahip kılınması için uğraşılmasını zorunlu görmüştür.

Ordu ve Devlet İşlevleri: Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı zaman bazı komutan ve subayları vatanı kurtarma yollarını aramakla meşgul bulmuştur. (Okuma 11 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.) Atatürk özellikle, Birinci Dünya Savaşı’nda yetişerek kolordu ve fırka komutanlıklarına yükselen genç subaylara güveniyordu. Ancak ordu yalnızca bu subaylardan oluşmamaktaydı. Atatürk’ün de dediği gibi, özellikle İzmir cephelerinde vasıflarını yerine getiremeyecek komutanlar da vardı. (Okuma 12 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Ayrıca Kurtuluş Savaşı’nın hemen başlangıcında, Heyet-i Temsiliye ile Kâzım Karabekir arasında birtakım anlaşmazlıklar vardı. Daha sonra öteki bazı komutanlarla da benzer anlaşmazlıklar doğmuştur. Bu durumda Atatürk, devlet işlevinin görülebilmesi için TBMM’yi kurmuştur, oluşturmuştur. Atatürk daha 1921 yılında, Türk ulusunun somut örneği olan TBMM’nin memleketimizin ana direği olacağını söylemiştir. 4 Mart 1922’de Atatürk TBMM’den: “Memleketin yönetimini ele alan tek yüce güçtür.” diye söz etmiştir. 27 Ekim 1922’de ise: “Türkiye devletinin tek ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir” demiştir.([47])([48])

Atatürk; düşündüğü, hedeflediği her şeyi zamana ve ortam şartlarına uygun bir biçimde hayata geçirmiştir. Bu yüzden TBMM’nin kurulmasıyla ordunun devlet işlerine karışması önlenmiştir. Atatürk, TBMM’ni siyasal bir organ olarak görmemiştir. Söz konusu mecliste Cumhuriyet Ülkü’sünü savunacak olan Halk Fırkası, sokak politikası yapmayacaktır. Atatürk’e göre; meclis içinde kulis çalışması, meclise saygısızlıktır. TBMM üyeleri, memleketin vicdanlı ve namuslu aydınlarıdır. Mecliste birlik ve karşılıklı yardımlaşma zorunluluğu vardır.

Devlet’in TBMM ile Özdeşleştirilmesi: Atatürk, TBMM’ni bir yönetsel düzenek olarak görmektedir. Kâzım Karabekir Paşa’nın, kendisinin grup reisi olmayıp tarafsız kalması gerektiği yönündeki önerisine karşı, Atatürk’ün cevabı nettir:
“Milletvekilleri meclisinde, bir meclisin başkanıyım. Böyle bile olsa, bir siyasal topluluğa bağlı olmak olasıdır. Oysaki Büyük Millet Meclisi’nin yetkisi ve adli yükümlülükleri de bulunduğundan bir dereceye kadar hükümet niteliğindeki bir meclisin başkanıyım. Adli işlerden sorumlu bir başkan için; bir çoğunluğa, siyasi topluluğa bağlı bulunmak çok gereklidir. Buna göre, ayrıntılı bir programla ortaya atılmış siyasi bir topluluğun başkanı olabilirim. Bütün kimliğimle karışmış bulunduğum topluluktan ayrılmamın olanaksızlığı gibi, o topluluğun çocuğu olan grubun içinde bulunmam da zorunludur. Başından beri grup, meclis kuruluna yakın bir çoğunluğu içine almaktadır. Dışarıda kalanlar; Erzurum vekillerinden Celâlettin Arif Bey ve Hüseyin Avni Efendi ile birkaç benzerinden, hareket ve davranışlarında özgür kalmak isteyen kişilerden oluşmaktadır.”([49])

Bakanlar Kurulu’nun görev ve yetkisini belirten yasa önerisi dolayısıyla 1 Aralık 1921 günü Atatürk, TBMM Hükümeti’nin tanımını yapmıştır. (Okuma 13 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Atatürk’ün TBMM’ni bir hükümet, hatta bir yönetsel düzenek olarak düşünmesini anlamak güç değildir. TBMM; toplumundaki değişik takımların istemlerini bağdaştırmaktan yani siyasal bir etkinlikten çok, bilinen bir amacı, ulusal ülküyü uygulayacaktır. Bu yönetsel bir etkinliktir. Atatürk tüm çabalarına karşın, mecliste bazı toplulukların ortaya çıktığını gördüğü zaman, içinde bulunan düzenin sürdürülemeyeceğini düşünmüştür. (Okuma 14 - Sitemizin 'Belgeler' bölümünden indirebilirsiniz.)

Cumhuriyet Kavramına Geçiş: Atatürk’ün uygulamak için uygun bir zaman beklediği düşünce, bir devlet başkanlığı makamı kurmaktır. Burada, Atatürk’ün uygun bir zaman beklemesinin nedenini kendisinin sözlerinden kesitler alarak dinleyelim. (Ancak konunun bütünü belgelerimizin içindedir.)

“Efendiler! Saltanat döneminden cumhuriyet dönemine geçebilmek için, herkesin bildiği gibi bir geçiş dönemi yaşadık. Devlet başkanlığından bahsetmeksizin onun görevini işleyerek meclis başkanına yaptırıyorduk. Kabine sistemine geçmekten kaçınıyorduk; çünkü hemen arkasından saltanatçılar, padişahın yetkisini kullanma gerekliliğini ortaya atacaklardı.”([50])

Bu açıklamadan anlaşılıyor ki Atatürk, TBMM’ne devlet işlevini yüklemişti; ancak son çözümlemede bu işlev, TBMM başkanı tarafından yerine getirilecektir. Bu işlev, meclis içinde dayanışma ve birlik olduğu sürece uygulanabilirdi. Meclis içinde ayrılıklar başladığı anda, meclis artık devlet işlevinin görülmesi için uygun bir kurum olmaktan çıkmıştı.([51] - [52])

Cumhuriyet’in ilanıyla beraber devlet işlevi, Cumhurbaşkanlığı makamına verilmiştir. Cumhuriyet’in ilanı tartışması sırasında Atatürk’e muhalif Rauf (Orbay) Bey, “Meclis, ulusun egemenliğini bütünüyle koruyabilmelidir.” demişti.([53])

Atatürk ise farklı bir düşünceyi ileri sürüyordu:

“Rauf Bey öyle bir hükümet biçimi taraftarıdır ki; o şekilde Millet Meclisi kurucu niteliğinde olarak ulusun egemenliğini hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın uygular.”([54])

Atatürk’ün yandaşı olduğu sistemde TBMM, kayıt ve şarta bağlı olacaktır. Bu sınırlamada ölçüt, halkın egemenliği değildi. Atatürk Nutuk’ta kendisini destekleyen Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in, Cumhuriyet tartışmaları sırasında belirttiği şu düşünceyi onaylayarak nakleder:

“Ulusal egemenlik başka bir konudur. Cumhuriyet, meşrutiyet, otokrasi idaresi, keyfe göre yönetim başka bir konudur. Bir bölümü, hükümet biçimidir. Diğeri; ulusun karar verme gücünün yerine getirme ve uygulamasıdır. Bu dört şekil için de, değişik şekilde ulusal egemenliğin uygulandığını görmekteyiz. Hatta keyfe göre yönetimde bile bir parça vardır. Meşrutiyette biraz daha fazla, cumhuriyette daha fazla; bu nedenle bu noktadan iki şeyi karıştırmamak gerekir. Ulusal egemenlik, cumhuriyetin gelişimi değildir. Çünkü ulusal egemenlik şekil değildir; ruh ve esas meselesidir.”([55])

Atatürk Cumhuriyeti’nin Siyasal ve Toplumsal Anlamı: Atatürk’ün devlet düşüncesinde cumhuriyet, egemenliğin bütünüyle halkta olduğu bir halk yönetimi de sayılmaz. Çünkü Atatürk’ün cumhuriyetinde, egemenliğin bir bölümü halktadır. Öteki bölümü ise, devlet başkanlığı makamındadır. Ulusal egemenliğin bir biçim olmadığı da bu yoldan açıklık kazanır. Ruh ve esas olarak ulusal egemenlik, halkın genel çıkarıdır. Egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olması ise; halkın genel çıkarının, geleceğinin, halkın değil, yalnızca kendi çıkarlarını düşünen kişi ya da kişilerin elinde olmaması; tersine halkın genel çıkarını düşünen kişi ya da kişilerin elinde bulunmasıdır. Ulusal egemenlik kavramı cumhuriyette çok fazla vardır. Çünkü bu yaşam biçimindeki temel amaç; halkın istemlerinin yerine getirilmesidir. Atatürk’ün cumhuriyetinde, halkın genel çıkarları her şeyin üstünde tutulduğu için:

“Cumhuriyet, erdem ahlakına dayalı bir yönetimdir. Cumhuriyet, erdemdir. Cumhuriyet yönetimi, erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir.” Demiştir Atatürk.([56])

1923 Türk, örnek olayı; 19. Yüzyıl Fransa deneyimlerinden ayrılmaktadır. Çünkü 1789 Fransız devrimi sonucu Fransa’da devlet işlevini kamu bürokrasisi yüklenmiştir.([57])

SONUÇ
Cumhuriyetimizin görüşleri, Eski Türklerin devlet yönetme anlayışıyla bağdaştığı için cumhuriyet devrimi batılılaşma ya da batıyı örnek alma değil, tam tersine özüne dönmesidir. Bu görüşümüzü doğrudan doğruya Atatürk’ün sözlerinden alıyoruz ve benimsiyoruz:

“Bizim devlet hayatımız da bilindiği gibi; Osmanlı siyaseti, gayri türdeş unsurlardan ve maddelerden oluşmuştu. Bunlardan bir harita yapmak olanaksız olduğu için, Osmanlı siyaseti yerine yeni bir siyaset çıktı. O siyaset; ulusal siyaset, Türkçülük siyasetidir. Türk Ocakları; Türk Tarihinin Kutsallığını, Türk ulusunun soyluluğunu, dünyaya ilk tarihi kuranın kendi soyları olduğunu anlatmayı başardıkları gün görevlerini yapmış olacaklardır. Türklerden âlim, dahi, düşünür yetişmez iddiaları, gerçek ile taban tabana zıttır. Gerçeklerle tutarlı değildir. Çünkü batıya ilk uygarlığı götüren, Türklerdir.”([58])

Bu görüşler, bugünlerde çarpıtılmıştır. Atatürk, Türkçülüğü, ırkçılık olarak benimsememiştir; aksine bütünüyle kültür ve his kavramlarıyla özdeşleştirmiştir. Çünkü bir ulusun damarındaki kan, o milletin kimliğini ne kadar vurgularsa vurgulasın kültürel ve hissi bütünlüğü asimile ya da yok olmuşsa o milletin ulus bilincinden ve ırkından söz edemeyiz. Atatürk’ün şu sözleriyle Türkçülüğün ve kültürel bilincin ne olduğunu daha iyi anlamaktayız:

“Biz doğrudan doğruya ulusseveriz. Ve Türk ulusçusuyuz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar güçlü olur.”([59]) – ([60]) – ([61])

“Türk demek, dil demektir. Ulusalcılığın çok bariz değerlerinden birisi dildir.” ([62])

“...Türk ulusundanım diyen insan, her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan; Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını öne sürerse buna inanmak doğru olmaz.”([63])

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli, kültürdür.”([64])

“Türk Ulusçuluğu, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası ilişkilerde bütün çağdaş uluslara paralel olarak, onlarla bir uyum içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken; Türk Ulusunun özelliklerini, bağımsız kişiliğini koruyacaktır.”([65])

“Gerçi bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki; bizimle işbirliği eden bütün uluslara şeref ve saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gerekliliklerini tanırız. Bizim ulusçuluğumuz herhalde bencil ve kibirli bir milliyetçilik değildir.” ([66])

Atatürk’ün dünya görüşünü de ortaya koymak gerekmektedir. Çünkü Atatürk, ırkçı bir insan olsaydı, kendi ulusundan başka diğer bütün ulusları aşağı görür ve onlara ilgisiz kalırdı:

En uzakta saydığımız bir olayın, bize bir gün dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti, bunun organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan bütün organlar etkilenir. Dünyanın bir yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlıkla tıpkı kendi aramızda olmuş gibi ilgilenmeliyiz.([67])

Atatürk böylece bütün ulusların bir arada ve işbirliği içinde olmasını istemektedir. Bütün insanlar barış ve kardeşlik içinde yaşamalıdırlar:

İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insanlık dışı ve son derece esefe değer bir sistemdir. İnsanları mutlu edecek tek araç; onları birbirine yaklaştırarak, onlara birbirini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını sağlamaya yarayan hareket ve enerjidir.” ([68])

"Eğer sürekli bir barış isteniyorsa, (insan) kütlelerinin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları; kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir." ([69])

İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermek üzere olduğu bunalımlı günlerde Atatürk'ün görüşleri, eşine az rastlanır bir insanlık sevgisini dile getirmektedir. Atatürk:  "Bütün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşgullerdir."([70]) diyerek, ırkçılara meydan okuyordu. Bütün insanları dünya vatandaşı olarak niteleyen Atatürk, gerçek insan sevgisini içtenlikle ve çok özlü biçimde belirtmiş sayılı önderlerden biridir. Atatürk 1936 yılında, balkan uluslarını birbirine kaynaştırmak için bir festival düzenlemiştir. Ve 2 Eylül 1936 akşamı General Kazım Dirik’e yazdırıp okuttuğu şu muhteşem sözleri bir de biz, burada okuyalım:

“Bayanlar, Baylar!
Bu gece çok güzel, yerinde bir tesadüfle bütün Balkanlıların kalplerini, birbirine muhabbet ve aşkla bağlayan sembollerin karşısında, yüksek bir âlem içinde buluyorum. Gördüklerimi benim gibi birçok görenler, gayet kolaylıkla yazabilir, söyleyebilir, resmedebilir. Belki bunu betimde bazı ayrılıklar olsa da en sonunda bir görüntünün gözlerde belirmesinin ifadesi olmak itibarıyla aşağı yukarı ifade ve betimler birbirinden uzak kalmazlar. Ben gördüklerimin yalnız bu noktadan değil, bir de kafamın içinde, bilincimde uyandırdığı sonuçlardan bahsetmek istiyorum. Bunun açıklaması, belki biraz güçtür. Çünkü anlamak, duymak ve anlatabilmek ayrı ayrı beceriler, sanatlardır. Benim anlamak istediklerim, daha çok sezişti. Onun için sözlerim, sizin sıcaklık, dostluk saçan havanız içindeki duygularımın ateşi kadar, parlaklığı kadar, heyecanı kadar olmasa da anladığınızı duyduğum derecede, benim kalbimin dışa vuruşudur.

Huzurunuzda konuştuğum Balkanlılar! Bulgarlar, Helenler, Romanyalılar, Türkler, Yugoslavyalılar… Siz hepiniz ne kadar birbirinizden ayırt edilmez insanlar olduğunuzu, bu gece, birbirine girmiş, candan arkadaşlık ve içtenlik yaşayışınızla bir defa daha göstermiş, kanıtlamış bulunuyorsunuz. Biz Türklerin, bu temiz insanlık topluluğuyla beraber oluşu, beraber olduğunu göstermeye yarayan her durumdan ne kadar büyük mutluluk duyduğumuzu söylemeye gerek yoktur.

İnsanlıkta mutluluk, işte böyle insanoğullarının birbirine yaklaşması, insanların birbirini sevmesi, hepsinin temiz his ve düşüncelerini birleştirmesiyle olacaktır. Bu geceki birleşik durumumuz, bu umut edilen düşüncenin müjdesidir. İşte bunun için ev sahibi olarak bütün değerli konuklarımıza derin sevinçlerimi beyan ederim.“([71])

Atatürk, Çanakkale savaşındaki diğer ulusların askerlerine ve annelerine bir mektup yazmıştır:

“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedir ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”([72])

Son olarak Atatürk’ün bu mektubuyla da kendisinin ırkçı bir insan olmadığını, aksine insancıl bir insan olduğunu görüyoruz. Atatürk’ün insanlığını anlamak açısından Atatürk Epistemolojisi isimli çalışmanın okunması büyük bir katkı sağlayacaktır. Bu konuda Atatürk’ten verilecek birçok örnek vardır. Fakat bu kadarı şimdilik yeterlidir.

Atatürk, Türklüğün ne olduğunu çözmüştür ve hayatı boyunca hissetmiştir. Çözmüştür diyoruz; çünkü o zamanlarda Türklük unutulmuştu. Tekrardan yeni yeni yeşeriyordu. Atatürk, daha yeni subayken “Hakikat Nerede?” şiirini yazmıştır. Bu şiirde, hem Türklüğün ne olduğunu anlatmış, hem de Türklerin tarihi varlığını vurgulamıştır.([73])
Cumhuriyet devriminden sonra da Batılıların dayattığı yalan tarihi çürüten bilimsel araştırmalar ve bulgular sonucu Atatürk, Türk tarihinin gerçek bulgularını dönemin bütün bilim dalları ve seçkin bilim insanları ile çalışarak ortaya koymuştur. Atatürk’ün Türklük kavramı ırk üzerine değil, kültür üzerinedir.

Ayrıca bu izlentide eski Türklerde "Cumhuriyet" anlayışı hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=MMAt2nBShMk
Türklük, kültürel ve hissî bir bütünlük olduğuna göre, ulusu uyandırmak ve uygar vasıflarına eriştirmek için bir an önce yeni Türk devletinin hiçbir yabancı devletlerin ve dogmatik ideolojilerinin boyunduruğu altında kalmadan kurulması gerekiyordu. (Bir toplumda evrim olmuyorsa devrim olur.)

Emperyalist devletlerin işgalinden kurtulur kurtulmaz, yani askeri başarıyı kazanır kazanmaz tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk; kültür devrimleriyle Türk toplumunun toplumsal yönde iyileşmesini ve toplumun gelişimine devam etmesini sağlamıştır. Atatürk devrimleri bütün olarak ele alınmak zorundadır. Çünkü o devrimler, birbirinden bağımsız değildirler. Atatürk’te Devlet Düşüncesi, Atatürk Devrimlerinin hayata geçirilmesi açısından ana yapıttır.

Bir gün Atatürk, kendisine yöneltilen: “En büyük devrim eseriniz hangisidir?” sorusuna: “Benim yaptıklarım, birbirine bağlı ve gerekli işlerdir. Bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan sorunuz!” diye cevap vermiştir.([74])

Atatürk bu toplumu; karşılaştığı yok olma tehlikesinden kurtaracak, toplumun ihmal edilmiş genel çıkarlarına gereken önemi verecek ve toplumu derleyip toparlayacak bir yönetim kurmuştur. Atatürk’ü en çok uğraştıran konulardan bir tanesi de burada kavramlaştırılan biçimiyle devlet işlevini, Türk toplum yapısının önemli bir boyutu durumuna getirmektir. Atatürk ile ilgili çoğu çalışmalarda, bu nokta genellikle gözden kaçırılmıştır. Bu yüzden Cumhuriyetçilik, Halkçılık gibi kavramları Atatürk’ün ne nitelikte vurguladığı anlaşılmamış; bu kavramlara başka ülkelerin siyasal kavramlarından ve edebiyatlarından alınmış anlamlar yüklenmiştir. Unutulmamalıdır ki; her ulusun kendisine ait öz değerleri vardır. Atatürk, taklitçilikten her zaman kaçınmıştır. Bizleri aydınlatacak tek yolun, bilim olduğunu söylemiştir. Bu yüzden kendi benliğimizi bilimsel bir pencereden bakarak araştırmalıyız.

Burada önerilen gözlük ile konuya bakılmamasının bir başka sonucunda örneğin; sık sık ileri sürülen bir sav da Atatürk’ün sınıfsız bir toplum peşinde koştuğudur. Atatürk, sınıfsız bir toplum peşinde değildir; toplumun genel çıkarlarının göz ardı edilmemesinin peşindedir. Unutulmamalıdır ki; Atatürk, toplumu ezen kişisel yönetime (eşhas devleti) ve memur sınıfına karşı çıkmıştır.

Ulu önderimizin, “Bütün ümidim gençliktedir.”([75]) Dediğini bir an olsun aklımızdan çıkarmayalım ve cumhuriyetimizi savunmak için elimizden geleni yapalım:
“Benden sonra benim düşüncelerimi benimsemek isteyenler aklın ve bilimin yol göstericiliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”([76])

Özer YAVUZASLAN, DAÜ - Atatürkçü Düşünce Kulübü

[1] Atatürkçülük s. 10, Ord. Prof. Reşat Kaynar, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 5, Cilt: II, Mart 1986
[2] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s.73 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[3] Türk Tarihinin Ana Hatları s. 182 (pdf sayfa düzenine göre), Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’un Türk Tarih Kurumu’na Armağınıdır, 1930 İstanbul Devlet Matbaası, TTK Kütüphanesi
[4] Türk Tarihinin Ana Hatları s. 182 – 189 arası (pdf sayfa düzenine göre), Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’un Türk Tarih Kurumu’na Armağınıdır, 1930 İstanbul Devlet Matbaası, TTK Kütüphanesi
[5] Türk Tarihinin Ana Hatları s. 241 (pdf sayfa düzenine göre), Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’un Türk Tarih Kurumu’na Armağınıdır, 1930 İstanbul Devlet Matbaası, TTK Kütüphanesi
[6] Türk Tarihinin Ana Hatları s. 242 (pdf sayfa düzenine göre), Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’un Türk Tarih Kurumu’na Armağınıdır, 1930 İstanbul Devlet Matbaası, TTK Kütüphanesi
[7] Türk Tarihinin Ana Hatları s. 242-243-244 (pdf sayfa düzenine göre), Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’un Türk Tarih Kurumu’na Armağınıdır, 1930 İstanbul Devlet Matbaası, TTK Kütüphanesi
[8] Türk Tarihinin Ana Hatları s. 318 (pdf sayfa düzenine göre), Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’un Türk Tarih Kurumu’na Armağınıdır, 1930 İstanbul Devlet Matbaası, TTK Kütüphanesi
[9] Türk Tarihinin Ana Hatları s. 321 (pdf sayfa düzenine göre), Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’un Türk Tarih Kurumu’na Armağınıdır, 1930 İstanbul Devlet Matbaası, TTK Kütüphanesi
[10] ETRÜSKLER TÜRK MÜ İDİ? s.8 – s.9 (pdf sayfa düzenine göre), Adile Ayda, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 43, Ayyıldız Matbaası – 1974 Ankara
[11] ETRÜSKLER TÜRK MÜ İDİ? s.13 – s.14 (pdf sayfa düzenine göre), Adile Ayda, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 43, Ayyıldız Matbaası – 1974 Ankara
[12] ETRÜSKLER TÜRK MÜ İDİ? s.28 (pdf sayfa düzenine göre), Adile Ayda, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 43, Ayyıldız Matbaası – 1974 Ankara
[13] Tanrı Egemenliğinde anlamına gelir – Bakınız ‘Bil’: Türk Ordusunun Evrensel Uygarlıklardaki Değeri Biçilmez Yeri s.1
[14] Roma Hukuku’nun kökenindeki Ön-Türk Hukuku s.1 – s.2, Halûk Tarcan, 8 Kasım 2009
[16] Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşmaları s.11, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım 1937
[17] Atatürk’ten Düşünceler s.151, Enver Ziya KARAL, TTK Basımevi, 1956
[19] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri cilt II, s.241, Atatürk Araştırma Merkezi, 1997
[21] İzmir’de Hükûmet Konağında s.4, Atatürk Araştırma Merkezi
[22] 7 Şubat 1923 - Paşa camii - BALIKESİR
[23] Atatürk’ün Kastamonu Nutku
[24] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s.142 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[25] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s. 154 ve s. 163 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[26] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s.140 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[27] Kastamonu’da İkinci Konuşma s.1, Atatürk Araştırma Merkezi
[28] (İyonya) – İyona için bakınız: Türk Tarihinin Ana Hatları s.55, s.159, s.161, s.257, s.259, s.265, s.293 – 294 – 295 – 296 - 297, s.300 – 301 – 302 - 303, s.374, s.379, s.389 - 390
[29] Demokrasi Mide Meselesi Değildir s. 3, Sinan Meydan, 11.03.2011
[30] Atatürk'e göre Türk Tarihi s.1, Prof. Dr. Ülgen Zeki Ok
[31] Videolar bölümü içinde Atatürk’ün Amerikan Halkına Konuşması
[33] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s. 85 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[34] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s. 232-233-234 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[35] NUTUK Cilt I s.26 veya s.30 (pdf sayfa düzeni ile), K. Atatürk, Türk Devrim Tarih Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
[36] Lise Öğretmen ve Öğrencileri ile Konuşma s.2, Atatürk Araştırma Merkezi
[37] Devrim ve Türk Devrimleri s.11, Atatürk Araştırma Merkezi
[38] Ankara İleri Gelenleriyle Bir Konuşma s.5, Atatürk Araştırma Merkezi
[39] Atatürk’e Göre Millet ve Türk Milliyetçiliği s.1, Prof. Dr. Mustafa Keskin, Atatürk Araştırma Merkezi
[40] Atatürk ve Hukuk s.26
[41] Atatürk, Cumhuriyet ve Demokrasi s.9, Doç. Dr. Zekai GÜNER, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,Cilt 2, Sayı 3, 2006, s.41-51
[42] Gazi Paşa Balıkesir'de s.5, Hakkı Akalın
[43] Lord Kinross, Atatürk: Rebirth of a Nation, Londra, Weidenfeld and Nicholson, 1964, s. 262
[44] Atatürk ve Yönetim Felsefesi s.52 – s.53 (pdf sayfa düzenine göre), Ender Akdeniz, Yüksek Lisans  Tezi, T.C. Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı, Mersin 2008
[45] Ölümünün 54. Yılında Atatürk'ü Anma Toplantısı s.1,  Şerif Ercan, Atatürk Araştırma Merkezi
[46] Sivas Kongresi IV s.2, Nurer Uğurlu Başkanlığında Bir Kurul Tarafından Hazırlanmıştır, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Eylül 1999
[47] Ordu-Siyaset İlişkileri 1920-1938 s. 26, Doç. Dr. Oya Çitçi, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 39, Sayı 4, Aralık 2006, s.17-44
[48] NUTUK Cilt II s.641 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarih Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
[49] NUTUK Cilt II s.601 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarih Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
[50] NUTUK Cilt II s.838 – s. 839 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarih Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
[51] Cumhuriyet’in ilanından bir gün önce Atatürk ile Cumhuriyet’in ilanını hazırlayan İnönü, ertesi gün Meclis’te Cumhuriyet’i savunurken “Zaf-ı umumisinin idamesinde mana yoktur.” Diyordu. (NUTUK Cilt II s.312) Aslında TBMM 23 Nisan 1920’den itibaren bazı ayrılıkçıları içinde taşımıştır. Ancak ilk yıllarda ülke, Kurtuluş Savaşı içinde olduğundan, kritik dönemeçlerde ülke yararına olduğu düşünülen kararlar Meclis’ten çıkarılabilmiştir.
[52] NUTUK Cilt II s.311 - s.312 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarih Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
[53] NUTUK Cilt II s. 833 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarih Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
[54] NUTUK Cilt II s. 823 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarih Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
[55] NUTUK Cilt II s. 885 (pdf sayfa düzenine göre), K. Atatürk, Türk Devrim Tarih Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970
[57] Ernest Barker, The Development of Public Services in Western Europe. 1660-1930. Londra: Oxford University Press, 1945, passim
[58] Mustafa Kemal Atatürk’ün Kültür Anlayışı ve Tam Bağımsızlık Stratejisi s.4, Prof. Dr. Dursun Yıldırım, Atatürk Araştırma Merkezi
[59] Atatürk'ün Üstün Kişiliği s.7, Bekir Tunay, Atatürk Araştırma Merkezi
[60] Türkçecilik Çalışmaları Açısından Bugünkü Türkiye Türkçesi s.4, Balıkesir Üniversitesi
[61] Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri s.137 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[62] Türkçecilik Çalışmaları Açısından Bugünkü Türkiye Türkçesi s.4, Balıkesir Üniversitesi
[63] Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri s.137 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[64] Türk Tarih Kurumu Çalışmalar 1931-1938 s.6 (pdf sayfa düzenine göre), Arzu Yüzer, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı, İstanbul 2006
[65] Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri s.137 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[66] Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri s.138 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[67] Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri s.232-233-234 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[68] Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri s.230 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[69] Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri s.225 (pdf sayfa düzenine göre), Prof. Dr. Utkan Kocatürk, ISBN: 975-16-1174-1, İLESAM: 99-06-Y.0150.111, Semih Ofset, Ankara 1999
[70] Atatürk ve Milletlerin Mutluluğu s.1, Emekli Tümgeneral M. Erengil,
[71] Atatürk'ün Yazdırdığı Bazı Notlar s.5 – s.6, Neşe Yeşilçayır, Atatürk Araştırma Merkezi
[72] Atatürk'ün Anzak Annelerine Mektubu s.1, Ergur ALTAN (Habertürk)
[73] Atatürk'ten Şiir ve düz yazı
[74] Devrim ve Türk Devrimleri s.5, Atatürk Araştırma Merkezi
[75] Mustafa Kemal Atatürk'ten Bir Amerikalı Çocuğa - Curtis La France s.5, Uzman Yrd. Berna Türkdoğan, Atatürk Araştırma Merkezi